Hayat güzeldir sözüne inanmadığı zamanlar olur insanın...
Neresi güzel ki der kendi kendine.
Sabah oluyor akşam oluyor, başka da bir numara yok işte!
Hiçbir anlamı olmadığına inandığı bu hayata arkasını dönüp gitmek ister şöyle bir. Ne bir yemek, ne bir giysi, ne bir sevda, ne bir mücevher, ne de bir arabaya, kısacası akla hayale gelebilecek hiçbir şeye eyvallah etmeden.
Hepsini ardında bırakıp, hiçbirisini yanına almadan, hiçbirisi için yaşamak zorunda kalmadan, hepsine veda edip gitse.
Benden artık bu kadar diyerek, kapıyı da çarparak üstelik...
Her şeyin anlamını kaybettiği o isyan noktasına gelindiğinin emaresidir bu gitme arzusu.
Üç gün önce gülüp eğleniyorken ne olmuştur da, dünyaya baktığı pencere başka manzaralar göstermeye başlamıştır kendisine?
Değişen dünya mıdır, yoksa onun penceresi mi?
Savaşlar, kavgalar, cinayetler, bunalımlar, açlar, mağdurlar, karşılıksız aşklar ve ayrılıklar birdenbire mi ortaya çıkmıştır sanki?
Dertler de, zevkler de dünya kurulalı beri yok mudur?
Fakirler fakir hayatlarında, zenginler zengin hayatlarında yaşamaya devam etmiyorlar mıdır?
Bazen fakirler zenginleşip, zenginler de fakirleşmiyor mudur?
Zaman zaman yer değiştirseler de, aradakiler yine arada, uçtakiler yine uçta değil midir?
Her şey yerli yerinde iken şimdi değişen nedir?
Mutsuzluk yılan gibi çöreklenip oturmuştur bir kere yüreğinin üzerine. Kasvetli düşünceler tahta kurdu gibi kemirmektedir beyninin etlerini didik didik.
Ne baktığını görüyor, ne duyduğunu anlıyordur şimdi. Bir sis perdesinin ardından gördüğü dünyada gözüne sadece hüzünler çalınıyordur.
Niyeyse şarkılar hep sevdalı, diziler hep ağlamaklı, aşklar hep hüsranlı, sokaklarsa hep ıslak ve ıssızdır.
Yoksa bütün bunlar sonbaharın ettikleri midir?
Ya da belki Merkür'ün geri gidişidir...
Sonra bir sabah, güneşin ilk ışıkları dünyaya düşmüş ve güneşin yüzünden yayılan gülücükler insanların yüzüne vurmuş iken, siyah beyaz bütün görüntüler renklenmeye başlar.
Güneş yeniden sarıdır, yaprak yine yeşil, deniz yine mavi.
Bir bebeğin gülüşü, bir kedi yavrusunun neşesi, taze demlenmiş bir çay, simitçide simit, uzun zamandır görülmeyen bir dost ile muhabbet, dolunay - mehtap - yakamoz, gün doğumu-gün batımı, çapkın bir bakış, edalı bir yürüyüş, beyaz bir gömlek, siyah bir ceket, uzun bir çizme, pembe bir şal, radyoda işveli bir şarkı..
Her şey ne kadar da güzeldir ya Rabbi!...
Vitrinler rengarenk, caddelerde bir ahenk, ne alsak, ne giysek, nereye gitsek...
Ne Ortadoğu, ne Güneydoğu.
Savaşlar, tacizler, tecavüzler.
Şimdi hepsi çok uzaklarda. Bambaşka bir dünyada...
Zihin kendini korumak için görmezden geliyor galiba tüm acıları. Yoksa biliyor nerelerde neler olduğunu. Hepsini bir bir fark ediyor.
Zihnin görmezden geldiği her ne varsa da zaman içinde bir yerlerde birikiyor, birikiyor, birikiyor ve gün geliyor beden bu yükü taşıyamaz oluyor.
O isyan noktasında da insan, albenisine kapıldığı her şeyin içini boşaltıp, hepsini değersizleştiriyor.
Ondan sonra da ver elini sonsuzluk.
Gidilmeyip de yarı yoldan dönülen her yolculuk sonrası ise iyi ki gitmemiş olmanın gizli sevinci.
Bir dahaki vazgeçişte ise, geri geleceğini biliyor olmanın verdiği bilgeliğin mutedilliği.
Hayata bir sarılma, bir bırakma.
Biraz neşe, biraz hüzün, bolca acı.
Farkındalık ve umursamazlık arası med cezirler.
Bazen kahkahaya, bazen öfkeye karışan göz yaşları.
Yaşadıkça anlam kazanmış ya da yaşadıkça içi boşalmış bakışlar.
Ve işte karşınızda hayat...
Bence bu hayat her şeye rağmen yine de güzel ;)
Ya sizce?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder