30 Ağustos 2017 Çarşamba

Bırakın da tarih sizi yazsın

Turgut Özakman'ın "Korkma İnsancık Korkma" kitabını okuyorum bu aralar.
Cumhuriyet’in ilan edilmesinden önceki ve sonraki dönemde geçiyor kitap. 
Henüz daha doğmadan babası savaşta şehit düşmüş, annesi ise o daha bebekken hastalanıp ölmüş bir çocuğun dilinden anlatılıyor kitap. 
Zamanında Ege'deki Rum baskısından Edremit'teki zeytinliklerini bırakıp İstanbul'un Bakırköyüne göçen dedesi ve babaannesinin evinde büyüyen çocuğun, okul çağına geldiğinde anne tarafına da gitmeye başlaması, çocuğun iki farklı kültürdeki iki ayrı evi yaşayışı, bir yandan da anneannesinin evinde babası gibi şehit olmuş dayısının yirmi iki yaşındaki dul eşi tiya Eleni ile tutkulu aşkı, içindeki ilk kıpırtılar, ilk uyanışlar...
Roman bir yandan küçük çocuk ve Eleni arasında yaşanan tutkulu aşkın etrafında dönerken, bir yandan da Cumhuriyet öncesi dönem akıyor arkada.
Bizim tarih kitaplarında okumadığımız dönemin 'sosyal hayat yüzü', tüm detaylarıyla, kanlı canlı ve an be an kitabın sayfalarında yaşanıyor. Yıkılış öncesi ülkenin içinde bulunduğu vahim durum ve diriliş öncesi verilen insan üstü mücadeleler bireyler üzerinden ta derinlere dokunarak aktarılıyor. 
Dönem içinde adeta bir zaman yolculuğuna çıkıyorum kitabı okurken. 
Kitapta anlatılanların benzerlerini duyarak büyüdüğümden olsa gerek, kitabın sayfalarında hafızamın derinliklerinde, hücrelerimde, iliklerimde, daha doğrusu mitokondirlerimde barınan acılar körükleniyor.
Halkın Mustafa Kemal Paşa'ya duyduğu tedirginlik ve güvensizlik, Ankara'dan yapılan açıklamalarla halkın bir anda ümide, yayılan yalan haberler ile de bir anda ümitsizliğe kapılması, sürüp giden hayat gailesi, gittikçe sıkışan ekonomi, sarayın basiretsizliği, Türkler üzerinde yabancıların sokağa kadar inen hayasız baskısı ve dahası...
332 sayfalık kitabın 132. sayfasındayım henüz ve kitap bittiğinde şimdi 6-7 yaşlarında olan küçük çocuk on altı yaşında genç bir delikanlı; Türkiye Cumhuriyeti de her savaştan alnının akıyla çıkmış on yaşında genç bir devlet olacak...
****
2000'lilere uzak belki ama 1919'lar, 1923'ler 1950'lilere, 60'lılara, 70'lilere çok uzak değil. 
30 Ağustos 1922'den 30 Ağustos 2017'ye yüz yıl bile geçmedi henüz. Hepi topu beş nesil.
Beş nesil sonra geldiğimiz noktada; Cumhuriyet'in bacaklarına indirilen darbeler ile Atatürk Türkiyesine diz çöktürülmeye çalışıldığı günlerdeyiz.
Bizler, bu cânım ülkeyi işgalden kurtaranların kurduğu ülkede doğup büyümüş ve vatan olarak burayı bilmiştik. Kuranların emanet ettiği devleti yükseltecek ve devam ettirecek olan yükselen yeni nesil bizlerdik. Ancak yaşadığımız şu günlere bakarsak, demek ki o sözlerin anlamını yeterince idrak edememişiz, edenlere de itibar etmemişiz.
Demek ki insan hiçbir şeyi yaşamadan anlamıyor. Ne kadar okusa da, ne kadar bilse de, ne kadar dinlese de, tecrübe etmedikçe "bana olmaz" zannediyor.
Lakin, su uyuyor ama düşman uyumuyor...
****
Osmanlı döneminde de, Türkiye Cumhuriyeti döneminde bu topraklar üzerinde farklı insanlar yaşıyormuş gibi bir algı yaratılıyor şimdilerde..
Sanki 1919'a kadar olan dönemin her anı âlâ, 1919'dan sonrası ise; kötü bile değil, YOK!
Resmi törenlerde bile sadece Çanakkale şehitleri ile 15 Temmuz şehitleri anılıyor artık.
Kurtuluş Savaşı yok, Kıbrıs yok, Kore yok, Güneydoğu yok, kimse yok...
Bu milletin evlatları devletinin gönderdiği savaşlarda şehit olup yitip gitmişken ya da gazi olup her anlamda paramparça yaşamaya çalışırken ve yıllardır memlekette neredeyse her haneye ateş düşmüşken, şehitleri yok saymak demek bir milleti yok saymak demek değil de ne?
Boş küme misali "{     }" koskocaman bir boşluk...

Öyle değil efendiler öyle değil.
Yeni yeni icatlar çıkartmayın başımıza, olmayan olmayan tarihler yazmaya kalkmayın. 
Üç günlük ömrünüz var şurada.
Öyle olun ki; 
Alparslan'ı yazdığı gibi, Atatürk'ü yazdığı gibi sizi de tarih yazsın...

Kapak fotoğrafındaki "Alparslan" portresi Alper Faruk Seven'e aittir...

25 Ağustos 2017 Cuma

İnternetime dokunanı buldum!

İnternet, özellikle de sosyal medya kullanımı yaygınlaşmaya başladıktan sonra daha önce hukuk sayfalarında karşılığı olmayan suçlar da oluşmaya başladı. Suç oluştukça da karşılığında yasalar oluşturulmaya başlandı.
Malum; ülke olarak sosyal medya kullanımında dünyada üst sıralardayız. Bu demektir ki aslında ülke olarak büyük bir sosyal patlama yaşıyoruz. Tamamıyla 'görmemişin sosyal medyası olmuş' durumundayız. Toplumdaki bozulma sokakta, mahallede, evde, işte, trafikte, kısacası hayatın her alanında kendini gösterdiği gibi, hayatın aynası olan sosyal medyada da gösteriyor kendisini. 
"Göründüğü gibi olmak" ile "Olduğu gibi görünmek" arasında gidip geliyor sarkaç. Doğal olacağım diye kendini dağıtanlar kadar, olmadığı bir karakteri yaşatanlarla dolu sosyal medya. Pek çok kişi kendi illüzyonunu yaratmış ve o görüntüye inanmış bir halde yaşayıp gidiyor sosyal mecralarda.
Herhangi bir haberin altındaki yorumlar deseniz, onlar ayrı bir felaket. Nasıl oluyorsa oluyor en fazla üçüncü yorumdan sonra kavga başlıyor. Çoğunlukla da altına yorum yazılan haber ile yapılan yorumların bir alakası bulunmuyor. Yorumları okudukça insan gölgesinden korkar hale geliyor. Eğer ki bu yorumları yazan kişiler birbirleriyle sokakta karşılaşsalar, eyvah ki ne eyvah!
Yalan haberler, iftiralar, hakaretler derken dananın kuyruğu bir yerde kopuyor, Bilgi Teknolojileri ve İletişim Kurumu'na ihbarlar yağıyor ve BTK tarafından yasaklamalar başlıyor. 
Millet olarak düsturumuzda "Yasaklara uymak yasaktır" gibi bir veciz söz olduğu için internete arka kapılardan dalınıp kavgaya devam ediliyor.

İnternette sadece kavga ve geyik yok ki, iş de var. Yasaklar başlayınca kurunun yanında yaş da yanıyor ve pek çok kişi nahak yere mağdur oluyor.
İşte o zaman da "İnternetime Dokunma!" sayhalarıyla isyanlar başlıyor.

İnternetimize kim dokunuyor?

Bilgi Teknolojileri ve İletişim Kurumu BTK tabii ki.
Neden dokunuyor? Kontrol altına alamayınca en kestirme yol olarak yasaklamaya gidiyor.
Şu anda Türkiye'nin yasakçısı olarak BTK görülüyor...

BTK bu yasakçı görüntüsünden rahatsız olmuş olmalı ki kendisini anlatmak, şikâyetleri dinlemek ve fikir alış verişinde bulunmak için bir toplantı düzenledi.

Bu buluşmaların devamının geleceğini söyleyen yetkililer, ilk toplantıyı "İçerik Sağlayıcılar Bilgilendirme Toplantısı" olarak gerçekleştirmeyi düşünmüşler.
Bilgi Teknolojileri ve İletişim Kurumu'nun Ankara'daki Genel Merkezi'nde düzenlenen toplantıda Hakkâri, Aydın, İstanbul, Malatya, Bursa (Bursa İnternet Gazetecileri Derneği BUİGDER'i temsilen ben ve Serkan Beyoğlu) ve yurdun pek çok yerinden (çoğu gazeteci olan) katılımcı yer aldı.


Toplantı BTK Başkanı Dr. Ömer Fatih Sayan'ın açılış konuşması ile başladı.
"Görmedim, bilmiyorum, duymadım" yerine "İnternette yaşanan riskleri ve kötülükleri gördüm, biliyorum ve bütün bunların farkındayım" diyerek iletişim kanallarımızı birbirimize açmamız gerektiğini söyleyen Sayan, özgürlükler çerçevesinde bir internet güvenliği olması gerekliliğinden söz etti. (Konuşmanın tam metni için tıklayınız:)

Sayan'ın ardından BTK Başkan Yardımcısı Dr. Ahmet Kılıç kolaylaştırıcılığında başlayan panelde, İnternet Dairesi Hukuki Değişim Koordinatörü Avukat Bahadır Aziz Sakin, Erişim Sağlayıcılar Birliği ESB Genel Sekreter Yardımcısı Avukat Seda Uysal, Turkuvaz Medya Grubu'ndan Avukat Özge Işık ve içerik sağlayıcılardan Mynet Haber Müdürü Satı Kaya konuşmacı olarak sunumlarını yaptılar.
Sunumlarda konuşulan konular 23 Mart 2016 tarihinde yazmış olduğum "Bilişim kaçıyor, hukuk kovalıyor" başlıklı yazı ile bire bir örtüştüğü için konuşulanları bir kez daha anlatmayacağım. (Başlığa tıklarsanız yazıya ulaşabilirsiniz)

Sunumların ardından soru-cevap kısmına geçilince, ki gerçek iletişim orada başladı, bu ilk buluşmadaki (eksikleriyle de olsa) maksat hasıl oldu.

Yasaklayanlar ile yasaklananlar kendilerini kendi taraflarından anlattılar. 
'Anadolu Ajansı'nın geçtiği bir haberi yayınladım diye bana niçin ceza geliyor?' dedi biri, bir diğeri 'Bizim sitemizden kaldırttığınız bir haber büyük gazetelerde şakır şakır yayınlanıyor, onlara niçin yaptırım uygulamıyorsunuz?' dedi. 
Mynet Haber Müdürü Satı Kaya'nın sunumunda anlattığı gibi, haberci haber verme refleksi ile haberi ilk veren olmaya çalışıyordu, haberciliğin önü yasaklarla kesilemezdi. Ancak habercinin öz denetiminin olması da gerekliydi.

Yasaklamalar karşılıklı olarak en büyük sıkıntı olduğuna göre o zaman öncelikle bir "İnternet Gazeteciliği Yasası"na ihtiyaç vardı. Böyle bir yasa ile bir çerçeve oluşturulmuş olsa her iki tarafın işi de bir TIK daha kolaylaşacaktı.
Yine Satı Kaya'dan bir örnek vereyim: Mynet.com ile internet gazeteciliğine başlayınca 15 yıllık sarı basın kartını iade etmek zorunda kaldığını, internet gazeteciliğinin gazetecilik sayılmadığını söyledi Kaya. Bu sebeple de internet gazetecileri hiçbir haktan yararlanamıyorlardı. (Satı Kaya'nın konuşmasının tamamını dinlemek için tıklayınız:)
Çare olarak, bu yasanın oluşabilmesi için biz internet gazetecilerinin birleşerek Meclis'e baskı yapmamız gerektiğini söyledi Av. Bahadır Sakin ve BTK Başkan Yardımcısı Ahmet Kılıç. 
İş başa düşmüştü kısacası.
Bu adaletsizlikler bir son bulmalıydı...

****
Panel boyu herkes birbirini dikkatle dinledi. Notlar alındı. Konuştukça taraflar rahatladı. Başlardaki 'resmi kurum' havası azaldı, espriler çoğaldı. 

Toplantı sonunda bu toplantılara (bileşenleri çoğaltılarak) devam edilmesi kararına varıldı.
Blogger'ından gazetecisine, alan sağlayıcısından içerik sağlayıcısına, avukatından hakimine kadar her kesimden katılımcı ile yapılmalıydı bu toplantılar. 

Sosyal medyada sosyalleşmekten fırsat bulup yüz yüze sosyalleşmeye zaman ayıramadığımızdan belki de bu iletişimsizlik hep. 

Ne demişler, insanlar konuşa konuşa...

Hep dinler hiç konuşmazsak anlatamayız kendimizi.

Hep konuşur hiç dinlemezsek de HİÇ anlayamayız birbirimizi... 
****
BTK henüz Telekomünikasyon İletişim Başkanlığı iken, 2014 yılındaki torba yasaya konulan internet erişimi maddelerine yazdığım ironik yazım ile nihayetlendireyim yazımı. Buyrun okuyun: Yasaklara uyalım, uymayanları uyaralım

Hepimize yasaksız ve kesintisiz internetli günler efendim...

Sosyal Medya ve Dijital Dünya Yazılarım
Teknoloji / 16 Ekim 2010
İnternet Çocukları / 10 Mayıs 2011
Kaset sardı! / 3 Ağustos 2011
Doğuştan Dijitalgillerden misiniz?
 / 7 Nisan 2012
Her çıkışın var inişi / 16 Ekim 2012
Dijital Teşhir Çağı / 19 Ekim 2012
İnternet Çocukları ‘TIK’ladı / 2 Haziran 2013
Star Wars ‘OUT’, Siber Wars ‘IN’ / 28 Eylül 2013
İnterneti değil elektriği yasaklayın, rahatlayın!
 / 17 Ocak 2014
Ey ahali, bir bakın buraya!
 / 30 Ocak 2014
Yasaklara uyalım, uymayanları sallandıralım! / 8 Şubat 2014
Sosyal Medya Çöplüğü / 29 Mart 2015
Örgüden ayakkabı, kumaştan kaporta, ağdan bahçe / 12 Nisan 2015
X, Y ve Z’nin değerlerini bulunuz
 / 24 Mayıs 2015
Facebook Mezarlığı / 22 Temmuz 2015
Duyarsız Duyarlı / 12 Eylül 2015
Takdir alsan ne yazar / 27 Ocak 2016
Like and Share
 / 2 Şubat 2016
Zaytung dükkânı kapatsın! / 3 Mart 2016
Bilişim kaçıyor, hukuk kovalıyor
 / 23 Mart 2016
1. Robot Kaynakları Zirvesi ne zaman abi? / 1 Haziran 2016
Ne çektin be dostum!
 / 3 Haziran 2016
Dış çekim şeysi / 2 Ekim 2016
Çuvaldız Lazım Çuvaldız!
 / 24 Aralık 2016
Ey inananlar, korkmayın!
 / 9 Ocak 2017
İnternetime dokunanı buldum! / 25 Ağustos 2017
Roadster’ı alan Üsküdar’ı geçti / 7 Şubat 2018
Dijitalleşmeye Mecburuz! / 14 Kasım 2018
Bugünün Ötesi Neresi? / 31 Ekim 2018
Öğretmenler, dünya koptu gidiyor! / 22 Kasım 2018
‘Misinformation’larınızı kendinize saklayınız / 2 Aralık 2018
Kozan Demircan ile Geçmişten Geleceğe / 13 Aralık 2018
ZOOM’dan ZONK’a / 13 Mayıs 2020
Eyyy Sosyal Medya! / 2 Temmuz 2020

24 Ağustos 2017 Perşembe

Diren Ayçiçeği

Ankara'dan Bursa'ya dönüş yolunda otobüste uyuklarken arada gözlerimi açtığımda yolun kenarında akıp giden tarlaları görüyorum. Hasadı yapılmış buğday tarlaları, boynunu bükmüş kesilmeyi bekleyen ayçiçeği tarlaları. Ve hasadı yapılmış ayçiçeği tarlaları...

Bir anda kesilmiş ayçiçeği tarlasının ortasında tek başına kalakalmış bir ayçiçeği çarpıyor gözüme. 
Boynu bükük değil. Ama omuzları hafif eğik sanki.
Şaşkınlık içinde bakıyor yüzüme. Arkadaşları gitmiş o kalmış. Arkadaşları nereye gitmiş? O niye kalmış? Niye yalnızlığa mahkum edilmiş? Niye kökleri ile toprakta kendi başına çürümeye terk edilmiş?
O kadar yalnız görünüyor ki, ah keşke bir fotoğrafını çekebilseydim de onun yalnızlığını dünyayla paylaşabilseydim.
Ayakları toprağa gömülü, kolları arkasına bağlı, ve yüzü öyle şaşkın ve öyle mutsuz ki, dudağını bükmüş bir çocuk misali dokunsan ağlayacak gibi...
Bir anlık bakışımı fark edip onun için üzüldüğümü anlamış mıdır acaba?
Hoş, belki de düşündüğüm kadar mutsuz değildir. Önünden durmaksızın gelip geçen araçların içine bakıp yalnızları avlıyordur belki o da...
Ben ona üzülürken o da bana acıyordur. 
Kim bilir...
Koskoca bir ayçiçeği tarlasının ortasında tek başına tutunmaya çalışan tüm ayçiçeklerine selam olsun...
#direnayçiçeği #canansanaterlikpabuçalacak

23 Ağustos 2017 / C.E.Y.

21 Ağustos 2017 Pazartesi

Suya düşen bir taş parçası olmak

Polatlı’nın Ömerler köyünde doğmuş ve bir ortakçı oğlu olan Talip Apaydın, 1967 yılında yazdığı Karanlığın Kuvveti adlı kitabında köy enstitülerindeki öğrencilik yıllarını anlatır. Apaydın'ın; kışın ortasına rastlayan bir kurban bayramında okuduğu Çifteler Köy Enstitüsü'nde elektriksiz ve susuz bir halde soğuğun ortasında kalışlarını anlattığı anısı ibretlik bir anıdır. 
Bayram sabahı okul müdürü Rauf İnan'ın gençleri bahçede toplayarak yaptığı konuşma genç öğrencileri heyecana getirmiştir. 
Bugün bayram. Şimdi birbirimizi tebrik edeceğiz. Sonra yapacağımız iki iş var: Ya tekrar içeri girip sıralara büzülmek, mıymıntı mıymıntı oturmak, bu üç günü böyle faydasız, hatta zararlı geçirmek, can sıkıntısından patlamak. Boşuna içlenmek. Üstelik üşümek. Yahut da kazmayı, küreği alıp, santral kanalını temizlemeye gitmek. Emin olun gidenler, kalanlar kadar üşümeyecektir. Çünkü inanarak çalışan insan ne soğukta üşür, ne sıcakta yanar. O; yücelten, dirilten, kuvvetli kılan bir heyecan içinde her türlü güçlüğün üstüne çıkmıştır. Onu hiçbir karşı kuvvet yolundan alıkoyamaz. Yeter ki bir insan yaptığı işin gereğine inansın. Ben şimdi kazmamı küreğimi alıp kanala gidiyorum. Çünkü kanal açılınca elektriklerimiz yanacak. Elektrik yanınca okulun işleri yoluna girecek. Kitap okuyabileceksiniz, ders çalışabileceksiniz. Sularınız akacak, yıkanabileceksiniz. Size şunu söylüyorum, bizim asıl bayramımız, yurdumuz bu gerilikten, bu karanlıktan kurtulduğu gün başlayacaktır. Şimdilik bize düşen milletçe çalışmak, çok çalışmaktır. Parolamız şu olmalıdır: 'Bayramlarda çalışırız bayramlar için!' Ben gidiyorum. Gelmek isteyenler gelsin.

Müdürün yarattığı o coşku ile altı yüz öğrenci kazma küreklerine koşmuş, elektrik ve su kesintisine sebep olan donmuş Santral Kanalı'nı açmış ve suyu köylerine getirmişlerdi. Su gelince elektrik de gelmişti haliyle.
İnsanların böyle canlanması, bir amaca doğru saldırması belki sadece savaşlarda görülür diyordu Talip Apaydın.
Aferin ulan eller, bu elektriğin yanmasında senin de hissen var, yaşasın! diyerek kendi ellerini öpen arkadaşını anlatıyordu.
İnanarak çalışan yapar! Amacına ulaşır! Bu heyecanla çalışmaya devam edersek, biz Türkiye'yi de yükseltebiliriz! demişti müdür onlara.
Yükselteceğiz! diye bağırmıştı öğrenciler.
Bayramda çalışırız bayramlar için! demişlerdi.
Ve o bayramı unutulmaz kılmışlardı...
****
Bu anıyı Bayram tatili kaç gün olacak acaba? diyerek iki dudak arasına bakanlar için anlatmadım.
Bu anıyı Türkiye’de son yıllarda artan kutuplaşma ve ayrışmalardan kaygı duyan farklı siyasi görüş, inanç ve yaşam biçimlerine sahip yurttaşların çözüm arayışı için bir araya gelişlerine dikkat çekmek için anlattım.

Bursa’da 41 kişiden oluşan bu grup, “Farklıyız, Birlikteyiz, Biz Türkiye’yiz Girişimi” adıyla kamuoyuna bir açıklamada bulundu.
Girişim adına açıklamayı Tahsin Bulut yaptı. Bulut, son yıllarda siyasi süreçlerde yaşanan derin kutuplaşma ve ayrışmaların toplumsal yapıda neden olduğu kopuşlardan derin kaygı duyduklarını belirtti ve “Bizler, muhafazakâr, milliyetçi, liberal, sosyal demokrat ve sosyalist gibi farklı siyasi kimliklere, farklı inanç ve yaşam biçimlerine sahip yurttaşlar olarak tüm siyasi gerginlik ve süreçlere rağmen bir arada yaşama kültürüne sahip olduğumuzu ve farklılıklarımızın ayrışma değil bir zenginlik olduğunu tüm Türkiye’ye göstermek için bir araya geldik.” dedi.
Açıklamada, “Her ne sebeple olursa olsun çocuklarımıza ve torunlarımıza kavga eden bir ülke bırakmak istemiyoruz. İstediğimiz şey huzurdur, barıştır, demokrasidir, herkesin hukuk önünde eşit olduğu bir Türkiye’dir. Amacımız bunun mümkün olabileceğini göstermek ve suya düşen bir taş parçası olabilmektir.” denildi.
(“Farklıyız, Birlikteyiz, Biz Türkiye’yiz Girişimi”nin ortak açıklamasının tamamını okumak için tıklayınız: )
****
Aslında herkesin arzusu olan bir girişimdi bu. Bir yandan da; siyasetin ağır basıp dengeleri bozacağına ve girişimin masumiyetini kaybedeceğine olan bir inanış vardı. Ki geçmiş dönemlerde bu şekilde ortaya çıkmış girişimler farklı boyutlara evrilmiş ve siyasetin içinde eriyip gitmişlerdi. 
Ön yargılar ile yola çıkılmamalıydı ama endişeler de kimsenin peşini bırakmıyordu.
Girişim henüz çok yeniydi ve sorulan sorulara verilen yanıtlar da bu yeniliğin acemiliğini yansıtıyordu. 
Pek çok detay Kervan yolda düzülür misali yerini yolda bulacaktı besbelli.
Yeter ki masumiyet ve evrensel değerler yerini kişisel hırslara bırakmasın ve bu girişim kendini siyasetin çarklarına kaptırmasın.

"Gidenler, kalanlar kadar üşümeyecektir demişti öğrencilerine Rauf İnan, “Farklıyız, Birlikteyiz, Biz Türkiye’yiz Girişimi” de şikâyet etmek ve sızlanmak yerine bir adım atmış, bir kıvılcım yakmıştı işte. 
O gün yapılan açıklamalarda her şey yerli yerindeydi. Merak edilen ise, tüm bu açıklamaların A4 sayfalarında kalıp kalmayacağı idi.
Girişimde yer alan 41 kişiyi biraz ürkek ve tedirgin bulsam da, girişime el veren kişilerin niyetlerinin sadece memleket olduğuna inanmak istedim.
İnan'ın Yeter ki bir insan yaptığı işin gereğine inansın” sözündeki gibi, yeter ki onlar da niyetlerinin memleket olduğuna bizleri inandırsınlar, bu inancı yüreklerinde taşıyarak etraflarına yaysınlar ve Köy Enstitüleri'nin makûs kaderi gibi bir kadere yenilmesinler.

Umarım ve dilerim ki atılan bu adım, birlik ve beraberliğe özlem duyan insanlar tarafından sahiplenilir, suya düşen bir taş parçası misali dalga dalga yayılır ve büyüyerek tek ses, tek nefes halini alır.

Tüm iyi niyetim ve tüm iyi dileklerimle birlikte bir gözüm ve bir kulağım dış seslere hep açık olacak, aklım ve fikrim bu girişimi hep takipte kalacak...

17 Ağustos 2017 Perşembe

"Japonlar yapmış ağbi!"

17 Ağustos 1999 depremi ile deprem gerçeğini dibine kadar yaşayan Türkiye, İstanbul depreminin ardından geçen 18 yılda ne gibi çalışmalar yaptı diye gözler dururum hep.
Akademik odaların ya da belediyelerin düzenlediği deprem panelleri ve ekranlarda (özellikle de en ufak depremde ekranlarda görmeye alıştığımız, adeta hepsi ailemizin bir ferdi olan) deprem uzmanları görüşlerinin alındığı programlar ile h
epimiz birer deprem uzmanı haline geldik.
Her şeyi biliyoruz.
Lakin sallanmaya başladığımız anda ya merdivenlerden aşağıya koşuyor, ya da camdan aşağıya atlıyoruz.

Aşağıya koşsan ne olur...
Merdivenleri başarıyla indin tamam, sonra kaçacak bir alanın mı var?
Toplanma alanları diye gösterilen "boşlukçuklarda" ancak 19 Mayıs'larda yapılan insan kuleleri kıvamında toplanılabilir. 
O alanların dört bir yanı da kule gibi binalarla çevrilmiş zaten.
Hangisi önce yıkılsam da sokaklardaki insanları altıma alsam derdinde.
Onların yıkıldığını düşünsene bir...

Kırda bayırda yakalansan sadece yere yapışacağın ya da çömelerek durmasını bekleyeceğin bir sallantı oysa bu. 9 ve üzeri bir sallantı değilse şiddeti, sallanır sallanır geçer.
Ya şehirde yakalanınca...
Tüm derdimiz işte bu değil mi? 
Şehirler...

İstanbul'un "düzenine" bakıyorum da;
Olası bir İstanbul depreminde kimse kurtarılmayı beklemesin diyorum. 
Sağlam bir sallantıda İstanbul kendi kendini imha edecek ve ülkeyi de kendisi ile birlikte dibe çekecek...
O kadar sıkışık, o kadar üst üste, o kadar boşluksuz, o kadar dikey, o kadar sağlıksız ve o kadar büyük ekonomik yük yüklenmiş bir kent ki İstanbul, içinde yaşaması çok zor.
Bu ağır işçi kent bir felaket anında ise tamamen kimsesiz kalacak... 

İstanbul öyle de Bursa farklı mı? Ya da diğer büyük şehirler...
Gün geçtikçe yeşil alanlar azalıp gri alanlar çoğalıyor.
Depreme dayanıklılığını deprem esnasında göreceğimiz binaların hepsi birbirinden daha yüksek olma savaşı veriyor.
Ki bir sallanmada o yüksek binalardan ne atlanabilecek ne de merdivenlerinden aşağıya inilebilecek...

Deprem ülkesi olarak binaları daha yatay ve daha az katlı yapmak lazım diyeceğim de, o kadar yayılacak alanımız yok.
Ki Japonya öyle yapmamış.
Dünyanın en hareketli bölgesinde yer alan el kadar adanın üzerine öyle bir yerleşmiş ve insanlarını de öyle bir eğitmiş ki, ada sürekli sallanıyor ama o devasa binaların birisi bile yıkılmıyor. Bizde olsa yüz kişinin yaralanacağı sallantılarda bir kişinin bile burnu kanamıyor.
"Japonlar yapmış ağbi!" değil mi?

Kısacası yaşadığın coğrafyayı bilecek, onu anlayacaksın.
Dünya bu, her zaman sallanacak.
Japonlar yapmışsa sen de yapacaksın.
Dünya sallanacak ama sen yıkılmayacaksın...

14 Ağustos 2017 Pazartesi

Mağduristan

Yazdın!
Yazmadım...
Dedin!
Demedim...
Düşündün!
Düşünmedim...
Söyledin!
Söylemedim...

Gittin!
Gitmedim...
Geldin!
Gelmedim...

"İnkâr ediyorsun ama sen bizde kuvvetli suç şüphesi kanaati oluşturdun. O yüzden suçlusun ve hemen şimdi, şu andan itibaren tutuklusun. Gel bakalım içeri."

Kim bu suçlu?
Bir internet sitesine domain hizmeti sağlayan ve bunun gibi onlarca site için aynı hizmeti sağlamaya devam eden, fakat içerik olarak sitelerde herhangi bir faaliyeti olmayan, bunu iş olarak yapan, Gezite.org internet sitesini de başka bir kişi için alan ve içeriğini de onun hazırladığını söyleyenbu savunmasına rağmen 'kuvvetli suç şüphesi kanaati' ile tutuklanan Nilüfer Belediyesi Basın ve Halkla İlişkiler Müdürü Berhan Soner...

"Ben senin beni sevebilme ihtimalini seviyorum" cümlesinden feyz alan insanların ihtimaller üzerinden tutuklama yapması normal tabi.
"Sende o potansiyeli gördüm, suç işlemiş olabilirsin, onu da geçtim suç işleyecek olabilirsin. Kanaat kullanıyorum ve seni tutukluyorum!" 

Madem öyle, keşke şu konuda da bir kanaat kullanmış olsaydınız da Bursalı polis memuru Sinan Acar bugün hayatta olsaydı diyorum:
"İstanbul'da canlı bomba olduğu şüphesiyle gözaltına alınan IŞİD'li, Vatan Caddesi'ndeki İstanbul Emniyet Müdürlüğü'ne getirildikten sonra yanında bulunan bıçakla bir polis memurunu ağır yaraladı. Yaralı polis kaldırıldığı hastanede şehit olurken, IŞİD'li terörist de öldürüldü."
Sormadan edemiyor insan: "Emniyet Müdürlüğü'ne getirilene kadar o bıçak nerelerde saklandı ve nasıl bulunamadı? IŞİD'linin üzeri hiç mi aranmadı?"

'Kanaat'ı öğrencileri üzerinde genellikle pozitif anlamda kullanan öğretmenlerimizin kulakları çınlasın. Sizin kanaatler bakın nerelerde nasıl kullanılır/kullanılmaz oldular.
****
Bugünlerde ülke çapında gazetecilerin yaşadıkları malum.
Bursa'da da muhalif.com editörü Ozan Kaplanoğlu da 'sosyal medya üzerinden terör propagandası yapmak' iddiası ile tutuklanmış, sonra da tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakılmıştı. 
Şimdi de Berhan Soner... 
Ve sonra kim? 

Bu tutuklamalar bir çeşit gözdağı mıdır?
Bu kanaat kullanmalar kişileri çizilen suçlu 'profiline' uydurup, kişiyi suçlu kişi 'çerçevesine' oturtmaya çalışmak mıdır?
Adaletli davranmak, adil olmak bu kadar zor mudur?
Hak eninde sonunda yerini bulmayacak mıdır?
Yanlış hesap Bağdat'tan dönmeyecek midir?
O zamana kadar insanlara böyle zulmetmek gerekli midir?

Açıkçası, mağdur edebiyatı ile gelerek yönetimine talip olduğunuz ve yönetmek için halktan icazet aldığınız ülkeyi Mağduristan'a çevirdiniz.
Yoksa bunun için mi icazet istemiştiniz?

12 Ağustos 2017 Cumartesi

Duyuyor musun Eren?

15 yaşında bir koca adammış Eren...
Hep o koca adam edasıyla bakmış kameraya,
Hep kocaman kocaman sözler yazmış paylaştığı fotoğrafların altına.
Biraz kızgın, biraz küskün, çokça da aşıkmış anlaşılan.
Sevdiği kız vefasız çıkmış belki, kim bilir...

"Eren iyi ki varsın" desinler istemiş hep kendisine.
Biri de çıkıp dememiş ki "İyi ki varsın Eren."
Üzülmüş...

Şehit edilişinin ardından yer gök inliyor şimdi: "İyi ki varsın Eren".
Duyuyor musun Eren?
Duyuyor musun?
****
Trabzon'un Maçka ilçesi kırsalında güvenlik güçleri ile teröristler arasında çıkan çatışmada Jandarma Başçavuş Ferhat Gedik çarpışırken, 15 yaşındaki Eren Bülbül ise PKK'lıların saklandığı evi güvenlik güçlerine gösterirken şehit edildiler.
Terör, biri henüz çocuk, biri 41 yaşında iki insanı çekip aldı bu kez elimizden göz göre göre.
İkisinin de ocağına ateş düştü şimdi.

Ki yıllardır söndürülemedi gitti o ateş.
Bugün sana, yarın bana düşüp duruyor yurdun dört bir yanına...
Ömrümün yarısından fazlasını kaplayan bu yangın daha ne kadar sürecek, bu kahpe terör ne zaman bitecek?
Devlet bu oluşumu kökünden ne zaman temizleyecek?

Temizlenene kadar;
Vah zamansız gidene,
Vah gidenin ardından naçar dövünene...

9 Ağustos 2017 Çarşamba

Sidikli yazı

İlhan Şeşen sokakta, bir köşede hacetini görürken kameraya yakalandı ya;
Yer yerinden oynadı.  
Sanırsın ki yerleri yerinden oynatan tayfa sütten çıkmış ak kaşık.
Bir ayıplama, bir ayıplama...
Ayıpla tamam ama sen de kalkıp bir köşede aynısını yapma...

Daha geçen gün metroya bindiğimde vagondaki kesif idrar kokusundan kırıldı burnumun direği. Aklıma buraya bir kadının işeyebileceği gelmedi hiç. Kim bilir hangi hanzo dedim.
Alt geçitler ona keza.
Har har mübarek har har...

Hep erkek olmanın marifetleri bunlar.
Onlar için sadece fermuar açmakla halloluveren bir iş çünkü işemek. Arkalarını dönmek, hacetlerini görmek için kafi.
Akan trafikte sağa çekmiş bir araçtan inmiş arkası dönük erkek kişi görüntüsüne defalarca şahit olmuşsunuzdur. Saklanmaya gerek bile duymazlar.
Ünlü ünsüz fark etmez, erkek olmanın rahatlığı ile her yere işeyiverirler. 
Hadi itiraf edin, siz de akan trafikte aracınızı sağa çekip kaç kez???

Bunda biz kadınların katkısı da yok değil. Anne olarak erkek çocuklarımızı ağaç dibine, sokağın tenha bir köşesine, iki araç arasına ya da plastik bir şişeye işetivermişliğimiz yok mudur?
Onlar da büyüyüp (büyümeyip) gidiyorlar her an her yere işiyorlar işte böyle.

Denize işemek desen zaten çok sevilen bir iş ki, vakti zamanında denizde yüzerken görüntülenen Ahmet Çakar bile "Denize işemeyi hep çok sevmişimdir" demişti gevrek gevrek gülerek.

Denizi geçtim, havuza işeyen de var mıdır acaba?
Onlar için havuza işediklerinde vücutlarından çıkan sıvıyı koyu renge döndüren bir sistem gelişse diyorum. En azından bir daha işeyemeseler.


Tarkan'ın eski günlerinden bir çiş anısı vardır. Hatırlarsınız; Savaş Ay'ın canlı yayında sorduğu "Ödül alırken Genç Kral ne düşünüyor?" sorusunu "Çişim var, bir şey düşünemiyorum" diyerek yanıtlamıştı hani. (Neyse ki daha o günlerde çişini söylemeyi öğrenmiş çocuk.) Yıllar sonra "Adımı Kalbine Yaz Unutma" şarkısının klibinin sonunda da işeme duruşunda poz verirken, bu pozu da o günlere ithaf etmiş olmalı.
Yerli yabancı meşhurlar dünyasında pek çok çişli anı var aklımda kalan...
****
İlhan Şeşen vak'asına dönersek;
Sosyal medyada olduğu gibi günlük hayatta da kimsenin İlhan Şeşen'e aferin çekmeyeceğini biliyoruz.
Ancak bilmediğimiz, bu olayı kınarken mangalda kül bırakmayanların dönüp kendisine bakmayacağı ve iki gün sonra sıkışıp da tıpkısının aynısını kendisinin yapmayacağı.

Çiş dediğin idrar kesesinde durduğu gibi durmuyor ki, hele de bu sıcaklarda dışarı çıkınca çok ama çok pis kokuyor.
Siz kendinizi "çevreci" görerek çiçekleri suladığınızı düşünüyorsunuz da, zavallı çiçekler belki de ürik asit zehirlenmesinden can veriyor.
Ayıp arkadaşlar ayıp. Yapmayın, etmeyin, çişinize sahip çıkın.

Çocukken annenizin siz evden çıkmadan sizi uyardığı zamanları hatırlayın ve evden çıkmadan önce torbalarınızı boşaltın.
Prostat olduysanız da ona göre tedbir alın.
Bizi de bu manzaralarla ve o müthiş kokularla baş başa bırakmayın.

Bir de rica edeceğim, bu olayı da siyasetin dibine taşımayın.
Bunun sadece erkek olmakla alakası var, bunu da daha fazla yüzünüze vurdurtmayın.
Ha bu arada;
Yatmadan önce çişinizi yapmayı da unutmayın...

(Kapak fotoğrafı Habertürk'ten alıntıdır)