26 Ağustos 2012 Pazar

Kurnazlıkta sınır tanımayız

Şu dünyada bizim kadar pratik zekâlı millet var mıdır acaba?
Her şeyi kitabına uydurmakta, her işin içinden sıyrılmakta, her haksız durumda zeytinyağ gibi üste çıkmakta üstümüze yok maşallah.
En ufak bir tartışmada en çok bağıran ve en çok saldıran taraf da genelde o en haksız olan taraftır zaten.
Bütün mesele de herkesin bu akılda olmasından dolayı çıkan tartışmalarda.
İnatçı keçiler misali birbirimizle cebelleşip duruyoruz. Taraflardan biri makûl ve mantıklıysa neyse de (ki onlar da "ezik" denilerek insan yerine konmuyorlar), iki taraf da coşkuluysa vay çevredekilerin haline.
Bir kaza kurşununa gitmeleri an meselesi...
****
Biz, bizlere iyi niyetlerle sunulan imkanları hakkımız olmasa dahi kullanmayı çok severiz mesela.
Kurnazızdır.
Kül yutmayız.
Lâkin yutturmayı pek severiz...
Sosyal Güvenlik Kurumu kendisine kül yutturmaya çalışanların peşine düşecekmiş artık. Mesele de, babalarının maaşlarından faydalanabilmek için eşlerinden boşanan kadınların, eşleriyle aynı evde yaşayıp, evliliklerine devam etmeleri.
Evliliklerine devam edip etmemeleri tabii ki kimsenin umurunda değil. Umurunda olunan durum onların -mış gibi yapmaları ve devleti zarara uğratmaları.
Bu arada; Sosyal Hizmetler Kurumu'nun bakıma muhtaç durumdaki hastaların bakımını üstlenen kişilere yaptığı aylık para yardımını alabilmek için türlü çeşit numaralar çeviren kişiler türemiş.
Ve maalesef onların sebebine gerçek hak sahipleri kendilerine tanınan haklarına ulaşabilmek için pek çok bürokratik engeli aşmak zorunda kalıyorlar.
Ölen annesinin maaşını alabilmek için her ay annesinin kılığına giren ve bankaya giderek maaş çeken kişiyi hatırlarsınız. Sahtekârlığı ortaya çıktığında yayınlanan fotoğraflarında gördük ki yaptığı makyajı, kostüm seçimi ve başarılı oyunculuğu ile Altın Portakal'a aday olabilirmiş...
Para mevzu bahis olduğunda her yol mubah oluyor galiba.
Ya da aç insanın onuru olmuyor...
****
Kurnazlıkları pek severiz demiştim ya, yollarda hız ölçümü yapan MOBESE'leri atlatmak için neler yapılabilir diye de kafa patlatıyoruz. Bir rivayete göre eğer ki şeridi ortalayarak gidersek MOBESE kameraları hızımızı ölçemezmiş.
MOBESE'ye yakalanmamak için değil de, MOBESE'ler şeridi ortalayanların hızını algılayabiliyor mu acaba diye aklımdan geçmişti doğrusu. Benim gibi düşünenler varmış ve hattâ onlar benden birkaç adım öteye geçmişler...
Hız ölçen takometrelerin mekanizmalarını bozarak kendilerine göre ayarlayanları da duymuştuk.
Bu arada; Escort Live isimli bir mobil uygulama, trafikte radara yakalanmaktan korkan ve trafik polisince ceza yemek istemeyen sürücülere yönelik geliştirilmiş. Uygulama radara yaklaşıldığında sesli uyarı veriyor ve sürücüler de bu bağlamda hızlarını düşürmeye başlıyorlarmış.
İhtiyacı olan varsa hediyesi aylık 4.99, yıllık ise 49.99 dolar imiş...
****
Hele bir de alkollü araç kullananların polis kontrollerindeki halleri vardır ki, o haller pek çok skece konu olmuştur. En çok akılda kalanlar da sarhoş sürücü tiplemeleriyle Levent Kırca ve Yasaklar oyunundaki alkol ölçüm aletini üfleme-üflememe sahnesiyle Metin Akpınar.
Aklı evvel kızlarımız bu alkol kontrollerini atlatmanın kolay bir yolunu bulmuşlar. Hürriyet gazetesinden Aynur Tartan, alkollü araç kullanan kadınların trafikte alkol muayenesinden nasıl kurtulduklarını anlatmış haberinde.
Nasıl mı kurtuluyorlarmış, hemen diyeyim.
BAŞÖRTÜSÜ marifeti ile....
Araçlarında bulundurdukları eşarpları başlarına doladıkları zaman alkol muayenesine alınmalarına hacet kalmıyormuş. Tabi sarhoşluktan eşarbı doğru düzgün bağlayamamış, üstünü başını toplayamamış ve nefesi de 500 metre öteden duyulacak kadar keskin kokuyorsa, geçmiş olsun. Yüklüce bir ceza ve üstüne bir de bonus olarak ceza puanı kendilerini bekliyor.
Baş örtüsünün pek çok "kaçamağı" da kamufle ettiği rivayet edilir.
Başı örtülü kadınların güvenlik sebebiyle yapılması gereken üst aramalarından muaf tutulduklarını da duymuştum.
Ki başı örtülü veya değil, normal akıldaki hiç kimse vücuduna kendi arzusu dışında dokunulmasından hoşlanmaz.
Güvenlik için yapılan aramaları ellenme olarak gören ve bu aramaları tesettür kıyafetleri sayesinde ellenmeden atlatan kişilerin o örtülerin altında nasıl kişiler olduklarını hiç kimse bilemez.
Polis tarafından aranan kişiler midirler, terör saldırısı için oraya gelmiş kişiler midirler, hattâ ve hattâ gerçekten kadın kişiler midirler?
O kıyafetlerin altındaki kişilerin cinsiyetlerini dahi bilmemiz mümkün değil.

Zaten haddinden fazla örtülen ve haddinden fazla saklanan her ne olursa olsun insanın aklına bu gizliliğin neden kaynaklandığı sorusunu getiriyor.
Kat kat kilitlerle, korumalarla, alarmlarla donatılmış, yüksek duvarlar ardına saklanmış bir ev insana "içeride neler oluyor?" dedirtiyor.
Aynı şey camlarını film kaplayarak karartan araçlar için de geçerli. O arabanın içinde görülmesi istenmeyen nedir?
****
Konuyu toparlar isek;
Hem alkollü hem de trafik kurallarını ihlâl ederek araç kullanan kişilerin ceza almamak adına yaptıkları sahtekârlıklar hepimizin canına kast ediyor.
Bunun dışında, eve bir maaş daha girsin diyerek boşananların sahtekârlıklarının arka yüzü sosyologlar ve özellikle de ekonomistler tarafından iyice bir irdelenmeli.
Bu sahtekârlık, evlenirken "Ben karımı çalıştırmam" diyen adamların, yıllar geçtikçe tek kazançla hayatın yükünü taşıyamaz hale gelişleri ile kendiliğinden gelişen bir durum olsa gerek.
Eskinin gelirlerinin yeniye yetmediği, aile nüfusunun kalabalıklaşması ile taleplerin arttığı, tüketim çılgınlığının yüksek tahriki ile etrafta alınmak için sırasını bekleyen envai çeşit ürünün olması ve bu sayede gittikçe düşen alım gücü insanları yeni ekonomik kaynaklar aramaya zorlayınca, en kolay çözüm de bu olmuş.
Birisi bunu akıl etmiş ve arkası da çorap söküğü gibi gelmiş.
İş çığırından çıkınca ve devletin kasasından paralar çıktıkça şimdilerde sorgulama ve araştırmalar devreye giriyor.
Malum, genelde devletimiz bizden bazen aleni, bazen de çaktırmadan para almayı sever. Algı der, vergi der keser de keser.
Birileri de aynı mantıkla devletin malı deniz der, yemeyen keriz der, yer de yer.
Arada da olan yine her zamanki gibi işinde gücünde olan insanlara olur.

Ben'ce, bizim hayat şartlarımız ne kadar iyi olursa olsun biz yine minik minik de olsa kurnazlıklar yapmaya devam edeceğizdir. Almak istediğimiz bir ürünü 50 kuruş aşağıya alıp, satmak istediğimiz bir ürünü 50 kuruş pahalıya satmayı kendimize kâr sayacağızdır.
Bu kurnazlıklar bize Şark'tan mı geldi Garp'tan mı geldi bilmem ama büyük çoğunluğumuzun bunu benimsediği gün gibi ortada.
Artık o çoğunluğun toplumun yüzde kaçına tekabül ettiğini de varın siz hesap edin...

Kurnazlık üzerine yazılarım:

18 Ağustos 2012 Cumartesi

Teknolojik Kutlamalar

Başka başka zamanlardayız artık.
Kablosuz hayatlardayız.
Hayal bile edemeyeceğimiz yenilikleri, doğduğumuzdan beri kullanıyormuşuz, çok sıradanmış gibi hemen de nasıl kabul ettik. Nasıl da sevdik!
Postanedeki santralden bağlanarak yapılan görüşmelerden, dünyanın diğer ucuna bir saniyede ulaşan cep telefonu mesajlarına ne kadar da çabuk geçiverdik. Zıplaya zıplaya gidiyoruz sanki.
İşin ucu da mı kaçtı ne?
Konuşmalarımız bile bir farklılaştı. Konuşurken birbirimize "mail forward" etmekten söz eder olduk. "Linkler, copy-paste"lar dolandı dilimize. Kandilimizi, bayramımızı bir 'tık' ile kutlar olduk. Yemekler dahi bir 'tık'la kapımıza geliyor.
Bütün bu teknoloji imkânları içinde kendi farkımızı ortaya koyabiliyor muyuz diye düşünüyorum çok zaman.
Mesela başkalarının yazdığı ağdalı kutlama mesajlarını yollamakla görevimizi yapmış olmanın rahatlığını mı yaşıyoruz? "Bayramın kutlu olsun İsmail Abi" demenin samimiyeti varken, hazır paket mesajlarla kimin gönlünü aldığımızı zannediyoruz?
Oysa ki; "Hayırlı kandiller Ayten Abla, ellerinden öperim" demek bu kadar zor olmamalı. Kişiye özel davranışlarla mutlu edebiliriz karşımızdakini.
Genel davranışlarla ise sadece kendimizi...
Yazıya başlarken sözünü ettiğimiz kablosuz iletişimin, esasen insanlar arasındaki doğru enerji aktarımından daha kuvvetli bir iletişim yolu olacağına inanmıyorum. Teknoloji ne kadar ilerlerse ilerlesin, nihayetinde teknolojiyi kullanan insan olduğu için her şey insanda kilitleniyor.
Attığımız telefon mesajlarında seçtiğimiz kelimeler bile bizi anlatıyor. Doğru yerde kullanılan bir noktalama işareti söylemek istediğimizi daha da güçlendirebiliyor. Noktalama işaretlerinden nasibini almamış yazıları anlamaktaysa güçlük çekiyorum. Yazı nerede başlamakta, cümle nerede bitmiş, gel de çık işin içinden…
Yazıyı yazanı tanıdığım kadarıyla ne söylemek istediğini tahmin etmeye çalışıyorum. Ne kadar edebiliyorum, bilemem.
Konuşurken ses tonumuzla yaptığımız vurgulamalar yazarken yapılamadığı için anlatmak istediğimizi yazıya dökmek ve karşı tarafa doğru aktarmak biraz maharet istiyor.
Sesli harfler kullanılmadan yazılan yazılar içinse diyecek tek kelimem var; Tasarruf..!
Hem telefon faturası meblağından, hem de harflerden…
Daha az harfle daha çok şey yazabilmek ve bu yazılanları anlayabilmek bu çağın maharetidir ve takdire şayandır.
İletişim çağında sonsuz sayıda kişilerle sosyalleşebiliyor iken bir yandan da kendi başınalığımız artıyor deniliyor yapılan araştırmalarda. Bu söylem bizim nesiller için pek de geçerli değil diye düşünüyorum.
Bizler ilk önceliği her zaman birebir ve yüz yüze muhabbetlere tanırız.  Temelimiz böyle atılmış, böyle görmüşüz, böyle büyümüşüz. Karşılıklı içilen kahvelerin, yüz yüze yaşanan sohbetlerin keyfine tanıklık etmişiz.
Küçükken annelerimiz bizi "müsaitlerse" onlara gideceğimizi söylemek için komşu teyzelere yollardı. Gideceğimiz evin 'Çocuklu ev' olmasını şart koşardık. Çocuksuz evse gitmezdik. Yanan sobanın üzerinde mis gibi kokan çayla birlikte demlenen sohbetler dinlerdik. Anlatılanların büyüsüne kapılmış bir halde o sohbetler eşliğinde kendimizden geçip bir kenarda uykuya dalardık.
Bunları yaşamış nesillerin yalnız kalmaları pek mümkün gelmiyor bana.
Ruhumuzun anlaştığı kişilerle sohbet mekânlarımız bazen evimizin mutfak masasının çevresi, bazense yeni moda kahve evlerinin rahat koltukları oluyor.
Teknolojiden uzak olduğumuzu sandığımız bu zamanlarda dahi çalan telefonlar, gelen mesajlar, bizim yine de her şekilde teknolojinin içinde yer aldığımızı ve artık onsuz olamayacağımızı yüzümüze vurmakta.
Memnun değiliz dersek yalan olur doğrusu...
****
Hepimize iyi bayramlar diliyorum.
Sağlıcakla kalın...

Sosyal Medya ve Dijital Dünya Yazılarım
Teknoloji / 16 Ekim 2010
İnternet Çocukları / 10 Mayıs 2011
Kaset sardı! / 3 Ağustos 2011
Doğuştan Dijitalgillerden misiniz?
 / 7 Nisan 2012 
Teknolojik Kutlamalar / 18 Ağustos 2012
Her çıkışın var inişi / 16 Ekim 2012
Dijital Teşhir Çağı / 19 Ekim 2012
İnternet Çocukları ‘TIK’ladı / 2 Haziran 2013
Star Wars ‘OUT’, Siber Wars ‘IN’ / 28 Eylül 2013
İnterneti değil elektriği yasaklayın, rahatlayın!
 / 17 Ocak 2014
Ey ahali, bir bakın buraya!
 / 30 Ocak 2014
Yasaklara uyalım, uymayanları sallandıralım! / 8 Şubat 2014
Sosyal Medya Çöplüğü / 29 Mart 2015
Örgüden ayakkabı, kumaştan kaporta, ağdan bahçe / 12 Nisan 2015
X, Y ve Z’nin değerlerini bulunuz
 / 24 Mayıs 2015
Facebook Mezarlığı / 22 Temmuz 2015
Duyarsız Duyarlı / 12 Eylül 2015
Takdir alsan ne yazar / 27 Ocak 2016
Like and Share
 / 2 Şubat 2016
Zaytung dükkânı kapatsın! / 3 Mart 2016
Bilişim kaçıyor, hukuk kovalıyor
 / 23 Mart 2016
1. Robot Kaynakları Zirvesi ne zaman abi? / 1 Haziran 2016
Ne çektin be dostum!
 / 3 Haziran 2016
Dış çekim şeysi / 2 Ekim 2016
Çuvaldız Lazım Çuvaldız!
 / 24 Aralık 2016
Ey inananlar, korkmayın!
 / 9 Ocak 2017
İnternetime dokunanı buldum! / 25 Ağustos 2017
Roadster’ı alan Üsküdar’ı geçti / 7 Şubat 2018
Dijitalleşmeye Mecburuz! / 14 Kasım 2018
Bugünün Ötesi Neresi? / 31 Ekim 2018
Öğretmenler, dünya koptu gidiyor! / 22 Kasım 2018
‘Misinformation’larınızı kendinize saklayınız / 2 Aralık 2018
Kozan Demircan ile Geçmişten Geleceğe / 13 Aralık 2018
ZOOM’dan ZONK’a / 13 Mayıs 2020
Eyyy Sosyal Medya! / 2 Temmuz 2020

14 Ağustos 2012 Salı

Bülbülün çilesi, dili belâsı...

Ağzından çıkanı kulağı duymuyor insanın bazen. Beyin başka düşünüyor, dil başka konuşuyor.
Söylediği sözün nerelere gidebileceğini hesap etmiyor.
Ondan sonra anlat dur "Yok ben öyle demek istemedim..." diye.
Ne anlatırsan anlat karşıdakinin anladığı kadar anlatmış sayılırsın denmez mi zaten.
Sen kendini paralasan da yoktur çaresi. O anlayacağını anlamıştır kendince.
Daha da kötüsü kendince anladığını kendince aktaracak, yanlış anlamasının yarattığı yanlış topunu gittikçe büyüterek bir çığa dönüştürecektir.
İnsan kendisini bilen yakın çevresi arasında konuşurken pek de farkında olmuyor ne dediğinin. Biliyor ki dedikleri doğru anlaşılacak. Her kelimenin altı oyularak içine bakılmayacak. Satır araları deşelenmeyecek. Başkalarına yanlış gelebilecek bir cümle dahi güvenin hakim olduğu o çevrede kale alınmayarak eriyip gidecek.
Kendisini güvende hissettiği bu çevreden çıkınca insanın kullandığı kelimeler de haliyle farklılaşmaya başlıyor. Yanlış anlaşılmamak adına kelimeleri dikkatle seçip, üç kez yutkunarak sarf ediyor.
Tabi bu arada ziyadesiyle dikkat edilerek edilen sohbetler yapaylaşıp ve soğuklaşıyor. Her zamanki gibi konuşulsa bu kez de denmeyenler denmiş, düşünülmeyenler düşünülmüş gibi oluyor.
O zaman, ya "ben lâfımı söylerim ötesi beni bağlamaz" deyip lâfın önü ardı toparlanmaya çalışmamalı ya da ağızdan çıkacak lâfların nerelere gidebileceği kestirerek kontrollü konuşmalı...
Söz uçar yazı kalır dense de söz ağızdan bir kez çıkar. Bazen geri dönüşü olmaz...
Kırk yıllık dostluklar bazen bir kelimeyle biter.
Babanın bir bakışı yıllara yayılan bir gönül kırgınlığına sebep olur. Bir çocuk annesinin ettiği bir lâfla hayatının yolunu değiştirir.
Lâfı eden nelere sebebiyet verdiğinin farkında değildir de, lâf edilen yıllar sonra geriye dönüp baktığında o sözün hayatında bir köşebaşı olduğunu anlayacaktır.
Yetişkinlerden birbirlerini doğru algılama beklenirse de, çocuklardan bunu beklemek nafiledir...
****
Karşımızdakini doğru anlayabilmek için öncelikle hem kendimizi hem de karşımızdakini doğru tanımış olmalıyız galiba.
Her sözünde bir ima olan birisinin karşısındakinin doğaçlama ettiği kelimelerin ardını araması kaçınılmaz.
Nihayetinde kişi karşısındakini kendisi gibi biliyor...
****
Birbirimiz arasında neyse de, halkın önüne çıkan kişilerin ettikleri kelamlarda daha bir dikkatli, daha bir özenli olmalarını bekleriz değil mi?
Halkın hassas olduğu konularda aynı hassasiyetin kendileri tarafından da gösterildiğini bilmek isteriz.
Şehit'e kelle densin istemeyiz mesela. Binlerce şehit verdiğimiz savaşın kaynağı kişiye sayın densin istemeyiz, o savaşın içinde yitip giden canlar için birkaç Mehmet densin istemeyiz, derdini anlatmaya çalışan bir kişiye ananı da al git densin istemeyiz, çocuklarını kızlı-erkekli yaşatan ebeveynlere manidar bir şekilde mezhebin geniş densin istemeyiz , tahammül sınırlarını geçmiş vatandaşların isyanına karşı vatandaşa gavat densin istemeyiz.
Bunun gibi daha pek çok örnek....
Dilin kemiği yok malum da bu aralar biraz fazla ediliyor galiba böyle lâflar.
Tabi burada düşünülmesi gereken, bunlar konuşma esnasında edilen dikkate alınmaması gereken öylesine lâflar mı, yoksa saklanmaya çalışılan gerçek fikirlerin kabına sığamayıp gün yüzüne çıkması mı?
****
Devletin zirvesinde yaşamaktan hoşnut ama hizmet etmek için geldikleri halktan hoşnutsuz kimseler halka neden bu kadar hoyrat davranırlar anlaşılmaz.
Madem ki halktan hiç hoşnut değiller, daha 'istedikleri gibi' bir milletin idarecisi olsalardı keşke.
Yani sessiz, yani vur ensesini al lokmasını, yani herşeye razı, yani tepesindekilere sorgusuz sualsiz tapan, yani ne ağzınızdan çıkanları, ne de icraatınızı sorgulamayan, hâttâ duymayan ve hâtta görmeyen bir halk...
****
Geçenlerde bir yerlerde okudum.
Narsist kişiler kendilerine ayna tutan kişileri hayatlarında istemezlermiş.
Çünkü kendileriyle yüzleşmekten ödleri koparmış. Onların kendi aynaları kendilerine yetermiş.
Ki o muhteşem ayna her zaman en güzel ve en başarılı kişinin kendileri olduğunu söylermiş.
Kral Çıplak diyen kişiler de itinayla susturulunca herşeyin EN BİRİNCİSİ hep kendileri olurmuş.
Kendini beğenmek ve sevmek çok güzeldir de, görüldüğü üzre olayın boyutları narsizme varınca hastalıklı bir hal alıyor.
Sürekli ne kadar mükemmel olduklarının dayatmasında olanların minicik de olsa bir hata yapmaları doğal karşılanmıyor.

Ben'ce; zaman zaman hepimizin ağzının ayarı kaçıyor.
İnsanız, normaldir. Beşer şaşar demiş atalarımız.
Yeter ki arada kuvvetli bir sevgi ve güven bağı olsun.
Her şeyin üstesinden gelinir.
Olmazsa da, işte böyle her şeyin içi dışına çıkartılıp didik didik edilir.
Bu arada da atı alan Üsküdar'ı epey bir geçer...

10 Ağustos 2012 Cuma

Yeter ki içimiz ferah olsun...

Sıcaklardan bunaldıkça "Zihni Sinir Proceler" geçiyor aklımdan bir bir...
Ne klima, ne de pervane  derman olmuyor derdime.
Görünmez bir kapsül içinde yaşasam keşke diyorum. O kapsülün ısısını da kendime göre ayarlasam. Ne terlesem, ne üşüsem. Yanmak isteyince yansam, donmak isteyince donsam.
Herkesin kendine özel böyle bir kapsülü icat edilse çağın icadı olurdu eminim.
Düşünün bir, böyle bir icat gerçekleşse neler olacak neler...
Mesela, sıcak havanın beyinleri sulandırması ve dolayısıyla da beyin sulanmasından mütevelli oluşan saçmalama hadiseleri ortadan kalkacak.
"Klimanın derecesini düşür, yok efendim bana dokunuyor dereceyi yükselt, şu pervaneyi üzerime üfletme, camı açma, kapıyı kapat, yel girdi, sırtım tutuldu, havasızlıktan boğuldum, imdat ölüyorum" sahyalarıyla boğuşmayacağız.
Bronzlaşmak için şezlongunda döne döne yatan birisi ile, aynı güneşin altında midyeydi, simitti, mısırdı satmaya çalışan birisi aynı sıcaklığı hissetmeyecek.
Tarlalarda sıcaktan kavrulmamak için gözlerine kadar sarınarak çalışan kadınlar, sırtlarında yükleri, ayaklarında postalları, üzerlerinde asker kıyafetleriyle talim yapan ya da savaşan askerler sıcaktan eriyip tükenmeyecek...
En önemlisi de yaşadığımız mekanları ısıtmak ya da soğutmak için enerji harcamak zorunda kalmayacağız.
Ki mekanları  serinleten klimaların motorları dünyanın ısısına ısı katıyorlar.
Herkes kendi arzusuna göre kendi sıcaklığını kendisi ayarlayacak.

Bitkilere de lâzım aslında böyle bir kapsül.
Bazı sebzelerin olgunlaşması için kızgın güneş, bazılarının soğuktan donmaması için ılıman bir hava gerekiyor. Her sebzeye henüz daha ekim aşamasında uygun sıcaklık kodlaması yapılsın mesela.
Hayvanları da unutmayalım. Onları da koruma altına alalım.
Kış uykusu vakti gelenler için de bir şeyler düşünmeli.
Ve tabii göç edenler için de...
En iyisi bütün doğa ayrı ayrı kendi kapsülünde yaşasın...
Anlaşılan o ki, bu proje için oldukça kapsamlı bir yazılıma ihtiyaç var...
****
Yazdıklarımı okudum da, sıcaklardan dolayı ben de mi saçmalamaya başladım acaba dedim.
Olmaz değil mi?
Bu proje kulağa hoş gelse de tutmaz değil mi?
Yine de, isteyenin bir yüzü.
N'apalım...
****
Biliyoruz ki aslında  dünyayı çevreleyen böyle bir koruma fanusu var.
Yaratan kainatı yaratırken dünyayı güneşin zararlarından korumak için onu atmosferle koruma altına almış. Dünyamızı sanki kat kat pamuklara sarmış...
Lâkin insanoğlu teknoloji marifetiyle bu koruma kalkanını zayıflata zayıflata iklimlerin de ayarını kaçırmış.
Sanayi devriminin oluşmasıyla tütmeye başlayan fabrika bacaları bir yanda, tekerleğin icadından bugüne hızla gelişen arabalarımızın zehir saçan egsozları bir yanda.
Gün geçtikçe  daha da teknolojikleşen her aletin üretim safhasında harcadığı enerji bir yanda, kullanım esnasında yaydığı ısı bir yanda.
Üstelik üretilen bütün her şey hep biz insanlar için...
Bu nasıl bir zıtlıktır ki yaparken bozmak.
Doldururken boşaltmak.
Üretirken tüketmek...
****
Soğuk günlerin en kıymete değer ikramı sıcak ve kuru, sıcak günlerin ise serin ve nemsiz bir ortam olsa da, bu ortamları sağlamak için yapılan yapay ısıtma ve yapay soğutma çabaları doğal olanların yerini tutamıyor.
Kaloriferli evlerin rahatlığı tartışılmasa da sobanın sıcaklığını yaşatmıyor.
Klimaların verdiği serinlik tatlı tatlı esen bir rüzgârın yerini tutmazken, yanında da bol bol hastalık getiriyor.
Büyük şehirlerin bitişik nizam ve betonarme yapılaşması hem binaların sıcağı soğurmasına ve hem de rüzgârları kesmesine neden oluyor. Bu kızışma sonucunda şehir, havadan daha sıcak hale geliyor.
Akşam serinliğinin çökmesi bina içlerinde yaşayanlar için hiçbir şey ifade etmiyor. Bilakis, gün boyu sıcağı emen beton, emdiği bütün sıcaklığı gece boyunca içeriye aktarıyor.
****
Ya işte,
Kiremitle örtülü çatılarını bir şapka gibi gibi koruduğu evleri ara ki bulasın.
O evlerdeki "taşlık" serinliğini ara ki bulasın.
Evin önündeki ağacın rüzgârla salınıp açık pencerelerden odalara taşıdığı serinliği ara ki bulasın.
Meyve ağaçlarıyla dolu bahçeye kurulan sekide kestirilen öğlen uykularını ara ki bulasın.
****
Mevsim normallerinin üzerinde seyreden hava sıcaklıkları çok şükür ki uzun sürmüyor. Hava durumu sitelerinin serinleten haberleriyle sıcaktan bunalmış gönüllere su serpiliyor.
Meteorolojinin demesine göre haftasonu biraz serinleyecekmişiz.
Bu demektir ki şemsiyelerinizi çantanıza atmadan evden çıkmayınız.
Ve sağanak yağışlara parmakarası terliklerinizle yakalanmayınız...

27 Nisan 2020 günü sosyal medyada Coronavirüse ithafen paylaşılan bu fotoğrafı görünce, dedim tamam, istediğim kısmen de olsa olmuş. :)