5 Şubat 2014 Çarşamba

Fatih Erkoç'un penceresinden gökyüzüne baktık

Defalarca röportaj vermiş, hayat hikayesine ve projelerine bir tıkla ulaşılabilir, herkesin bildiği ve sevdiği bir sanatçı için daha ne yazılabilir ki diyor insan.
"İşte konserlerim, işte bestelerim, işte eserlerim, işte biyografim, işte yaptıklarım ve işte yapacaklarım. Buyrun. Hepsi karşınızda."
Hadi bakalım...
Sevgili Fatih Erkoç ile Nilüfer Kadın Korosu'nun son konserinde karşılaşıp da kendisiyle sohbet etmek istediğimi söylediğimde gayet olumlu cevap verdi bana. Bir ertesi gün de arayarak takip eden gün için randevu verdi.
Bademli'deki Fatih Erkoç Sanat Akademi'de buluşmak üzre sözleştik ve ben tam saatinde kapıdaydım.
Ekim 2012'de açılmış olan bu okulun varlığını geçtiğimiz yaz öğrenmiş, daha önce duymamış olduğuma da biraz içerlemiştim. Duyan duymuştu da, duymayanlara da duyurmak lâzımdı.
Erkoç'un her yaştan öğrencisi olan okulunda müzik eğitimi de vardı, resim de, drama da.
Okulun internet sayfasında "Müzik eğitimi alan çocuklar, yaşamlarında özgürlük, rahatlık düzeyi, katılım, zeka gelişimi, beceri ve yetenekler konusunda mükemmel bir gelişme gösterirler. İşte bu yüzden "ELLERİM ÜZERLERİNDE" diyordu Fatih Erkoç.
İşte onun ve onun gibi düşünenlerin artmasıyla gelecekte ellerimiz bomboş kalmayacak…
Çaylarımızı içerken buluşmamıza vesile olan konserden ve Bursa'da ziyadesiyle koro olduğundan, Kadın Korosu'nun ise bizim için olan yerinden bahsediyoruz ve bu konuda fikir birliğine varıyoruz. Bursa'da her ne kadar koro çokluğu varsa da konserler bakımından diğer şehirlere kıyasla sanat azınlıkta diyor Fatih Erkoç. "Bir İzmir'de, bir İstanbul'da salonlar dolulukta sınır tanımıyor" diyor.
Okulun tanıtımı için daha fazla ne yapılabilirdi dediğimde hedef kitleye erişmek için gerekenlerin yapıldığını, 3 ay içerisinde 90-100 öğrenciye ulaştıklarını, daha fazla tanıtımın maliyetinin "biraz" fazla olduğu için pek yanaşmadıklarını, buna da gerek duymadıklarını söylüyor.
Bahçe içinde, zeytin ağaçları arasındaki evi/okulu gezmeden önce epey bir sohbet ediyoruz. Öğrencilerin derslere başlarken hevesli olduklarını fakat zaman zaman devamsızlıklar olduğunu dile getirince, millet olarak genel yapımızın bu olduğunu konuşuyoruz.
Her şeyde olduğu gibi müzik eğitiminde de istikrar, sabır, arzu ve çalışma önemli. Beş derste her şeyi öğrenip resital verecek kıvama erişmek istemek, erişmeyince de sitem etmekle olmuyor. Azmin elinden bir şeyin kurtulmayacağını bilip, öncelikle kafaya bunu yazmalı.
Çabuk öğrenenler, hattâ doğuştan müzisyenler olduğunu düşünüp "Müzik yeteneği genetik olarak nesillere aktarılıyordur" dediğimde, bunun şarkı söylemek ve ses rengi için geçerli olabileceğini ama enstrüman çalmanın ve müziğin eğitimle öğrenilebileceğini söylüyor Fatih Bey. Anne karnındaki bebeğin duyabildiğini, o yüzden bebeğe özellikle de klasik müzik dinletilmesi gerektiğini söylüyor. Çok yüksek olmayacak şekilde yormayan müzikler dinlenmesinin her canlıya "iyi geldiğini" vurguluyor.
Memlekete büyük bir senfoni lazım diye düşünüyorum. Atatürk boşuna illa ki klasik müzik diye tutturmamış demek. Sadece zamanlama uymamış.
Biz bunları konuşurken duvardaki televizyon ekranında alev alev bir ateş yanıyor, arkada yormayan bir müzik çalıyor, üst kattaki sınıflardan birinden de piyano sesleri geliyordu. Salonun en baş köşesinde duran kuyruklu piyano ise sanki biraz ilgi bekliyordu.
Daha önce aynı zamanda yaşadıkları bu ev, başka bir eve taşınmalarının ardından artık tamamen okul ve stüdyoya bırakılmıştı. Lakin yine de asistanlığını yapan yeğenleri ve diğer yardımcıları ile ev ortamından uzaklaşmamıştı.
Bodrum-Bursa arası yaşanan hayatlarında İstanbul'a sadece iş için gittiklerini, konser bitiminin ardından çok zaman Bursa'ya geri döndüklerini söylüyor Erkoç. Denize ve Bodrum'a gelince söz, Bodrum'un onun için olan vazgeçilmezliğini anlıyorum. Ona göre her şeye rağmen Bodrum iyiydi de, ah bir de guletlerle koylara yanaşan gürültücü günübirlikçiler biraz daha sessiz olabilseydi...
Kendisinin de teknesi vardı ve teknesini kullanabilmek için gereken eğitimi almış, hakları da kazanmıştı. Lakin yine de bu konudaki fikri kıyıdan fazla uzaklaşmamakta fayda olduğu üzerineydi.
Deniz olmayan memlekette yaşanmaz gibi gelir insana diyorum. Deniz kadar yaşanan kentin barındırdığı değerlere gidiyor ve ilk gençliğinde yaşadığı Ankara günlerinin Erol Pekcan'dan dolayı nasıl dolu dolu geçtiğini anlatıyor.
Konuştukça notalarla uyuyup notalarla uyanan bu adamın ne kadar çok anısı var diye düşünüyorum. Bir ara Sadun Boro katılıyor muhabbetimize, bakıyorsunuz Kayahan'dan da bir anı geliyor, ünlü klasik müzik insanlarının müzik anlayışını beğenmeyerek hepsini evden kovalayan bir müzik eleştirmeni de sohbetteki yerini alıyor....
11 yıl Norveç'te kalışı, neredeyse çalmadığı müzik aleti olmayışı herkesçe biliniyor. Ekşi'de yazanlara göre de o, reklam cıngıllarının efendisi. Bilinen eserlerinin yanında yaptığı çocuk şarkıları okulların müzik derslerinde yerini almış.
Sohbet su gibi akıyor. Okulun odalarını dolaşmak için ayaklanıp sohbete evi gezerken devam ediyoruz. Alt katta kendisine ait bir çalışma odası var ve içinde bana hiç de yabancı gelmeyen pikaplar, plaklar, müzikle ve kayıtla alakalı her şey mevcut. Ses izolasyonu yapılmış diğer bir odayı bateri zaptetmiş . Bir oda resimle ve rengarenk boyalarla dolu. 4 katlı binanın her katında birkaç sınıf, o anda ise sınıfların sadece birisinde ders var. Odalardan birine kütüphanesi yerleşmiş. Kitapların önünde duran orijinal boyutundaki maketiyle fotoğraflıyorum kendisini. Her ne kadar maket orijinalinden uzun görünse de suret olan Fatih'te şike var…
Alt kattaki kendi stüdyosuna indiğimizde hiç tükenmişlik sendromuna kapılıp kapılmadığını soruyorum. "Best of" şarkıları tadında şarkılar yapamayacağından korkar mıydı mesela? "Zaman zaman eski parçalarıma bakıp bunu nasıl yazmışım dediğim oluyor. Ancak çalışmadığım ve üretmediğim zaman tükenmiş sayılırım, o yüzden elini eteğini çekerek yaşamak bana göre değil" diyor.
Burçdaş olduğumuz için onu çok iyi anlıyorum...
Zaten huzurun ve rahatın fazlası insan bünyesine ters. Üretmek için biraz hüzün de lâzım. Yanına da az stres ve bolca sevda lâzım. Bu karışımdan oluşan sancıların ardından oluyor bütün doğumlar. Sancıyı çekeceksin ki ‘doğan'ın kıymetini iyi bilesin.
Konuşmalardan anladığım kadarıyla Fatih Erkoç iç disiplini olan biri ve yaptığı her işi ciddiye alıyor. Ya da ciddiye aldığı işleri yapıyor.
Artık bir marka olup klasikler arasında yer alan Erkoç,1986 yazında katıldığı Kuşadası Şarkı Yarışması'nda "Yol Verin A Dostlar Sılama Varayım" derken ve yarışmada birinci seçilirken eminim ki günlerin kendisine ne getireceğini bilmiyordu. Muhakkak ki hayalleri vardı ama o günlerden bugünlere öz disipliniyle ulaştığı tartışılmaz.
Müzik hayatında önemli bir yeri olan İstanbul Gelişim günlerine gidiyoruz sohbetin bir yerinde. Yaptıkları cover parçalarda caz sanatçılarının doğaçlama çalışlarını dahi taklit ettiklerini anlatıyor kendisine gülerek. Sonrasında Gelişim'in de gelişimiyle taklit çalışlar yerini asıllarına bırakmış.
Doğaçlama çalmanın keyfine gelince, kendisini izleyen gözler olduğunda stüdyoda kendi kendine çalarken aldığı hazda ve ortaya çıkan yaratıcılıkta düşme olduğunu söylüyor. Kendi Başınalığın Gücü yazımdan bahsediyorum kendisine. Çoğul düşünmeye başladığımız anda kendi başınalığımızı kaybedip performans düşüklüğü yaşıyoruz diyorum. Üzerinize dikilmiş gözler altında araba kullanmak dahil bu hep böyledir.
Beden ve ruh uyumunun yapılan işlere olan etkisinden söz ederken, "Ne kadar hasta dahi olsam biraz takviyeyle sahneye çıkıp az evvelki hasta halimden eser kalmamış halde ve öncekilere göre daha bile iyi performans sergileyebiliyorum" diyor.
O anda vücuda yayılan adrenalinin ateşleyiciliği hayranlık verici. Hasta olduğunu düşündürtmüyor insana. Düşünmeyince de hastalık ortadan kalkıyor.
Sahneden inince de, Allah kerim…
Sahne ve konser deyince ve üzerine de vokalistinden bir telefon gelince, zaman zaman müzisyenlerle yaşanan sorunlara değiniyor. Her işte olduğu gibi "Ekiple çalışmanın zorlukları çok" diyor. Bir konser günü yaşadığı 'üç eksik müzisyenle sahneye çıkma' anısını anlatıyor yüreği biraz kırık.
"Vefa uzaklarda kalan bir his...." dizeleri düşüyor aklıma.

Sohbet ederken gözüme 21 Şubat'ta Merinos AKKM'de vereceği Akustik konserin afişi takılıyor sürekli. Duymayanlara bunu duyurmak lâzım diyorum.

"Biz birçok iş yapıyoruz ama hâlâ ‘Fatih Bey sizi ortalarda görmüyoruz' diyenler var. Herkes herşeyi aynı anda öğrenemiyor. Yoksa biz ortadayız, çalışmaya devam ediyoruz." diyor.
Artık her şey bir tık uzağımızda iken "Görmedim, duymadım, bilmiyorum" demek de bizim ayıbımız.
Veda vakti gelip de ayaklandığımda, duvarda asılı gitarlardan birisine uzanıp alıyor. Sedef kakmalı bu bas gitar onun için paha biçilmez bir miras. 16 yaşında iken birlikte çalıştığı Suat Ateş'in vefatının ardından, Ateş'in damadı tarafından kendisine emanet edilmiş. O gün bugündür de gözü gibi bakmakta.
Gururla ve keyifle anlattığı bu anısını da yüreğime yazıp vedalaşıyoruz. Onları müzik aleminin içinde bırakarak kendi yazı alemime geçiyorum. Dilim döndüğünce hepsini anlatmak için sabırsızlanıyorum.
Sonrası malum...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder