Meyve ağaçlarıyla dolu ve sınırı-çiti olmayan bahçelerden geriye taşlı tozlu topraklar kaldığında ya da sökülen ağaçların yerine devasa bloklar yapıldığında, "Ah ah eskiden buraları hep dutluktu" diyesi gelir insanın.
"Nerde o eski günler!" sızlanmalarının ‘eski’ kavramı da en az 30 yıl öncesine dayanır.
"Nerde o eski günler!" sızlanmalarının ‘eski’ kavramı da en az 30 yıl öncesine dayanır.
-dı...
Artık birkaç ay öncesini bile geçmiş olarak görüyoruz.
2004’te kurulup 2006’da dünyaya açılan Facebook’u ilk keşfettiğimiz günleri düşünün mesela. Şunun şurasında kaç yıl geçti üzerinden. Facebook 2013 Ağustos'u itibarıyla dünyanın en çok ziyaret edilen sitesiymiş. "Dutluk" olmaktan çok çabuk çıkmış yani...
Bu ağı duyup da katıldığım ilk günleri hatırlıyorum da.
Sanki bomboş ve kocaman bir salondaydım. "A!" desem sesim yankı yapacak, gelip beni bulacak gibiydi.
İlk şaşkınlığımı üzerimden atınca Erkut Taçkın’ın Beyaz Ev şarkısını paylaşmıştım. Alışmanın ardından da gelsin videolar, şarkılar, fotoğraflar, yazılar...
Komiğiyle, öğreticisiyle bir dolu paylaşım.
Gün be gün değişen ruh halimle birlikte sayfanın da konseptinin değişmesi.
Eskiye dönüp bakıyorum da; sanki bir çeşit günlük olmuş bana bu Facebook...
Bulunan eski arkadaşlar, komşular, akrabalar derken nüfusu gittikçe çoğalan bir oda içinde bazen sıkıntılı, bazen hüzünlü, çokça da neşeli izler bırakmışım ardımda.
Sonrasında Twitter’ı keşfettim. "Her satırını bir başkasının yazdığı upuzun bir şiir" tanımını duymuştum Twitter için. Ne kadar da doğruydu. Twitter sürekli akan bir banttı sanki.
Ya ben ne yazacaktım buraya, ne diyecektim, ne yapacaktım? Kimsem yoktu. Bir başıma durmuş sağımdan solumdan geçenlerin söylediklerine kulak kabartıyordum. Birkaç lâf attım uçuşan o sözlere, sonra birkaç daha.
Derken bir baktım ki dizileri birlikte izliyoruz, filmleri birlikte seyrediyoruz. Maçlar ve tartışma programlarıysa yazdığımız yorumlarla daha bir renkleniyor.
Bu halimizle TV izlerken ekranla konuşan annelere benzetiyorum kendimizi. Kâh Hürrem'e sataşıyoruz, kâh başbakana. Kime kızdysak, kimi onayladıysak onlara takılıyoruz sözlerimizle. Bu büyük salondaki herkes sohbete katılıyor, bir curcunadır gidiyordu. Zaman zaman güç birliği oluşturup kamuoyu yaratıyor, gidişata yön veriyorduk.
Sonra ne olduysa oldu, salondakilere sanki bir sihirli değnek değdi. Bir anda herkes ulemaya bağladı. Konuşmalar bilgelikte tavan yaptı. Ağır ablalar, ağır abiler en ağdalı sözlerle takılır oldular ortama. Nazım, Mevlana, Şems, Kafka, Can Yücel, Can Dündar, Dostoyevski, Tolstoy, Osho ve daha niceleri...
Kim var kim yoksa ortalara saçıldı. Hani mezarlarında ters mi döndüler, yoksa yıllar sonra tekrar keşfedildikleri için memnun mu oldular bilmem.
Bilirler miydi ki yüz yıllar önce ettikleri kelâmlar kopyala-yapıştır marifetiyle sosyal medyanın baş tacı olacak. Eminim ki bilselerdi daha çok yazarlardı.
Hele de okunması sakıncalı olup da ülke vatandaşlığından dahi atılanların cümleleri neredeyse yapışkanlı çıkartma olacak. Yazan da, yazanı okuyan da boşuna ceza alıp hapis yattı onca zaman desenize. Yazık. Bir de şimdiki halleri görseler...
Bunca paylaşım içinde seçici davranarak paylaştıklarını içselleştirip de ortaya salanlara pek lâfımız yok.
Lâkin önüne gelen her lafı kulağından tutup sayfasına yapıştıran, paylaştığı o büyük sözlerden hiç ama hiç feyz almayıp hayatında en ufak bir fark yaratmayanlaraysa biraz ayna tutmak lâzım.
Hani "Bir lâfa bakarım lâf mı...." diyor ya; o da bir söylediği lâfa baksın bakalım, bir de kendine...
Farkında mısınız bilmem ama gün geliyor ana sayfa "Atasözleri ve Deyimler Sözlüğü"nden farksız bir hâl alyor.
Ha bir de "Belirli Günler ve Haftalar" el kitapçığı...
Mahir(!) eller tarafından hazırlanan görsellerin üzerine yapıştırılan özlü sözlerdeyse imlâyı ara ki bulasın.
Siyasî tahriklenmeler, grupların amacını aşıp paylaşımlardaki yorumların hakarete dönüşmesi, yandaşlar, candaşlar, yoldaşlar.
Kabûl; müzik de lâzım, özlü söz de lâzım, bilgi de lâzım, site paylaşım amaçlı olduğu için hayatın içinden paylaşımlar da lâzım.
Ama;
Arada nefes alıp otomatiğe de bağlamamak lâzım.
İnandığını yazıp, yazdığına inanmak lâzım.
Hani şu meşhur tabirle;
Ya olduğu gibi görünmek ya da göründüğü gibi olmak lâzım...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder