29 Kasım 2012 Perşembe

Zenginim, Zenginsin, Değilsin...

1979 yılında TRT'de yayınlanan Zengin ve Yoksul dizisini hatırlar mısınız?
Başrollerinde Peter Strauss ve Nick Nolte'un oynadığı, orijinal adının Rich Man Poor Man, şimdiki çakmasının da Kuzey Güney dizisi olduğu, ayıla bayıla izlediğimiz ABD yapımı dizi.
Evvel ezel zengin-fakir ilişkisi pek çok filme konu olmuştur. Zengin kız fakir oğlan, fakir kız zengin oğlan aşkları işlene işlene bitirilememiştir..
Bu filmlerdeki zenginler hep kötüdür, fakirler ise hep iyi.
Ne zenginlik övünülecek, ne de fakirlik yerinilecek bir kavramdır oysa.
Utanılacak olan sevgiden ve saygıdan uzak davranışlardır.
Utanılacak olan, zenginliğin de fakirliğin de diğer insanları taciz ede ede yaşanmasıdır.
Bakın artık kimin ne kadar zengin, kimin ne kadar fakir olduğunun emareleri de birbiri içine geçti.
Sabah erkeninde kuru atık toplamak için yollara düşen bir gencin elindeki telefon, ayağındaki pabuç, kıçındaki pantolon, kulağındaki kulaklık ile, aynı sabahın aynı erkeninde okul yollarına düşen çocuğun elindeki telefon, ayağındaki pabuç, kıçındaki pantolon, kulağındaki kulaklık birbirinden -görsel olarak- pek de farklı değil.
Her şeyin çakmasının aslından farksız olduğu bir dünyada ayrılıklar ve ayrıcalıklar sadece davranışlarla mümkün.

Gelelim okullardaki kıyafet serbestisi ve zengin-fakir ayrımına.
Bendeniz kara önlük, beyaz yaka neslindenim. Bundan gocunmayı da aklına hiç ama hiç getirmeyenlerden.
O zamanlarda da kara önlüğün dikildiği kumaştan ve boyuna kondurulan beyaz yakadan anlaşılırdı kimin ne durumda olduğu. Kırtasiye ya da giyimdeki seçenek şimdiki kadar çok değilse de, variyet illa ki bir yerden gösterirdi kendisini.
Sırttaki palto, ayaktaki ayakkabı, saçtaki kurdele, eldeki çanta, defter kabı, kalem kutusu, boya kalemi, silgi ve bunun gibi pek çok ayrıntı ele verirdi herkesi.
Bunların dışında çocuğun nasıl bir aileden geldiği çocuğun görüntüsü ile öne çıkardı esas.
Temiz kulaklar, temiz tırnaklar, taralı saçlar, ütülü önlük, kolalı yaka, boyalı pabuç.
Ya da tam tersi...
Çocuğun derli toplu ya da dağınık görüntüsünün zenginlikle - fakirlikle pek alakası yoktu.
Çocuğuna değer vermek ve çocuğunu sevmek ile alakası vardı.

Bu arada; okula temiz pak yolladığınız çocuğunuzun okuldan yaka paça bir yanda dönmesi de çocuğun çocukluğu ile ilgiliydi.
Davranışları naif olan bir çocuğu fakir diye kimse hor görmezdi. Davranışları hoyrat olan bir çocuğu da zengin diye kimse hoş görmezdi.
Birbirine özenenler olmaz mıydı, elbette ki olurdu. Birbirine nazire yapanlar olmaz mıydı, elbette ki olurdu.
Kara önlüklerin ardından dışarıya yansıyan bir şeyler vardı lâkin, hiçbir şey göz alacak derecede parlamazdı.

Tüketim toplumu haline geldikten sonra ise her şey formaların dahi engelleyemediği derecede parlar oldu.
Ve en son nokta, kıyafet serbestisi.

Hadi bakalım şimdi her gün kıyafet düşün. İki önlükle idare ettiğin çocuğa her gün kıyafet yetiştir.
İşte şimdi ebeveynlerin büyük sınavı başlıyor.
Ya çocuğunuza okulda giymesi için rahat ve gösterişsiz kıyafetler sunacaksınız ya da her gün partiye gider gibi giyinmesine göz yumacaksınız.
Bence bırakın önce hepsi bir hevesini alsın. Nasılsa "Bugün Ne Giysem?" stresinden bıkacak ve kendilerini rahat hissettikleri birkaç kıyafete döneceklerdir.
Hâttâ belki formalarını geri isteyeceklerdir.
Baktınız işin ayarını kaçırdılar, erkeklerin üzerine cübbe, kızların üzerine bir çarşaf geçiriverirsiniz, hepsi döner muma.
Eee, böyleyken böyle...

26 Kasım 2012 Pazartesi

Feykini sevsinler...

Pek çoğumuz biliriz, oyunlarda feyk atmak diye bir şey vardır.
Aldatmak-kandırmak kelimesinin İngilizce karşılığı olan fake kelimesinden kaynaklanmış bir terim olsa gerek.
Oyun içersinde rakip takım oyuncusunun dikkatini diğer tarafa çekerek, farklı bir yöne hamle yapmaktır bu.
Sağ gösterip sol vurmaktır. Karşısındakini ters köşeye yatırmaktır.
Oyunda iyi feyk atan iyi oyuncudur ve takımını hedefe o taşır.
Feyk atma kavramını benimseyerek yaşam tarzı haline getirenler bu işte o kadar uzmanlaşırlar ki, hamleyi ne zaman yapacaklarını, dikkatleri başka bir yöne çekmek için parmakları ile ne tarafı işaret edeceklerini gayet iyi bilirler.
Bu feykleri en çok da başımızdaki büyükler de kullanır.
Bknz Muhteşem Yüzyıl’ı istemezük diyenler....
Bu dizi yayına 5 Ocak 2011’de başlamıştı hatırlarsanız. Üzerine birçok kelam edildi. Önce biraz uyarı aldı, sonra yine, arz-talep doğrultusunda yoluna bildiği gibi devam etti.
Hürrem’i ve icraatını izlemek için dizinin yayınlandığı her gün binlerce insan ekran karşısına geçti.
2013 Ocağında iki seneyi devirecek olan bu dizi gün geldi bir anda aforoz edildi.
Aforoz eden kişi iki senedir bu diziyi izlememişti de geçen gece ilk kez mi izlemişti yoksa?
Ve ardından da ferman buyurmuştu!

Bu diziyi yapan daaaa, yayınlayan daaa, izleyen deee.....

Evet, tarihi karakterler kendi isimleriyle bir dizide yer alıyorlarsa biraz dikkatli olmak gerekir.
Lâkin dizide anlatılanlar yüzyıllardır pek çok şekilde belgelenmiş olan olaylar değiller miydi? Yüzlerce sayfalık kitaplara konu olmamışlar mıydı?
Sarayın içinde hiç entrika dönmemiş miydi? Kardeş kardeşi, baba oğulu hiç boğdurmamış mıydı?
Harem içinde koşturan şehzadeler bölünerek çoğalma yöntemiyle mi dünyaya gelmişlerdi?
Yaşananları birebir aktarmak zaten mümkün değildi ama genel hatlarıyla durum bunlardan ibaret değil miydi?
****
Son dönemlerde Osmanlı tarzı bir hayat tarzı hedeflenip özendirilmeye çalışılırken, bu dizi yüzünden her şey alt üst oluyor tabi değil mi?
Evler, giyimler, yemekler ve tüm eşyalarda estirilen Osmanlı rüzgarı tersten tersten esmeye başlıyor.
Oysa her davranışı kendi zaman dilimi içinde değerlendirmek ve o günde bırakmak gerek.
“Bir dizi yüzünden Osmanlı yurt içinde ve yurt dışında yanlış anlaşılıyor” deniliyor şimdi.
Bunu diyenlerin YouTube’da yayınlanan videolardan haberleri yok sanırım. Türkler ve Osmanlılar’ı aşağılayan binlerce video zaten almış başını gidiyor. Üstelik hepsi de en sertinden, en acımasızından ve en mide bulandırıcısından.
Madem ki dünyanın bizi nasıl tanıyacağı bizim için bu kadar önemli, eski zamanlarda olup bitmiş her şeyi bir kenara bırakalım da, bugün yaşanan vak'alar için nasıl bahaneler buluruz biz onu düşünelim.
Her eylemde biber gazı sıkılarak yerlerde sürüklenen insanlar için mesela.
Trafikte esen terör için mesela.
Kadınların, çocukların ve hayvanların şiddete ve tacize uğrama oranları için mesela.
En çok da, mikrofonu eline her aldığında halkını azarlayan bir başbakan görüntüsü için mesela.
Halkına azarla karışık beyanatlar verirken, öte yandan halkı ilgilendiren kararları kapalı kapılar ardında tek başına alabilen, bir bakıma halkına her daim feyk atabilen bir başbakan için mesela...

22 Kasım 2012 Perşembe

Nedendir bu özgüven fazlalığı?

Yeni nesil çocuklar savunma ile hoyratlığı, açık sözlülük ile patavatsızlığı, fark yaratmak ile hadsizliği, özgüven ile de ukalalığı birbirine karıştırır oldular.
Ben bu davranışların esas temelinde neyin yattığını biliyorum.
Size de diyeyim.
Burçlar!
Hemen itiraz etmeyin. Bütün burçların özelliklerini okuyun şöyle bir, ne dediğimi anlayacaksınız.
Bütün burçların mensupları lider ruhlu mesela.
Hepsi cana yakın, zeki, gururlu, sevimli, duygusal, ateşli, hepsi hassas.
Donatılıp yollanmışlar sanki yeryüzüne.
Sanırsınız ki aramızda tek bir kötü kul yok. Tamam kabul, yok.
Yok da;
Herkesin birden lider ruhlu olması toplumda biraz sorun yaratıyor sanki.
Herkes liderse tebaa kim? oluyor.
Bir de burçlara kafayı fazlaca takıp kendisini burcunun kalıplarına uydurmaya çalışanlar var ve en vahim durumda olanlar da onlar.
Hülya Avşar'ın O Ses Türkiye Yarışması'nın olaylı yarışmacısı Nur Cennet'e sorduğu "Burcun ne?" sorusuna aldığı keskin yanıttaki gibi:
"Kova! Özgürlüğüne düşkündür. Liderlik özelliği vardır!"
Bu cevaptan anlıyoruz ki Nur Cennet burcunun en çok liderlik özelliğini sevmiş.
Onu izlerken "Lider olmayan burç mu kaldı a kızım, kendi burcundan başka burçlara da bir göz atıver bak hepsinde aynısı yazıyor" diyorum içimden.
Taşkın konuşmalarını gördükçe de,
"Bırak sen lider olma hevesini de önce adabınla davranmayı öğren, konuşmayı bildiğin kadar susmayı da bil; katıldığın bir eğlence programı ama eğlenmek başka, eğlenilmek başka; belli ki yetişirken kimseler sana dur dememiş, deseler de lider ruhundan olsa gerek sen kimselere aldırmamışsın." diyorum.
Nur Cennet bundan birkaç yıl evvel 17 yaşında iken katıldığı ses  yarışmasında da Bülent Ersoy'dan zılgıt yemiş.
Aradan geçen zamanda hiç değişmemiş ve bu kez de ayarsız bir neşeyle jüri üyeleri ile samimi zannettiği laubali bir muhabbete girmiş.
Hoş, jüri önce bunun pek farkına varmamış, eğlenceye vurmuş işi de, Acun sayesinde uyanmış hepsi bir bir.
Sonra da el birliği ile haddini bildirmişler güzelce.
Hadsizliğini eline verip yollamışlar kendisini geldiğin yere.
Bunu kendilerine malzeme edip yayınlamışlar da bir güzel.
Videoyu izlerken yayınlamasalar mıydı acaba dedim bir an ama onlar da insanların bu olaydan ders çıkartmaları gerektiğini düşündüler galiba.
İbret-i alem yani.
Nur Cennet'in sesi de, yüzü de, fiziği de gayet güzeldi aslında. Lâkin yetmedi.
Bence davranışlarının tutarsızlığından dolayı insanlarla arasında garip bir uyuşmazlık oldu.
Hani şu negatif elektrik denilen durum.
Belki de kan grubundandır kimbilir.
Ya da belki burcunun yükseleninden...
****
Aile terbiyesi deriz ya hep, işte o ilk terbiye sayesinde sevmeyi, sevilmeyi ve saygı göstermeyiöğreniyor insan.
Dengeli bir ortamda yetişmeyen çocuk, kendi davranışlarını kayıtsız şartsız doğru varsayıp diğerlerini reddederken, gün geliyor birisi gerçekleri yüzüne haykırıveriyor.
Acı gerçek ile yüzleşen birey şapkasını önüne koyup düşünmek yerine, en kolay yol olan savunmaya geçerek kendisini uyaranları kıskançlık ve çekemezlikle suçluyor.
Kendisi  gibi lider ruhlu, özgüvenli ve üstün bir karaktere haksızlık edildiğini düşünüyor.
Ayna ayna söyle bana diyerek kendisini iyi gösteren aynalara koşuyor.
Ve o aynaların sahte yansımalarında avunup, bir arpa boyu dahi yol alamıyor...

20 Kasım 2012 Salı

Dümdüz de etseniz...

İsrail eski Başbakanı Ariel Şaron'un oğlu Gilad Şaron'un Gazze'yi dümdüz etmekten söz ettiğini okuyunca, aklıma anneannemin anlattığı bir savaş anısı düştü.
Yunan askerinin Karacabey'i işgali sırasında, askerin gazabından kaçarak Esentepe mevkiine sığınan halk, Yunan komutanın kendilerini top ateşine tutup da yok etmek istediğini öğreniyor. Karacabey Kaymakamı Rumca bildiğinden, Yunan komutanın kendisine aldırmadan yaptığı konuşmalardan durumun vahametini anlıyor ve ahaliye haber salıyor.
Kaymakamdan gelen haber sonrasında insanlar kucaklarında bebeleriyle, sırtlarında yaşlılarıyla tarlalıklardan geçerek civar köylere ulaşıyorlar. Sığındıkları köylerde düşmanın çekilmesini bekliyorlar.
Anneannem bunları anlattıkça bütün anlattıkları gözümün önünde bir film gibi canlanırdı.
Büyüdükçe, "dümdüz etme" fikrinin savaş içerisinde normal(!) bir fikir olduğunu anladım.
Okudukça öğrendim ki, halklar ve hayatlar defalarca dümdüz edilmişti.

1945 yılının 6 Ağustos'unda Hiroşima'ya ve ardından da Nagazaki'ye atılan atom bombaları bu kentleri ve bütün canlı hayatı dümdüz etmişti mesela.
ABD, Japonlar'ın hayat ve hareket tarzlarını araştırarak onların en çok dışarıda oldukları saati saptamış, saldırı saatini sabah 08:15 olarak kararlaştırmıştı. Hiroşima'ya yapılan saldırıda bir anda 78 bin kişi hayatını kaybetmişti. Ölü sayısı 1945 yılı sonunda 140 bine ulaşmıştı.
Uçağın pilotu olan ABD askeri Paul Tibbets uçağa annesinin ismi olan Enola Gay adını vermişti.
Annesinin adı ile yarattığı cehennemde başka anneler ve başka çocukların cayır cayır yanacağını düşünmemişti.
II. Dünya Savaşı'nın çözülmesi için bulunan tek çıkar yolun "dümdüz etmek" olması, dünyanın geleceğine daha beter bir düğümün atılmasını doğurmuştu.

Yine de, savaş içinde "hemen" ölmek işin en kolay yanı olsa gerek.
Zor olan, savaşın tüm zorlukları ile yaşamak ve an be an ölmek.

Uyuyamamak, beslenememek, temizlenememek.
Her tarafta parçalanmış insan bedenleri görmeyi kanıksamak. Ananın babanın, evladının ölümüne şahit olmak. Karının - kızının - kız kardeşinin tacize uğramasına ses çıkartamamak.
Ne evin, ne işin, ne aşın kalmaması.
Ateş, yangın, bomba, çığlık, kan, barut, siren, asker, kaçma, korunma, acıkma, susama, dışkılama...
Korku, panik, endişe ve çaresizlik!
"Öldürmek için yaşayanlar"dan saklanmak, bazen de yaşamak için öldürmek.
En acısı da ortasında kaldığın ateş çemberinin dışındaki dünyanın, senden bihaber yaşamaya devam edebilmesi.

Senin barınacak bir odan dahi yok iken, onların sıcak evlerinde huzurla uyuyabilmeleri. Senin para kazanacak bir işin dahi kalmamış iken, onların daha fazla kazanmak adına birbirlerini ezmeleri. Sen kuru bir lokmaya dahi muhtaç iken, onların tıka basa yedikleri yemeklerden arta kalanları çöpe boca edebilmeleri.

Peynir, zeytin, ekmek, su, üzüm, elma, armut, tuz, şeker.
Sabun, jilet, süt, mama, bez, ped, cımbız, ayna, tarak.
İnsanî bütün ihtiyaçlardan mahrum bir halde savaşın tam ortasında yaşayabilmek ve değişen şartlara uyum sağlayarak hayatta kalabilmek, neslini sürdürme güdüsünün bir sonucu olmalı.
Dümdüz edilmiş bir şehrin enkazından cılız boynunu uzatarak, yüzünü güneşe dönen bir çiçek misali...

Ve bugün, 20 Kasım Çocuk Hakları Günü'nde;
-Artık-
Çocuklar öldürülmesin, şeker de yiyebilsinler...

18 Kasım 2012 Pazar

Pazar pazar...

Hayat güzeldir sözüne inanmadığı zamanlar olur insanın...
Neresi güzel ki der kendi kendine.
Sabah oluyor akşam oluyor, başka da bir numara yok işte!
Hiçbir anlamı olmadığına inandığı bu hayata arkasını dönüp gitmek ister şöyle bir. Ne bir yemek, ne bir giysi, ne bir sevda, ne bir mücevher, ne de bir arabaya, kısacası akla hayale gelebilecek hiçbir şeye eyvallah etmeden.
Hepsini ardında bırakıp, hiçbirisini yanına almadan, hiçbirisi için yaşamak zorunda kalmadan, hepsine veda edip gitse.
Benden artık bu kadar diyerek, kapıyı da çarparak üstelik...
Her şeyin anlamını kaybettiği o isyan noktasına gelindiğinin emaresidir bu gitme arzusu.
Üç gün önce gülüp eğleniyorken ne olmuştur da, dünyaya baktığı pencere başka manzaralar göstermeye başlamıştır kendisine?
Değişen dünya mıdır, yoksa onun penceresi mi?
Savaşlar, kavgalar, cinayetler, bunalımlar, açlar, mağdurlar, karşılıksız aşklar ve ayrılıklar birdenbire mi ortaya çıkmıştır sanki?
Dertler de, zevkler de dünya kurulalı beri yok mudur?
Fakirler fakir hayatlarında, zenginler zengin hayatlarında yaşamaya devam etmiyorlar mıdır?
Bazen fakirler zenginleşip, zenginler de fakirleşmiyor mudur?
Zaman zaman yer değiştirseler de, aradakiler yine arada, uçtakiler yine uçta değil midir?
Her şey yerli yerinde iken şimdi değişen nedir?
Mutsuzluk yılan gibi çöreklenip oturmuştur bir kere yüreğinin üzerine. Kasvetli düşünceler tahta kurdu gibi kemirmektedir beyninin etlerini didik didik.
Ne baktığını görüyor, ne duyduğunu anlıyordur şimdi. Bir sis perdesinin ardından gördüğü dünyada gözüne sadece hüzünler çalınıyordur.
Niyeyse şarkılar hep sevdalı, diziler hep ağlamaklı, aşklar hep hüsranlı, sokaklarsa hep ıslak ve ıssızdır.
Yoksa bütün bunlar sonbaharın ettikleri midir?
Ya da belki Merkür'ün geri gidişidir...

Sonra bir sabah, güneşin ilk ışıkları dünyaya düşmüş ve güneşin yüzünden yayılan gülücükler insanların yüzüne vurmuş iken, siyah beyaz bütün görüntüler renklenmeye başlar.
Güneş yeniden sarıdır, yaprak yine yeşil, deniz yine mavi.
Bir bebeğin gülüşü, bir kedi yavrusunun neşesi, taze demlenmiş bir çay, simitçide simit, uzun zamandır görülmeyen bir dost ile muhabbet, dolunay - mehtap - yakamoz, gün doğumu-gün batımı, çapkın bir bakış, edalı bir yürüyüş, beyaz bir gömlek, siyah bir ceket, uzun bir çizme, pembe bir şal, radyoda işveli bir şarkı..
Her şey ne kadar da güzeldir ya Rabbi!...
Vitrinler rengarenk, caddelerde bir ahenk, ne alsak, ne giysek, nereye gitsek...
Ne Ortadoğu, ne Güneydoğu.
Savaşlar, tacizler, tecavüzler.
Şimdi hepsi çok uzaklarda. Bambaşka bir dünyada...

Zihin kendini korumak için görmezden geliyor galiba tüm acıları. Yoksa biliyor nerelerde neler olduğunu. Hepsini bir bir fark ediyor.
Zihnin görmezden geldiği her ne varsa da zaman içinde bir yerlerde birikiyor, birikiyor, birikiyor ve gün geliyor beden bu yükü taşıyamaz oluyor.
O isyan noktasında da insan, albenisine kapıldığı her şeyin içini boşaltıp, hepsini değersizleştiriyor.
Ondan sonra da ver elini sonsuzluk.
Gidilmeyip de yarı yoldan dönülen her yolculuk sonrası ise iyi ki gitmemiş olmanın gizli sevinci.
Bir dahaki vazgeçişte ise, geri geleceğini biliyor olmanın verdiği bilgeliğin mutedilliği.
Hayata bir sarılma, bir bırakma.
Biraz neşe, biraz hüzün, bolca acı.
Farkındalık ve umursamazlık arası med cezirler.
Bazen kahkahaya, bazen öfkeye karışan göz yaşları.
Yaşadıkça anlam kazanmış ya da yaşadıkça içi boşalmış bakışlar.
Ve işte karşınızda hayat...
Bence bu hayat her şeye rağmen yine de güzel ;)
Ya sizce?

7 Kasım 2012 Çarşamba

Şu 'Tarafsız Medya' ne tarafta?

Basın ve gazetecilik, haber alma meraklıları ile haber verme meraklıları tarafından yaratılmış bir meslek olmalı.
Adı üzerinde, jurnal.
Jurnal Osmanlıca’da ilk önce gazete ve rapor mânasına kullanılırken sonradan hükümete ihbar gibi olan hâdiselere denilmeye başlanmış. Sözlük anlamı olarak “ihbar, şikâyet, polis raporu, insanı kötüleyerek verilen haber veya rapor ya da yaşananların günü gününe yazıldığı defter, günlük” anlamına geliyor.
Jurnalcilik ispiyonlamak anlamında olduğu zaman pek muteber görünmese de, gazetecilik olarak insanların haber alma arzusuna cevap verdiğinde jurnalden vazgeçilmiyor.
Haberi kaynağından bulup çıkartmak, çarpıtmadan aktarmak, sahip olduğu bilgileri şantaj amaçlı kullanmamak, sağına soluna meyletmemek gazeteciliğin şartları.
Habercinin görevi haberi halka yorumsuz sunmak, yorumcunun görevi ise haberleri kendince yorumlamak.
Kısacası;
Yorumlar yazara ait, haberler kamuya...
Haberler tarafsızlığını yitirmeye başlamışsa eğer, gazete de itibarını yitirmeye başlamış demektir.
Taraflı olan gazete artık ne tuttuğu taraf tarafından, ne de tutmadığı taraf tarafından gazete yerine konulmaz.
Artık o sadece birilerinin icraatını anlatmak ya da birilerini karalamak için kullanılan bir neşriyattır. Gerektiği kadar kullanılır, miadı dolunca da çöpe atılır.
Maalesef ki artık tarafsız haber verebilen bir televizyon ya da bir gazete bulmak imkânsız.
Görüyoruz ki hepsi bir diğerine cephe almış.
Gazetecilikten gelmeyenlerin sahip olduğu basın yayın kurumları bu cephelere nefer olarak katılmış. Kılıçlar kuşanılmış, bu yeni kanunlara uymayanların da kelleleri alınmış.
Gazetelerin -gözümüzün önünde yaşanan haberleri- veriş şekillerine bakıyorum da; onları, yeterince pişmemiş bir eti farklı soslara bulayıp yememiz için önümüze getiren beceriksiz aşçılara benzetiyorum. Bulanan sosun lezzeti etin lezzetine baskın geldiğinde insan ne yediğini bilmez ya hani. Hani sonra da midesine oturur. Hani sosa bulamış olmak sosun altındaki etin gerçeğini değiştirmez.
Onlar da gerçekleri kendilerine göre bir sosa bulayıp millete yedirmeye çalışıyorlar.
Gerçekler değişmese de, yedirilmeye çalışılan her ne varsa hepsini yiyen de var yemeyen de…
Haberleri coşkulu yorumlarla ya da sinsi imalarla yayınlayarak taraf oldukları tarafa şirinlik edenler, okurlarına haksızlık ettiklerinin farkında da değiller.
Ve bunu her iki taraf da aynı ölçüde ölçüsüzce yapmakta.
Kişiler ya da görüşler haberlerin üzerine çıkmakta.
Dinleyenlerin kulakları ya alkıştan ya da ıslıktan sağır olmakta.
****
Tarafsızlığını koruyabilen basın özgürdür aslında. Özgürlüğünü koruyabilen de bir o kadar tarafsız.
Özgürlük ve tarafsızlık bir çarkın dişlileri gibi birbirini tamamlar.
Çarkın dişlilerini geri sararsak eğer;
Tarafsızlığını koruyamayan basın özgürlüğünü kaybeder, özgürlüğünü koruyamayan da tarafsızlığını.
Paçayı çarkın dişlilerine kaptırandan geriye ise 'çark’a biat etmek zorunda olan biçare bir köle kalır…