Bugünkü yazımıza bir Temel fıkrasıyla başlayalım.
Temel bir gün bağırsaklarını bozmuş, olduğu yerde kıvrım kıvrım kıvranıyor.
Dursun almış bunu acilen hastaneye götürmüş. Hastanede işler karışmış ve Temel’i -fıkra bu ya- yanlışlıkla psikiyatri servisine yatırmışlar.
Birkaç gün sonra Dursun arkadaşını ziyarete gitmiş.
“Uy Temelum” demiş. “Cırcırın düzeldu mu?”
“Düzelmedu ama” demiş Temel.
“Artık takmeyrum”...
****
Antidepresan kullananların hali de acaba bu fıkradaki gibi midir diye düşünürüm çok zaman...
Psikiyatrik bozuklukları olanların haricindekiler, günlük hayatın ağırlığını taşımaktan yorulup da çareyi antidepresanlarda mı aramaya başlarlar?
Güçlükleri kendi başlarına aşamadıkları zamanlarda güçlüğü aşmak için değil de, o güçlüğü unutmak için mi kullanırlar onca ilacı?
Böylece problemlerini halının altına mı süpürürler?
Bu yola başvurmak da bir çeşit keyif verici madde bağımlılığı değil midir?
Problem her ne ise somut anlamda çözülmediği sürece alttan alta, içten içe insanın beynini kemirmeye devam etmez mi?
Ben'ce; sorun yerli yerinde durduğu sürece ne kadar antidepresan alınırsa alınsın değişen bir şey olmuyor.
Hatta ve hatta görmezden gelinen o sorun zamanında çözülmediğinden mütevellit zaman içinde çok daha büyüyor ve çok daha içinden çıkılmaz bir hal alıyor.
Üstelik beden de buna isyan ediyor.
Ruhen rahat ve umursamaz olunduğu kadar, bedenen gergin ve mutsuz olunuyor.
Kısacası;
İnsanın ruhunun direnci, bedenini yoruyor...
****
Pozitif düşünce üzerine dayalı programlar var şimdilerde, biliyorsunuz.
Aslında bunlar yeni moda gibi görünse de büyüklerimizin eski zamanlarda dedikleri sözlerden pek de farklı değiller.
“İyi düşün iyi olsun” derlerdi mesela.
Pozitif düşünme sanatı sonradan öğrenilebilir mi bilmem ama böyle düşünebilme yetisiyle doğmuş insanlar kendilerinin ne kadar şanslı olduklarının da farkındadırlar eminim.
Gerçi her ne kadar şen şakrak ve pozitif görünseler de onlar da hayatın zorluklarıyla karşılaşıyorlar ve karşılarına çıkan sorunlarla kıyasıya mücadele ediyorlar. Genelde de pozitiflikleriyle sorunların üstesinden çok daha kolay geliyorlar.
Ya da öyle zannediliyorlar...
Belki de kendi içlerinde yaşadıklarını kimselere anlatamadıklarından dolayı içlerinde kopan fırtınaları çok zaman bir Allah bir de kendileri biliyorlar.
Dışarı vuramayıp içlerinde patlayan o fırtınalar sebebiyle de vaktinden önce tükenip gidiyorlar.
“İyiler çabuk gider” derler ya hani, iyi olmak da işte böyle bir maraza bir durum...
"İyi insan" olmayı her şeyi içine atmakla, her şeye boyun bükmekle, her şeye katlanmakla, her yükü taşımakla, hiçbir şekilde şikayet etmemekle, sürekli gülümsemekle, asla yorulmamakla, asla bunalmamakla, asla üzülmemekle eşdeğer tutan bir mantık, bütün bunların yükünü anne rahmine düştüğü andan itibaren durmaksızın çalışan zavallı kalbe yüklüyor.
"Kötü insan" olmamak adına bir gün dahi "of!" demiyor...
Bir gün dahi kendisi için bir şey istemiyor...
Böyle bir iyiliğin 'kime?' iyilik olduğu tartışılır.
İnsan önce kendisine "iyi" olamadıktan sonra kendisini bu kadar hırpalamasının adı kölelikten öteye gitmiyor.
Ve karşısındakiler için de sadık bir köleden farkı kalmıyor.
Bu esaretin girdabında dönüp durmaktan hiçbir zaman kurtulamıyor.
Zaten en ufak bir başkaldırmasında da adı 'asi'ye ve 'kötü'ye çıkıyor...
****
İyilik ve kötülük kavramlarının da güncellenmeye ihtiyacı var aslında.
Kendi özlük haklarına dokundurtmadan ve çevresindekilerinkine de dokunmadan, insan olmanın haklı gereklerini talep ederek, talep ettiklerini de yaşayarak ve yaşatarak, önce saygıyı sonra sevgiyi (sevgisiz bir saygı olabilir ama saygısız bir sevgi düşünülemez) düstur edinerek de iyi insan olunabilir.
Ruhuyla barışık ve dolayısıyla da bedenen güçlü bir kişi çevresindeki herkes için tükenmez bir enerji kaynağıdır.
Bu da bir çeşit geri dönüşüm...
****
Son söz:
Bırakalım artık takmamayı.
Artık takalım ve taktığımız her ne varsa bir an önce ortadan kaldıralım...
Kaldıralım ki aklımız da rahatlasın, kalbimiz de...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder