31 Ocak 2012 Salı

Ruhumun direnci bedenimi yoruyor

Bugünkü yazımıza bir Temel fıkrasıyla başlayalım.
Temel bir gün bağırsaklarını bozmuş, olduğu yerde kıvrım kıvrım kıvranıyor.
Dursun almış bunu acilen hastaneye götürmüş. Hastanede işler karışmış ve Temel’i -fıkra bu ya- yanlışlıkla psikiyatri servisine yatırmışlar.
Birkaç gün sonra Dursun arkadaşını ziyarete gitmiş.
“Uy Temelum” demiş. “Cırcırın düzeldu mu?”
“Düzelmedu ama” demiş Temel.
“Artık takmeyrum”...
****
Antidepresan kullananların hali de acaba bu fıkradaki gibi midir diye düşünürüm çok zaman...
Psikiyatrik bozuklukları olanların haricindekiler, günlük hayatın ağırlığını taşımaktan yorulup da çareyi antidepresanlarda mı aramaya başlarlar?
Güçlükleri kendi başlarına aşamadıkları zamanlarda güçlüğü aşmak için değil de, o güçlüğü unutmak için mi kullanırlar onca ilacı?
Böylece problemlerini halının altına mı süpürürler?
Bu yola başvurmak da bir çeşit keyif verici madde bağımlılığı değil midir?
Problem her ne ise somut anlamda çözülmediği sürece alttan alta, içten içe insanın beynini kemirmeye devam etmez mi?
Ben'ce; sorun yerli yerinde durduğu sürece ne kadar antidepresan alınırsa alınsın değişen bir şey olmuyor.
Hatta ve hatta görmezden gelinen o sorun zamanında çözülmediğinden mütevellit zaman içinde çok daha büyüyor ve çok daha içinden çıkılmaz bir hal alıyor.
Üstelik beden de buna isyan ediyor.
Ruhen rahat ve umursamaz olunduğu kadar, bedenen gergin ve mutsuz olunuyor.
Kısacası;
İnsanın ruhunun direnci, bedenini yoruyor...
****
Pozitif düşünce üzerine dayalı programlar var şimdilerde, biliyorsunuz.
Aslında bunlar yeni moda gibi görünse de büyüklerimizin eski zamanlarda dedikleri sözlerden pek de farklı değiller.
“İyi düşün iyi olsun” derlerdi mesela.
Pozitif düşünme sanatı sonradan öğrenilebilir mi bilmem ama böyle düşünebilme yetisiyle doğmuş insanlar kendilerinin ne kadar şanslı olduklarının da farkındadırlar eminim.
Gerçi her ne kadar şen şakrak ve pozitif görünseler de onlar da hayatın zorluklarıyla karşılaşıyorlar ve karşılarına çıkan sorunlarla kıyasıya mücadele ediyorlar. Genelde de pozitiflikleriyle sorunların üstesinden çok daha kolay geliyorlar.
Ya da öyle zannediliyorlar...
Belki de kendi içlerinde yaşadıklarını kimselere anlatamadıklarından dolayı içlerinde kopan fırtınaları çok zaman bir Allah bir de kendileri biliyorlar.
Dışarı vuramayıp içlerinde patlayan o fırtınalar sebebiyle de vaktinden önce tükenip gidiyorlar.
“İyiler çabuk gider” derler ya hani, iyi olmak da işte böyle bir maraza bir durum...
"İyi insan" olmayı her şeyi içine atmakla, her şeye boyun bükmekle, her şeye katlanmakla, her yükü taşımakla, hiçbir şekilde şikayet etmemekle, sürekli gülümsemekle, asla yorulmamakla, asla bunalmamakla, asla üzülmemekle eşdeğer tutan bir mantık, bütün bunların yükünü anne rahmine düştüğü andan itibaren durmaksızın çalışan zavallı kalbe yüklüyor.
"Kötü insan" olmamak adına bir gün dahi "of!" demiyor...
Bir gün dahi kendisi için bir şey istemiyor...
Böyle bir iyiliğin 'kime?' iyilik olduğu tartışılır.
İnsan önce kendisine "iyi" olamadıktan sonra kendisini bu kadar hırpalamasının adı kölelikten öteye gitmiyor.
Ve karşısındakiler için de sadık bir köleden farkı kalmıyor.
Bu esaretin girdabında dönüp durmaktan hiçbir zaman kurtulamıyor.
Zaten en ufak bir başkaldırmasında da adı 'asi'ye ve 'kötü'ye çıkıyor...
****
İyilik ve kötülük kavramlarının da güncellenmeye ihtiyacı var aslında.
Kendi özlük haklarına dokundurtmadan ve çevresindekilerinkine de dokunmadan, insan olmanın haklı gereklerini talep ederek, talep ettiklerini de yaşayarak ve yaşatarak, önce saygıyı sonra sevgiyi (sevgisiz bir saygı olabilir ama saygısız bir sevgi düşünülemez) düstur edinerek de iyi insan olunabilir.
Ruhuyla barışık ve dolayısıyla da bedenen güçlü bir kişi çevresindeki herkes için tükenmez bir enerji kaynağıdır.
Bu da bir çeşit geri dönüşüm...
****
Son söz:
Bırakalım artık takmamayı.
Artık takalım ve taktığımız her ne varsa bir an önce ortadan kaldıralım...
Kaldıralım ki aklımız da rahatlasın, kalbimiz de...

30 Ocak 2012 Pazartesi

Elim, yüzüm, gözlerim...

Ahmet Hakan’ın deyişiyle; “Televizyonun önünden geçerken....” pek çok şey gördüm. Göremediğim zamanlarda da pek çok şey duydum.
Zaman zaman da sosyal medyaya göz atarak gelişen olayların yorumlarına şöyle bir göz gezdirdim.
Bütün bunlar hakkındaki düşüncelerim yazıyla sizlere ulaşamasa dahi hepsinin kendi içimde dönüp durmalarına mani olamadım.
Yurt dışında Fransa’daki oylamalar bir yanda, yurt içinde TFF toplantıları bir yanda heyecanla izlenirken, aynı zamanlarda bunlardan daha farklı bir heyecanla izlenen bir yüz nakli ameliyatı gerçekleşti.
Türkiye’de ve Türk doktorlar tarafından gerçekleştirilen bu ilk nakile toplumun gösterdiği alâka insanî yanımızın henüz tamamen yok olmadığının bir göstergesiydi sanki.
Beyin ölümü gerçekleştikten sonra ailesi tarafından organları tıbba bağışlanan o kişinin hücreleri bundan böyle başka başka bedenlerde yaşamaya devam edecek...
Ölenin yakınlarının yaşadığı acı ile dokuları uyuşanların ve yakınlarının yaşadığı sevinç birbirine karışacak...
****
Bir kişinin sağlıklı yaşama şansının bir diğerinin ölümüne bağlı olduğu, adına ‘kader’ denilebilecek bir durum işte bu da. Bir çeşit kesişme...
Kimse kimsenin ölmesini istemese de hepimiz biliyoruz ki ölüm bir gerçek. Doğduğumuz andan itibaren geri sayımın başladığı, son saniyenin nerede sonlanacağının meçhul olduğu bir doğa olayı.
Gerçekleşen ölümün ardından, sağlıklı organlara ihtiyacı olanlara ölenin organlarının verilmesi de yaygınlaşması gereken bir davranış olmalı diye düşünüyorum.
Toprağa karışarak çürüyüp gidecek olan bir bedenin parçalarının ihtiyacı olan kişilerde hayat bulması ölen kişinin ailesi için çok zor olsa da, belki de bir çeşit teselli kaynağı.
Sevdiğinin minicik bir parçasının dahi hâlâ yaşıyor olması bambaşka bir duygu verir insana. Adlandırılamayan, tarifsiz, tuhaf bir duygu...
Aslında sevdiğini toprağa vermek bile zor gelir insana. Toprağa koyup, üzerini örtüp, onu orada öylece bir başına bırakıp, dönüp gelmek...
Ölenin toprağın altında, kefenin içinde çırılçıplak üşüdüğünü düşünür insan. Bir başına kalmaktan korktuğunu düşünür.
Kendisinin hayatta kalışından, acıkmasından, susamasından, gülüp konuşmasından suçluluk duyar.
Oysa ki hayat kimse için durup beklememiştir, beklemeyecektir.
Üstelik bir de sevdiğinin organlarının birer birer sökülüp çıkartılmasını hiç düşünemez. Gönlü elvermez...
Kendi organlarını bağışlamayı aklından geçirince bile şöyle bir ürperir.
Zanneder ki gözleri yuvalarından oyularak çıkartılacak, böbrekleri ya da ciğerleri vücudu paramparça edilerek yerlerinden sökülecek.
Bu işlemlerin kendisine uygulandığını düşündüğü anda vahşi bir acı hisseder.
Ölenin de aynı acıyı yaşayacağını düşünerek yakınının organlarını vermek istemez.
Ölmüş dahi olsa o bedene acı çektirmek istemez. Hırpalansın istemez.
Nafile bir düşüncedir bu aslında.
Beden kapanmıştır, ruh uçmuştur.
Bundan sonraki iş dokular henüz hayattayken bir an önce onları yeni sahiplerine ulaştırmaktadır.
Bunun için de zamana karşı bir yarış başlar. Doku taramasının ardından dokuları uyan hastalar aranarak operasyona hazır hale getirilirler. Nazik bir ameliyat hassasiyetiyle çıkartılan organlar en hızlı bir şekilde nakilin yapılacağı merkezlere ulaştırılırlar.

İşlem genelde başarılıdır ve birkaç insana birden sağlıklı yaşama şansı bahşedilmiştir.
Böbrek nakli gerçekleşene kadar diyaliz makinelerine bağlı yaşamak zorunda olan bir kişi, sağlıklı her insan gibi günlük hayatına devam edebilecektir artık.
Görme yetisini kaybetmiş bir kişi kornea nakli sayesinde gözlerini dünyaya açabilecektir.
Gökyüzünün maviliğini, çimenin yeşilliğini görebilecektir. Renk kelimesi anlam kazanacaktır. Işık kelimesi yerini bulacaktır.
Değişen dünyanın ya da büyüyen evladının neye benzediği hayal olmaktan çıkıp gerçeğe dönüşecektir.
Ya doğuştan ya da bir hastalık sonucu yıpranan ve çürüyen organların yerlerine yenileri nakledildiği zaman, o kişiye yaşama şansından ziyade, kaliteli yaşama şansı verilecektir.
Henüz sağken böbreğinin birini verenler de var. Ölümünün ardından yakınları tarafından sağlam bütün organları bağışlananlar da.

Bunların olmadığı yerlerde ise ne yazık ki organ mafyası var.
Zaman zaman basın yoluyla yasa dışı yollardan sağlanan organların fahiş fiyatlara satıldığını duyarız.
Kişinin rızası dışında gerçekleşen bu sağlıksız operasyonlar sonucunda bir kişinin hayatı sona ererken, diğer bir kişinin hayatı kurtulur.
Parayı bastıran kişi kendi canının yaşaması için bir başka cana kıymaktan zerre kadar suçluluk duymaz.
Ne de olsa önce "can"dır...
Ve esas parayı da bu işe aracı olan kişiler kazanır.
Öyle ki; kendi vicdanlarının sesini susturabilecek kadar büyük paralardır bunlar.
Belki de zaten vicdanları olmadığı için bu işi yapabilmektelerdir. Var olan insanî duyguları da o büyük kazançlara direnemeyip zaman içinde yitip gitmiştir.
Onlar için her insan ‘böl-parçala-sat’ yapılabilecek birer metadan farksız hale gelmiştir.
Sanki kaçırılıp bir tamirhanede paramparça edilerek yok edilen ve her parçası ayrı yerlere dağıtılan arabalar gibi...
Ben'ce;
Artık herkes organ bağışının önemini iyice anlamalı, bu sayede organ nakilleri arka sokakların karanlığında yapılacağına yasalar dahilinde ve gönül rızasıyla yapılmalı, bu sayede de "Organize İşler"e fırsat bırakılmamalı...

20 Ocak 2012 Cuma

Kar herkese aynı mı yağar?

Şu aralarda gündem her ne kadar fazla yoğunsa da bütün muhabbetler gelip hava durumunda düğümleniyor.
Karın bastırmasıyla birlikte tatil edilen okullar, arap saçına dönen trafik, soğuktan donma noktasına gelen insanıyla-hayvanıyla sokakta yaşayan bütün canlılar.
Tabii bu arada kayak sevdalıları için kar kalınlığının artışı en sevindirici haber oluyor.
Karla haşır neşir olduktan sonra kendini sıcak bir yere atabilecek olmanın güvencesi karın eğlencesini sonuna kadar yaşatır insana elbette.
İnsan sıcak evinde rahat koltuğundaysa kar yağışını izlemesi de güzeldir.
Ayağını sıcak tutan potinleri ayağındaysa bembeyaz köpük gibi karlar üzerinde yürümesi de güzeldir.
Ve fakat içi dışı yeterince sıcak değilse, üstelik bir de ısınmanın faturasını ödemekte zorlanıyorsa, bir an önce havaların kendiliğinden ısınmasını bekler durur...
****
Bence bu soğuk havalarda sıcak bir mekânda yaşıyor olabilmek insanlar için de, hayvanlar için de en büyük lüks.
Kış günü gelen misafire edilebilecek en makbul ikram “sıcak” olan her ne varsa o demezler miydi? Öncelikle sıcak bir ortam, sonra da taze demlenmiş sıcak bir bardak çay...
Soba üzerinde hışırtılar çıkartarak kaynayan çaydanlığın sesi hepimizin hafızasında hâlâ daha taptazedir. Sabah kahvaltısında kızarması için sobanın üzerine dizilen ekmeklerin kokuları, akşam yemeğinden sonra yenilen mandalinaların sobanın üzerine bırakılan kabuklarının kokuları ve tabii ki olmazsa olmaz kestaneler...
Son olarak da bu görüntüyü tamamlayan sobanın kenarına kıvrılıp uyuyan evin tembel kedisi.
Her ne kadar artık kaloriferden vazgeçmek mümkün olmasa da sobanın yeri bir başka deriz her zaman. Bunu derken sobalı evlerin meşakkatlerini de şöyle bir hatırlayalım derim...
Sonbaharda evlerin önüne yığılan odunlar, kömürler. Odun kesme makinelerinin kulak tırmalayan sesleri, kesildikten sonra baltayla parçalanan odunların evlerin içine taşınması, düzgün bir şekilde odunluğa dizilmesi. Kömür sobalarının haşmeti, özellikle de kovalı sobaların insanı Kül Kedisin'e döndüren kül boşaltma eziyeti...
Sobadaki ateşin zaman zaman pat pat pat pat sesleriyle canlanması, bazen bacanın çekmemesinden dolayı bir türlü tutuşamaması, için için yanması, bazen de rüzgârın ters esmesinden dolayı bütün dumanın odaya dolması.
Herkesi sobanın olduğu tek odada buluşturan o evlerden herkesin kendi odasında yaşadığı, mutfağa ya da tuvalete koşa koşa gitmenin ne demek olduğunun hiç bilinmediği kaloriferli evlere gelineli çok zaman oldu.
Soba nedir bilmeyen sıcak delisi kediler de kalorifer üstlerine tünedi.
****
Sıcak evlerde yaşayan evcil hayvanlar sokaklarda yaşayan hemcinsleri gibi soğuktan donmama ve açlıktan ölmeme derdinde değiller. Her ne kadar onlar kadar özgür değilseler ve sosyal hayatları da sokaktakiler kadar hareketli değilse de, en azından karınları tok ve üşümüyorlar.
Şehrin sokaklarında yaşayan sahipsiz hayvanlar bu soğuklarda ne yapıyorlar, nerelerde besleniyorlar diye düşünüyoruz hepimiz. Belki pek çoğu soğuktan ya da açlık ve susuzluktan telef olup gidiyorlar.
Barınaklara alınanların hali ise dışarıda yaşayanlardan çok daha beter. Buz gibi betonlar üzerinde ve üstelik zincirlenmiş halde bekletiliyorlar. Belki pek çoğu da oralarda ölüp gidiyor.
Bireysel olarak bir şeyler yapsak ve en azından evlerimizdeki yemek artıklarını çöpe atmasak da sokağımızda yaşayan hayvanlara versek diyorum. Böylece hem çöpümüzün daha az çıkmasını sağlarız hem de bir çok canın açlıktan ölmemesini.
Bir ekmek kırıntısının dahi çöpe gitmesine izin vermesek mesela. Ekmeği keserken dökülen o kırıntıları cam kenarlarına koysak. Buna alışan kuşlar dört gözle bekleyeceklerdir o kırıntıları.
Yaz sıcağında yaptığımız gibi belli yerlere su dolu kaplar koymayı da ihmal etmemeli tabii ki.
****
Çadırda yaşayan depremzedesiyle, şantiyelerdeki barakalarda yaşayan işçileriyle, evinde ya da sokakta yaşayan bütün insanlarıyla, bütün hayvanlarıyla kış mevsiminin tam ortasındayız.

Bu yazımda;
Yakınlarımızda bir yerlerde üşümekten uykuya dalamayan insanların da olduğunu hatırlayalım istedim.
Bir lokma ekmek için bekleşen kedileri, köpekleri, kuşları unutmayalım istedim.
Onlar için yapılabilecek -minik de olsa- bir şeylerimizin olduğunu anlatayım istedim.
Kışın tam ortasındayız ama şunun şurasında şubata ne kaldı. Şubat zaten kısa, ondan sonrası mart. Martı da "kazma-kürek" yakmadan
 atlattık mı hayırlısıyla bahardayız.
Bahara Allah kerim...
Hadi biraz daha gayret...


Soğuk havayı soğuklardan gelen bir fıkra ile ısıtalım:


KUTUP AYISININ OĞLU!!
Yavru kutup ayısı babasının yanına gelip sormuş:
"Baba, ben gerçekten kutup ayısı mıyım?"
"Elbette yavrum, nereden çıkardın bunu?"
Yavru ayı bu sefer annesinin yanına gitmiş ve sormuş:
"Anne ben gerçekten kutup ayısı mıyım?"
"Tabii evladım kutup ayısısın." "Allah Allah!!" deyip yeniden babasının yanına gitmiş yavru ayı ve bir daha sormuş babasına:
"Baba Allah aşkına doğru söyle, beni evlatlık falan almadınız değil mi? Yani ben sizin öz oğlunuzum."
"Oğlum, sen manyak mısın, dedim ya sana bizim oğlumuzsun diye!!"
Bunun üzerine yavru ayı feryadı basmış:
"Donuyorum ya donuyorum!!!"

15 Ocak 2012 Pazar

Adalılar’a veda, Adalılar’a vefa..

Sonsuza kadar yaşamak mümkün olsaydı eğer üreme gibi bir derdimiz de olmayacaktı muhakkak.
Üreme derdinin olmadığı bir hayatta da ne bebeklik, ne çocukluk, ne gençlik ne de yaşlılık gibi mefhumlar da olmayacaktı.
Herkesin aynı yaşta sabit kaldığı, herkesin sağlıklı ve herkesin iyi olduğu, kötünün ve kötülük kavramının olmadığı, her insanın her zaman aynı işi yaptığı, hiç kimsenin fazla üzülmediği ya da hiç kimsenin fazla sevinmediği bir hayat...
Ve tekdüze insanlarla yaşanan tekdüze bir hayatın tekdüzeliğinin dahi farkında olmayan tekdüze bir topluluk...
Ya bizim hayatımız? Bizim hayatımız öyle mi ya...
Öncelikle doğum var.
Ve her şeyin sonunda ölüm var...
Doğum ile ölüm arasında da; çok zaman acısı biraz fazla, nadiren coşku dolu, genellikle de sıradan günlerle yaşanan bir ömür var.
****
Yaşanan bu ömür içerisinde her birey her ne kadar kendisi ve yakınları için kıymetliyse de, bazı insanların varlığı pek çok kişi için ziyadesiyle kıymetli oluyor.
Onların varlığı dünyanın ve insanlığın kader çizgisi üzerinde belirleyici rol oynuyor.
Kendilerine bahşedilen ömür içerisinde tekdüzeliği delen, sınırları zorlayan, tarih yazıp tarihe mal olan, bütün kavramların üzerine çıkan, sıra dışı ve seçilmiş insanlar olarak yaşıyorlar.
13 Ocak’ta işte bu seçilmiş insanlardan ikisini art arda kaybettik.

Onlardan birisi bugün Büyükada’da defnedilecek olan, Türk bir anne ile Rum bir babanın oğlu, ömrünü Türkiye’de Türklerle geçirmiş, dört yıllık askerliğinden evlenmesine ve üç çocuğunun doğumuna kadar acı-tatlı her anını Türklerin arasında yaşamış, Küçükandonyadis soyadını gururla taşımış, Fenerbahçe’nin efsane futbolcusu, nam-ı diğer ‘ordinaryüs’ü, Lefter...
Göreceksiniz; tuttuğu takımın rengi ne olursa olsun, dini-dili-kanı ne olursa olsun, herkesin can-ı gönülden sevip saydığı bu adamın cenazesi nasıl bir ömür yaşadığının da bir göstergesi olacak.
İnsanlar O'na olan sevgilerini ve vefalarını Onu son yolculuğuna uğurlarken bir kez daha gösterecekler...
Kaybettiğimiz bir diğer seçilmiş kişi de Salı günü defnedilecek olan Kıbrıs aşığı ve Kıbrıslılar’a Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ni armağan eden Rauf Denktaş.
Rum asıllı Lefter'in ömrü nasıl Türklerle bir arada geçtiyse, Türk asıllı Denktaş'ın ömrü de Rumlarla geçti.
Birbuçuk yaşındayken annesini kaybeden, anneanne ve babaannesi tarafından büyütülen Denktaş, 50’li yıllarda Enosis ve EOKA’nın Kıbrıs Türkleri’ne uyguladığı tedhişler karşısında direnişlere yön vererek uzun mücadeleler sonunda Kuzey Kıbrıs’ı Rumlar’dan arındırdı.
Hastalığının son evrelerinde sürekli Rumca konuşan bu adam yıllarca Rumlarla içiçe yaşamıştı. Çocukluğunu ve gençliğini birlikte geçirdiği Rum arkadaşları, Rum komşuları vardı.
Eğer ki Kıbrıs’ta o terörizm ve o katliamlar yaşanmamış olsaydı böyle bir mücadeleye ve böyle bir ayrışmaya gerek kalmayacaktı.
Rum-Türk demeden herkes Kıbrıslı olarak yaşayacaktı.
Denktaş da kendi mesleğinden arta kalan zamanlarda elinde fotoğraf makinesiyle dünyayı fotoğraflayacak, belki de dünya Onu fotoğraf sanatçılığıyla tanıyacaktı...
Denktaş birlik ve beraberlik görevini salı günü yapılacak cenaze töreninde bir kez daha yerine getirecek ve Türküyle Rumuyla herkesi bir araya toplayacak.
İnsanlar O'na olan sevgilerini ve vefalarını O'nu son yolculuğuna uğurlarken bir kez daha gösterecekler...
****
Lefter Küçükandonyadis ve Rauf Denktaş.
İki ‘Adalı’, iki ‘Rum’, iki ‘Türk’, iki ‘Seçilmiş Adam’....
Dünyaya misafir oldukları süre içinde insan gibi insan olmanın örneği olan bu iki adam, kolkola girerek aynı gecede terk-i alem ettiler.
Kim bilir, belki de gittikleri alemde kâh Rumca, kâh Türkçe şarkılar söyleyerek dünya barışına kadeh kaldırıyorlardır.
Bizden de size;
"Şerefe Adalılar, şerefe...."

11 Ocak 2012 Çarşamba

Ulaşamadığın ciğere mundar deme!

Okullar henüz daha kapanmamış, tatilde gidilen köylere henüz daha gidilmemiş, zeytinliklere, bağlara bahçelere henüz daha yayılmamışken, manav tezgâhlarında sergilenmeye başlayan yeşil can erikleri nasıl da ağzımızı sulandırırdı.
O mevsimde manavda fahiş fiyatla satılan erikleri bahçeli evlerin bahçe duvarlarından taşan dallarından yemek her zaman çok ama çok daha ‘ekonomik idi.
Lâkin bahçeleri çevreleyen duvarlar ne kadar da yüksekti!!
Duvarlardan taşan erik dolu dallarıyla bize özencik yapan ağaçların eriklerine ulaşmanın tek yolu yerden topladığımız taşları eriğin sapına isabet ettirebilmek ve kopan erikleri bahçeye değil de sokağa düşürebilmekteydi.
Ev sahibine yakalanmadan yapılan bu operasyonlarda isabet kaydetme oranı operasyon yapma sıklığıyla artıyordu.
Okulda öğrendiğimiz "Meyve Veren Ağaç Taşlanır" deyimi hakikaten ne kadar da doğruydu. Ağaç meyve vermişti ve işte biz de taşlıyorduk..
Meyvesiz ağaçta ne işimiz vardı...
****
Büyüdükçe öğrendim ki meğer bu deyim hayatın kendisiyle ne kadar da örtüşüyormuş. Bütün atasözleri ve deyimler gibi o da zamanın imbiklerinde damıtılıp ortaya çıkanlardanmış.
****
Meyve veren ağaçları taşlayan çocuklar gibi kendilerinden üstün gördükleri insanları taşlayan insanlar da var ne yazık ki...
İnsanın içindeki haset etme ve kıskanma duygusu çığrından çıkmaya başladığı zamanlarda kendisine ya da karşısındakine zarar vermekten zerre kadar imtina etmez hale gelebiliyor.
Gözü kararıyor, içindeki hırsı dizginleyemiyor.
Haset eden insan hayatı bir savaş gibi gördüğünden olsa gerek, bu savaşta yenilebileceğini ve bu savaşı kaybedebileceğini varsayıyor.
Yenilmemek adına da elindeki bütün silahları kullanıyor.
Hileler, şikeler, dopingler, yağcılıklar, yalakalıklar, bildiği her ne kadar desise varsa hepsini kuşanıp savaş meydanına çıkıyor..
Bütün bu silahlarına rağmen, düşmanıyla baş edemediği zamanlarda da düşman gördüğüne çelme takmaya, bel altından vurmaya, çamur sıvamaya, taş atmaya başlıyor...
Kendisini birisinin ya da bir olayın karşısında güçsüz hissettiği durumlarda yapıyor bunu aslında. Kendisi farkında olmasa da, bütün bu hileler ve bütün bu taş koymalar sadece onun kendi güçsüzlüğünü gösteriyor.
Ağacın bütün doğallığıyla meyvesini vermesi ne kadar normalse, yüksek duvarlar karşısında meyveye ulaşmaya çalışan çocuğun taşa sarılması da o kadar normaldir.
Çünkü çocuk küçüktür, duvarlar ve dallar ise yüksek. O yüksek duvarlar ve yüksek dallar karşısındaki çocuk da aciz...
Boyunun uzaması ve yaşının büyümesiyle birlikte çocuk artık meyve taşlamayı bırakır. Uzanabildiği ve ulaşabildiği yerler gittikçe çoğalmıştır nasılsa. Artık taş atmasına hacet yoktur.
İnsanları taşlayan insanlar da bütün bunlara harcayacakları enerjiyi kendi iç dünyalarını geliştirmeye harcamış olsalar, her zaman iyinin de iyisi olabileceğini, bükülemeyen bir bileğin öpülmesi gerektiğini ve takdir edebilmenin de bir erdem olduğunu anlarlardı.

Görüyorum da; kendilerine güveni olmayan insanlar genellikle diğerlerinden daha yukarıda olabilmek adına kendilerinden yukarıda olanların eteklerinden tutup onları aşağıya çekeliyorlar. Aşağıya çektiklerinin üzerine basarak ulaştıkları mertebeyi de hak bayram sanıyorlar.
****
Ben'ce; bütün öğrencilerin zayıf olduğu bir sınıfta birinci olmak nasıl büyük bir başarı değilse, bütün öğrencilerin güçlü olduğu bir sınıfta sonlarda olmak da büyük bir başarısızlık değildir...
Bir elimizdeki beş parmağımız bile nasıl aynı seviyede yaratılmamışsa ve hepsinin nasıl farklı bir işlevi varsa, insanlar da bu farklılıklarıyla birbirlerini tamamlayarak toplumu oluşturuyorlar.
Herkes elini taşın altına sokar, birbirine haset edeceğine birbirine emek verirse, verdiği her emek de, ettiği her haset de kendisine kat be kat dönecek; eden ettiğini bulacak, giden gittiğiyle kalacaktır...

10 Ocak 2012 Salı

’Yudum yudum’ sevdalar

İyi günde, kötü günde, ölüm sizi ayırıncaya kadar...
Evet, Evet, Evet, Evet..!
Ben de sizi şahitler huzurunda...
****
Hımm, “Ölüm sizi ayırıncaya kadar” demek....
Hey sen! 
Sen hayat hakkında ne biliyorsun ki bu kadar uzun zamanlar için bu kadar büyük sözler verebiliyorsun?
Gözünü açtığından beri sana gözü gibi bakan insanların arasından ayrılıp, gün gelip senin gözünü çıkartabilecek bir insanın yanına koşa koşa gidebiliyorsun.
Ve fakat; iyi ki de bilmiyorsun... 
Bilsen ki; o insan senin hem en yakının, hem en uzağın olacak.
Bilsen ki; hem geçmişini teslim edip, hem geleceğini bağladığın, hem umutların, hem hayal kırıklıkların, hem sahibin, hem de sahipsizliğin olacak.
O zaman bu kararı hiçbir zaman veremezdin belki de...
****
Her şey ilk günlerdeki gibi olmuyor elbette.
Doğanın kanunu bu. 
Yeni taşındığın ev, yeni aldığın ayakkabı, yeni edindiğin her ne varsa hepsi senin olduğu andan itibaren yeniliğinin verdiği heyecanı yitirmeye başlıyor.
Tabi eğer sen sahip olduklarına değer vererek özen gösterirsen seninle olan yolculukları uzun sürüyor.
Yok, hoyrat davranıp savurganlık edersen, bir zaman sonra sen onu çöpe atmadan o kendi yerinde yeller estiriyor... 
İsmi olsa da cismi olmuyor. 
Cismi olsa da senin işine yaramıyor. 
Yani kısacası YOK oluyor...
Kim bilir, belki de sahip olurken yaşanan zorluklardır sahip olunanı daha kıymetli kılan. 
Tabii çocukluğundan beri her istediği oyuncağı yerlerde tepine tepine ağlayarak aldırıp, 1 saat sonra da fırlatıp atanlardan değilsen... 
İşte insan ilişkileri de aynen böyle.
Başlarken birbirinden hoşlanması, derin sevgisi ve büyük aşkıyla çıkıyor herkes yola. 
Bazısı kaşını gözünü seviyor karşısındakinin, bazısı huyunu suyunu, bazısı da kendi hayallerinde yarattığı o mükemmel aşığı...
İlgi duyduğu kişinin hakikatlerini göremeyenler içinse gerçeklerle yüzleşmek pek de uzun sürmüyor. 
Bir türlü tarif edilemeyen aşkın apar topar bitmesi de bu gerçeklerle yüzleşmek olsa gerek...
Tarla Kuşuydu Juliet oyununu hatırlarsınız belki. Bu oyunda Shakespeare'in yüzyıllardır insanları gözyaşına boğan karakterleri Romeo ve Juliet, farklı bir kurgulamayla günlük yaşantı ve çığrından çıkmış bir evlilik içinde ele alınıyor. İntiharın eşiğinden döndükten sonra evlenip bir de çocuk sahibi olan "kıdemli aşıklar" kimsenin öngöremediği bir hayatı sürdürüyorlar. 
Bu yaşananlar sayesinde Rome ve Juliet'in gerçek yaratıcısı Shakespeare bile mezarında ters dönüyor ve olaylara müdahale etmek üzere eve geliyor.
Yani kısacası hayatın gerçekleri Romeo'yu da Juliet'i de dümdüz edip geçiyor...
Bu kötü örneği gözardı edersek; kendi gerçeklerini saklamayan, karşısındakiyle ilgili boş hayallere kapılmayan, hem ruhsal hem de tensel anlaşabilen aşıkların aşklarını an be an çoğaltmaları işten bile değil...
****
Matematik dersinde pek çok kişinin başına dert olan havuz problemlerini bilirsiniz.
Ben'ce; problemlerdeki havuz gibi sevgi havuzuna akıttıkları suyun miktarıyla boşalan suyun miktarını dengeleyebilen insanlar, hayat içindeki günlük tasalardan, sıkıntılardan ve eskimişliklerden de pek etkilenmiyorlar.
Akan su boşalandan fazlaysa taşkınlığa ve bıkkınlığa, boşalan su akandan fazlaysa da soğukluğa ve kuraklığa sebep olabiliyor.
Böylece havuzdaki bu aşk zaman içinde 'yudum yudum' çoğalabiliyor da, 'yudum yudum' azalabiliyor da. 
Yudum yudum çoğalan, ilmek ilmek dokunan birliktelikler de ha deyince yıkılmıyor...
Herkes farkında mı bilmem ama havuzdaki suyu hızlı boşaltmanın en kestirme yolu yapılan saygısızlıklardan geçiyor.
İçinde saygı barındırmayan bir sevginin inandırıcılığını sorgulamaya başlayan insan, kendisine yapılan her saygısız davranışla bir mum gibi erimeye başlıyor.
Bir şıp, bir şıp daha, bir şıp daha.
Ve sonra şıpır şıpır derken bir bakmışsınız içinizdeki aşkınız da, sevginiz de her şeyiniz eriyip bitmiş....
Ondan sonrası da; ya aynı çatı altında birisi diğerinin yolunda, ya aynı çatı altında herkes kendi yolunda ya da ayrı çatılar altında bambaşka yollarda...