Dört Element
Ege Bölgesi ve Akdeniz Bölgesi günlerdir süren yangınlar (ateş) ile boğuşurken, Karadeniz Bölgesi sel (su) ile boğuşuyor.
Canlılar ya dumandan ya da sudan dolayı nefes (hava) alamadıkları için ardı ardına boğuluyor.
Yer (toprak) isyan ediyor. İsyanını dile getirmek için kabarıyor, çöküyor, titriyor, sarsılıyor.
Yer gök alev olmuş, ateşten bir ejderha önüne çıkan ne varsa kızgın dilini uzatıp yakalayıp yutuyor.
Doğa kızgın.
Doğa hesap soruyor.
Doğa derdini insanlara böyle anlatıyor.
Ya alev alev yakıyor ya da sel olup boğuyor.
Yapma diyor yapma,
Benimle oynama.
Hubert Reeves’in “Doğayla savaş halindeyiz. Eğer kazanırsak, kaybedeceğiz.” sözü gerçek oluyor.
Kör — Sağır — Dilsiz
Biz ise bu seslenişe kulaklarımızı kapatıp, hep “kaybetmeye” oynuyoruz. Yanlış yanlış üzerine yaparken üç adım sonrasını gözetmiyoruz.
“Dere yatağına yerleşim kurma, suyun güzergâhı ile oynama, zemin etüdü ve kat hesabı yapılmadan konduruluvermiş binalarla para karşılığı barışMA, ağacın varsa yanabileceğini, suyun varsa taşabileceğini hesap et, tüm çalışmalarda bilimin sesine kulak ver, jeoloji, meteoroloji, deprem ve çevre mühendislerine danışmadan adım atma, önce, vaka olmaması için önlem al, sonra da önleme rağmen oluşabilecek olan felaketin büyümemesi için hazırlıklı ol.” diyenlere, “Aman bu çevreciler de durup durup ayaklanıyor!” diyorsun ya, deme.
Çevreciler ayaklanırken sen niye yerine oturuyorsun, sen bana onu söyle.
Sanki dünya sadece çevrecilerin, sanki bu felaketlerden sadece onlar etkileniyor, sanki zarar sadece çevrecilere yazıyor. Bu ağaç, bu çiçek, bu meyve, bu hava, bu toprak, bu su, bu gökyüzü sadece bizim mi?
Evin ateşe teslim olurken, sermayen olan hayvanların alevlerin arasında kalıp cayır cayır yanarken, üç para beş para üst üste koyarak edindiğin araban sel sularına kapılıp sürüklenirken, gözünün bebeği evladın selin çamurunda boğulurken, yerle gök birbirine geçerken bir kere de sen ayaklan. Bir kere de sen sor “Neden bunlar hep bizim başımıza geliyor?” diye.
Bir deprem esnasında üç ev yıkılıyor diğerleri ayakta kalıyorsa, bir sel esnasında diğer evler direnirken iki ev sele dayanamıyorsa ve üstüne üstlük birkaç yıl sonra yıkılanın yerine aynısı yapılıyorsa, yöneticiler de buna göz yumup “Aman bana ne!” (dördüncü maymun) diyorsa, kime ne diyeceğiz, kime üzüleceğiz?
Mülteci Cenneti/Cehennemi
Özellikle de Suriye savaşından bu yana ülkemiz mülteci kampına dönmüşken, üstüne bir de Afganlar eklenmişken ve gruplar arasında sonu ölümle biten çatışmalar çıkarken insanın aklına şu söz geliyor: “Misafir misafir istemez, ev sahibi hiçbirini istemez!”
Malum, “Kardeş de bir yere kadar”…
Hadi yanan ormanlar zaman içinde kendini yenileyecek diyorum.
Ya bizim içine düştüğümüz bu mülteci yangını ne zaman sönecek?
Işığa yüzebilmemiz için daha ne kadar dibe batmamız gerekecek?
Makam ne işe yarar?
Yöneticiler makamda keyif çatmak için geliyorlar makama. Halka hizmet için değil de kendine ve avanesine hizmet için oy istiyor vatandaştan.
Aslî görevlerini “En lüks arabalara binmek, açılışlarda kurdele kesmek, cenaze-nikâh-nişan etkinliklerinde görülmek, iş takip edip para talep etmek” olarak tanımlıyorlar.
Yaşadığımız felaketlerin sebepleri ve felaketlerin bir türlü kotarılamaması, liyakatsiz yöneticilerin mabatlarını yumuşak minderlerinden kaldıramamasının, ihtimalleri hesaplayamamasının sonucu.
İhmallerin bedeli yine vatandaşa yazıyor tabi.
Devletin işi, bir felaket anında keseyi halka uzatıp, içine para atılmasını istemek değil, kesenin ağzını açıp halkı sarıp sarmalamaktır.
Siyaset, kaynakları neye kullanacağınızı belirler.
Kaynakların neye kullanıldığı ve neye kullanılmadığı gün gibi ortada…
Liyakat’i Like edelim
Liyakatli yöneticilerin eserleri ile (Bknz: Tokyo Olimpiyat Oyunlarında büyük başarılara imza atan Türk sporcular), liyakatsiz yöneticilerin eserlerini (kaç gündür süren orman yangınlarını söndürememe) gördük değil mi?
Yaz tahtaya
Ne acı ki ülkemizde uzun yıllardır hesap verebilirlik sistemi işlemiyor. Hesap sorabilirlik deseniz, hesap sorabilecek akılda insanlar azaldı. Kalanlar da korkutularak susturulmaya çalışılıyor.
Bu felaketler de “hesabı soracak olanın halk, hesap verecek olanın yönetim” olduğunu anlatamadıysa ve Sarı Çizmeli Mehmet Ağa yine hesabı ödemeden kaçacaksa biz de bu ‘DİP’e müstahakız demek ki…
13 Ağustos 2021 / C.E.Y.
DAHA NE YAZAYIM?
Yok edilen çevre, her yıl yaşanan yangınlar, can veren, canı yanan onca can, yiten insanlık, çürümüşlük, kokuşmuşluk; bunları yaza yaza yaza, kendimden bıktım. O yüzden bu kadar sessiz kaldım. Yıllardır afetler ve liyakat üzerine o kadar çok yazmışım ki, daha ne yazacaktım…
İşte o yazılardan birisi de 2 Ağustos 2011 tarihli bu yazıdır. Ve diğer bazı yazılar da bu yazının devamındadır.
Yaz Yangınları / 2 Ağustos 2011
İlk ateşi kim buldu acaba? Büyük ihtimalle farklı farklı yerlerde, farklı farklı zamanlarda bulunmuştur. O dönemlerde iletişimin esamesi okunmadığından kimse kimseye neyi, ne zaman keşfettiğini haber edememiştir.
Böyle şeylerin ilki ne zamandır bilinmez ki zaten.
Önceleri “ateş”i yıldırım çarpması sebebiyle oluşan yanmalar olarak görmüşlerdir büyük ihtimâl. Sonra da bu durumu taşları ya da dalları birbirine sürterek kendileri oluşturmuş, zaman içinde de ateşin kullanılışını geliştirmiş, ısınma ve pişirme için kullanmışlardır. İlerleyen zamanlarda sanayide kullanmayı öğrenmiş ve bizi bugünlere kadar getirmişlerdir.
Artık ateş insan hayatının olmazsa olmazıdır.
Su da öyle.
Ve hava da…
Hangisi olmadan yaşayabiliriz?
Onlarsız yaşayamamamıza rağmen bize en yakın dost olan o ateş, o su, o hava öyle bir zaman geliyor ki bizim en acımasız düşmanımız haline dönüşebiliyor.
Ateş yangına, su taşkına, hava fırtınaya dönüşüp felaketimiz oluyor, bize kaçacak yer bırakmayabiliyor.
“Ateş”in adı dahi alev alev yakıcı bir his uyandırıyor insanda değil mi?
Kibrit çöpünü yakmak ne kadar ufak bir harekettir aslında
Kibrit çöpünü elimize alır, başını kutunun yanına sürteriz ve bir anda bir alev çıkar. O ufak hareketin devamında olabileceklerin hızını ve gücünü kestiremez insan. Sadece minik bir tutuşma ve ondan sonra ısınan ve kızışan her şeyin bir anda alev alması…
Ateş o kadar hızlı ilerler ve o kadar önü alınmazdır ki, yanabilecek her ne varsa yakar geçer. Yanına destek kuvvet olarak rüzgârı da aldığında iyice güçlenen bu alev ordusu tüm gücüyle bütün kalelerimize saldırıp hepsini alaşağı eder.
Sorumsuzca fırlatılıp atılan bir sigara izmaritinin dekarlarca ormanı küle dönüştürdüğüne defalarca şahit olmuşuzdur. Bir yangın başladığında önce yükselen kesif dumanı, gece olduğundaysa iyice hızlanmış yangının çılgına dönüşmüş alevlerini kaç kez üzüntüyle izlemişizdir. Haberlerde “ciğerlerimiz yanıyor” başlığı atılır ya; gerçekten de “ciğerlerimiz” yanıyordur.
Yaz sıcağıyla tutuşmaya yer arayan kuru dalların alev alması için küçücük hareketler yeterlidir zaten.
Piknikçilerin iyice söndürmeden bıraktıkları mangal ateşleri, çevreye saçılan cam kırıklarının mercek haline dönüşüp güneş ışığını odaklamaları da bu küçücük hareketlerdendir.
Bir de kasıtlı başlatılanları vardır. Hasadın ardından yakılan anızlar, ormanda tarla açmak için yakılıveren birkaç ağaç ve kontrolden çıkan alevler…
Başlama nedeni ne olursa olsun sonuç hep aynıdır.
Yanıp küle dönüşmüş binlerce ağaç. Kelleşmiş tepeler. O ormanda yaşayan yüz binlerce canlının telef oluşu. Dolayısıyla da ekolojik dengenin bozuluşu…
Doğanın kendi içinde bir güç dengesi, kendi arasında bir üstünlük ve bir boyun eğerlik uyumu var.
Ateş her şeyi yakarken rüzgâr ateşi daha uzaklara taşıyabiliyor. Taşkınlarıyla hayatımızı altüst eden suysa çığırından çıkmış ateşi dize getirebiliyor…
Hükmedebildiğimiz kadar yapıcı, hükmedemediğimiz kadar yıkıcı olan bu güçlerle zaman zaman yan yana, zaman zaman da karşı karşıya kalarak yaşamak bizim kaderimiz ise; bunu “kötü kader”e dönüştürmemek için, “takdir-i ilahi” deyip çaresizce kabullenmemek için, kendimizi ve nesillerimizi koruma altına alabilmek için plan ve program dahilinde hareket etmeliyiz.
Henüz küçük yaşlarda edindirilen ağaç sevgisi ve bilgisi ormanları korumanın ilk adımlardır. Bir yangının oluşumunu izletmek ve nelere mal olduğunu göstermek de ateşle oyun olmayacağının en etkili yoludur.
Her şeye rağmen oluşabilecek yangınlara müdahale edebilmek de devletin öncelikli vazifelerindendir.
Orman Bakanlığı hem ormanların çoğalmasından hem de korunmasından mesulse eğer, bütün bunları yapabilmek için gereken bütün donanımlara da sahip olmalı. Üç tarafı denizlerle çevrili bir memlekette öncelikle çok sayıda yangın uçağı ve yangın helikopteri olmalı. Yangına en kısa zamanda müdahale edebilecek ekipler olmalı.
Öncelikle de makamda ormanın ve yangının bilincine varmış yöneticiler olmalı…
2 Ağustos 2011 / C.E.Y.
VE DİĞER BAZI YAZILAR
Yaz Yangınları / 2 Ağustos 2011
Sizin yarattığınız cehennemde biz de yanıyoruz! / 2 Temmuz 2014
Her Bursalı’nın bir dikili ağacı olmalı / 8 Ekim 2015
Önce Tedbir, Sonra Emanet / 4 Ağustos 2019
Tavşan Kaç / 13 Ağustos 2019
Afet Değil Cinayet! / 3 Kasım 2020
Subasmanınızın kotu nedir? / 5 Temmuz 2012
Dünya itinayla cehenneme çevrilir! / 27 Ekim 2013
Dünyanın sahibi değil, emanetçisiyiz / 24 Aralık 2013
Zeytinin dalı budağı girsin gözünüze! / 8 Kasım 2014
“Japonlar yapmış ağbi!” / 17 Ağustos 2017
Artvin Cerattepe’ye bakar / 24 Şubat 2016
Servetin ne renk? / 2 Ağustos 2019
Süphaneke dinimiz amin! / 25 Ocak 2020
Aziz Türk Milleti’nden, Çaylar Şirketten’e / 2 Eylül 2020
Çok Bilmiş Beceriksizler / 10 Ağustos 2018
Tarih kitaplarında yer almayan bir tarih / 6 Eylül 2011
Ne zaman çıkacak bu karanlıklar aydınlığa? / 2 Temmuz 2012
Adam rolü yap, Ridley efendi! / 5 Kasım 2018
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder