26 Nisan 2012 Perşembe

Ölmeye, ölmeye, ölmeye geldik!

Yıllardır “holigan” denilen canlının davranışlarını izlerim de, yine de özlerini, sözlerini anlamış değilim.
Ne akılla izah edilir haldeler, ne de mantıkla.
Hani herkes bir takım tutar, herkes maç izler, herkes heyecanlanır, herkes coşar, kızar, bağırır çağırır. Tamam.
Lakin onlarınki farklı...
Kendi camiasında gayet ciddi ve otoriter görünen bir adamın maç günü geldiğinde zıvanadan çıkması, kafasına takımının rengini taşıyan soytarı şapkası geçirip de sokaklarda seğirtmesi normal gelir insana.
Zaten maç dediğin biraz da eğlencedir. Günlük hayatın sıkıntılarından arınmanın bir yoludur hatta...
Ruhsuzca gidilip, duygusuzca izlenmez.
Kaçan pozisyonlarda hakeme saydırmazsan, pozisyon yakalanıp da gol olduğunda yanında tanıdık tanımadık her kim varsa boynuna zıplamazsan, maçı en az futbolcular kadar efor sarf ederek yaşamazsan, boşu boşuna zahmet edip de gitme sen hiç o stadyuma.
Otur evinde, geç televizyonun karşısına, al bir külah çekirdek, izle çitleye çitleye...
Ve fakat coşkulu maç izleyeceğim diye de coşkunu abartma.
Kesici, delici, yakıcı ne bulduysan getirip de sahanın ortasına atma.
Taraftarlığını doyasıya yaşayabilmen için sana sunulan imkânları talan etme.
Söktüğün koltuklar, yaktığın sıralar, kırdığın korkuluklar; hepsi de bindiğin dalı kesmekten başka bir işe yaramaz.
Sayende takımın ceza üzerine ceza alır.
Sen girer bir de o yüzden olay çıkartırsın.
Tam bir kısır döngü...
****
Holiganların bu taşkın davranışları başkalarının başarılarıyla kendi başarısızlıklarının üzerini örtmek, onların başarılarıyla var olmak, onların başarısızlıklarını utanç vesilesi yapmak mıdır bilmem.
Üstelik onlar yendikleri takıma tecavüz ettikleri fikrinde sabit kalır, bu yüzden de yenildiklerinde aynı muameleye maruz kalacaklarını bildiklerinden tahammülsüzlüğün sınırlarında gezinirler.
Maç aldıklarında etken, maç verdiklerinde edilgendirler.
Karşı tarafın kendileri hakkındaki düşüncelerini gayet iyi bildiklerinden dolayı, bu uğurda can dahi alabilirler.
Yani namuslarına laf ettirmezler...
Bilirsiniz, maç esnasında hakem için de, oyuncular için de edilen laflar hep belden aşağıdır.
Bu da izleyicilerin “maç”ları nasıl algıladıklarını açıkça gösterir.
Yendikleri zaman ettikleri o laflar yenildiklerinde yağmur gibi üzerlerine yağar. Onlar da bunu bildiklerinden burunlarından solurlar. Saldırmaya yer ararlar. Ya da tamamen sessizliğe bürünür, arazi olurlar.
Ee, laf yemek istemiyorsan fırsat bulduğunda etmeyeceksin de.
Ediyorsan sıra sana geldiğinde hazmetmeyi de bileceksin.
Hem bileceksin ki; maç dediğin kendi başına oynanmayacağına göre en az “1” farklı takıma daha ihtiyaç var.
Ve o diğer takım senin varlık sebebin.
Maçlar elbette ki kazanmak için oynanır. Bazen iyi oynayan kazanır, bazen de şansı yaver giden.
Şansına kazandığın maçlara itiraz etmeyip sokaklarda cirit atıyorsan, şanssızlığına kaptırdığın maçlara da itiraz etmeyeceksin.
Maçı maçta bırakmayı ve pozisyon tartışmalarının yaşandığı programları sabahlara kadar izlememeyi öğreneceksin.
Eninde sonunda maç bitmiş, konu kapanmış.
Sen kendini takımın için paralarken, eminim ki o takımın oyuncuları kendi takımlarına bu derece bağlı değillerdir.
Bunu nereden mi anlıyoruz, tabii ki paralarını alamadıkları zamanki -iş yavaşlatma- doğru düzgün oynamama ve maç ‘ikram etme' hallerinden...
Siz onlar için o kadar tepişirken, o kadar birbirinizi boğazlarken, cinayet dahi işleyebilecek kıvama gelirken onlar daha çok para teklif eden kulübe aniden yatay geçiş yapabiliyorlar.
Ne taraftarlık, ne renk, ne renk aşkı ne de başka bir şey. Her şey “tamamen duygusal” olarak neticeleniveriyor.
Siz de duygularıyla oynanmış, kirletilmiş bir mendil gibi kenara fırlatılmış kalıveriyorsunuz.
****
Maçları savaş meydanına çevirip de kafa göz yaranlar; bu memleketin hepsinin sizin tuttuğunuz takımı tutmaları mümkün değil, biliyorsunuz değil mi?
Maça gelmeden önce içip içip döner bıçağıyla maça geleceğinize, alın yanınıza çoluk çocuğunuzu, giyin formalarınızı, takın şapkalarınızı, bakın keyfinize.
Orası er meydanı değil.
Öyleyse bile oradaki “er”ler sizler değilsiniz.
Yapacağınız tek şey üzerlerine düşen vazifeyi yerine getirmeye çalışan oyuncuları desteklemek.

Ben'ce;
Taraftarsız maç hiçbir şeye benzemez.
Yeter ki taraftarlar statları yaratıcı sloganlarla ve hayran olunası pankartlarla bezesinler.
En mühimi de;
Yenmeyi de, yenilmeyi de aynı oranda hazmedilebilsinler...

14 Nisan 2012 Cumartesi

Bu çocuğu kim yetiştirdi?


Yumurta mı tavuktan çıkar tavuk mu yumurtadan çıkar sorusu yıllardır insanları meşgul edip durmuştur.
Kimisi yumurta tavuktan çıkar der, kimisi de tavuk yumurtadan.
Yumurta tavuktan çıkar, orası kesin.
Lakin yumurtadan her zaman tavuk çıkmaz, orası da kesin.
Tabi bu arada bu polemiğe girmeyip, yumurta üretimi konusunda üzerine düşen vazifesini eksiksiz ifa eden horoz’u da unutmayalım...
****
Cevabını bir türlü netleştiremediğimiz konulardan birisi de çocuğu yetiştirenin sadece "anne" olarak belirlenmesi...
Erkek şiddetinin kol gezdiği bugünlerde annelerin iyi erkek evlatlar yetiştiremediğinden söz edip duruyoruz. Onları da yetiştiren biz kadınlar isek demek ki bizler işimizi iyi yapamıyoruz.
Peki biz kadınlar çocuk sahibi olduktan sonra çocuklarımızı da yanımıza katıp, gidip başka bir gezegende mi yaşıyoruz?
Biz kadınlar evlenmeden önce evlilik olarak neyi görüp neyi belliyoruz?
Biz kadınlar “sen kızsın” denile denile her yerden el çektirilmiyor muyuz?
Biz kadınlar sürekli bir baskı altında, sürekli savunmada, sürekli ürkek, sürekli korkak yetiştirilmiyor muyuz?
Haliyle siz bizi nasıl yetiştiriyorsanız, biz de çocuklarımızı öyle yetiştiriyoruz. Şu durumda bizden daha fazlasını beklemeye kimsenin fazlaca bir hakkı yok...
Bu sindirilmişlikle bazen ezilmişliğimizin hırsını çocuklarımızdan alıyoruz, bazen de ezilmişliğimize çocuklarımızı ortak ediyoruz.
Çocuklar da genelde anneyle daha çok zaman geçirdikleri için, annenin huyunu suyunu almaları kaçınılmaz oluyor.
****
Şu çağda dahi “Baba beni okula gönder” kampanyaları yapılan bir memlekette yaşıyoruz.
En temel hak olan eğitim hakkını bile yalvar yakar sağlamaya çalışıyoruz.
“Haydi kızlar okula” diyenler zındıklıkla suçlanıyor.
Kardelenler'i yaratanlar dinsiz imansız ilan ediliyor...
****
Kişiler böyle düşünebilir. Kabûl...
Kişiler kız çocuklarını henüz çocuk yaşta evlendirip başlarından atmak isteyebilir. Okula yollamak istemeyebilir. Kabûl...
Bu onların cehaletini ve yaşadıkları bölgenin -yazılı olmayan ama baskın olan- kanunlarını gösterir.
Fakat devlet böyle düşünemez...
Devlet; toplumun iyileştirilmesi için her bireye ayrı ayrı ve cinsiyetine bakmaksızın eğitim vermek zorundadır.
Devlet; kız çocuklarının sadece cinsiyetlerinden dolayı hayatın dışına itilmesine izin vermeyip, onları da fırsat eşitliğinden yararlandırmalıdır.
Ve bunu kızlara bir lütuf olarak değil de, olması gereken olarak yapmalıdır...
Ağasına babasına bakmadan devlet politikası olarak kız çocuklarının eğitimine el atmalıdır, atmalıdır ki o kız çocuklar gün gelip de anne olduklarında ruhları sağlıklı evlatlar yetiştirebilsinler.
Bu iyileşme sihirli değnek değmişsecine bir anda olmasa da, zaman geçtikçe nesiller iyileşmeye başlayacaktır.
Yoksa; erkeğin her şekilde baskın olduğu bir ailede kadının esamesinin okunması mevzu bahis olamaz.
Çocuklarının gözleri önünde yerden yere atılan kaşık düşmanını kim anne olarak sayar, kim anne olarak sözüne itibar eder. Üstelik bu şartlarda o kadının itibar edilebilecek bir fikri oluşabilir mi?
Oluşmaya başlasa bile eminim ki o fikir daha fazla palazlanmadan hemen oracıkta boğazlanıverir.
O kadın; bütün bedenini ve bütün maharetlerini hizmet etmeye adamış, hizmet ettikleri tarafından da kullanılması gereken bir “mal” dan öteye geçememiştir.
****
Demem o ki; çocuk yapma işini nasıl sadece kadın tek başına gerçekleştiremiyorsa, çocuk yetiştirmeyi de bir tek kişinin üzerine yükleyemezsiniz.
Bu demek değil ki erkek olarak çocuğun altını sen de değiştir, sen de yemeğini yedir, sen de yüzeysel bakımı üstlen.
Somut işlerde de işbirliği önemlidir. Ki üstelik keyiftir de.
Bir çocuğun büyümesine şahit olmak ve her evresini paylaşmak çocuk ve ebeveyn arasındaki bağı da güçlendirir.
Çocuğun yetiştirilmesinde esas önemli olan aile birliğini oluşturup, sevgi dolu, saygı dolu bir ortam sunmakta.
Çocukları güzel bakan bir "Dört göz" arasında büyütmekte...
****
Düşünün bir, denizin ortasındaki bir sandalda tek kürekle ilerleyebilir misiniz?
Ben size söyleyeyim, ilerleyemezsiniz ve olduğunuz yerde döner durursunuz.
Küreği bir sağ ıskarmoza, bir sol ıskarmoza takarak yol almaya çalışırsınız belki ama o zaman da çok emekle çok az iş yapmış olursunuz.
Bacaklarınızdan birisi olmadığında da yürüyemezsiniz değil mi? İlla ki olmayan bacağın yerine bir yol bulur ve iki bacaklı olursunuz.
Bilirsiniz ki yürümek için iki bacak lâzımdır.
Demek ki; çocuk yapmak için iki kişi lâzımsa, çocuk yetiştirmek için de iki kişi lâzımdır...
(Bu arada; birbirlerinden boşanmış olsalar dahi çocuklarından boşanmamış ve gözlerini de ellerini de çocuklarından çekmemiş insanların ebeveynlikleri, dört göz arasında çocuk büyütmek adına her türlü rezilliğin yaşandığı evliliklerdeki ebeveynlerden evladır. Bunu da es geçmeyelim)
"Ben çocuğuma hem analık hem babalık ettim" diyenlere de inanmayalım.
Dönüp bunu bir de çocuğa soralım...
****
Ben'ce;
Bir çocuğun yetişmesi için herkes elinden geldiğince emek verir ve katkı sağlarsa, “Ben yaparım sen bakarsın” diyerek kestirip atmazsa, iyi yetişmiş çocukların iyi gençlere ve dolayısıyla iyi bir topluma dönüşeceği gözardı edilmezse, içinde bulunduğumuz şiddet ve cinayetler çağı da kendiliğinden sona erecektir.
Kendine güvensiz ve komplekslerle dolu cahil insanların oluşturduğu, çevresine ve çevresindeki canlıların her türlüsüne saygısız hale gelmiş bu toplum yerini; kendi halinde yaşayan, sakin, neşeli, sevgi ve saygı dolu bir topluma bırakacaktır.
Ki çağ artık onu gerektirmektedir...
Bunların hepsi hayal mi dersiniz?
Bilmem...
Bildiğim tek şey, her şey önce hayal etmekle başlar...

7 Nisan 2012 Cumartesi

Doğuştan Dijitalgillerden misiniz?

Pek çok yazımda bahsedip duruyorum ya "Bu çağın çocukları teknoloji çağı çocukları, onların içine doğdukları bu çağı bir tarafından yakalayamazsak aramızdaki uçurum gittikçe derinleşir" diye.
İşte bu konu üzerine bir festival düzenlenmiş geçtiğimiz günlerde.
Türkiye'nin ilk dijital festivali: "GDOL"
"Generation Do It Onliners"
Yani "Doğuştan Dijital"ler...
Gün boyu büyük keyif alarak izlediğim canlı yayını keşke herkes izleyebilseydi de bu devrin çocuklarını çok daha iyi algılayabilseydi demiştim.
Hem ebeveynlerin hem de yöneticilerin dikkatle izlemesi ve var olan sistemleri bu çağa göre yeniden şekillendirilmesine bir hayli yardımcı olacak bir programdı.
Okuma yazma dahi öğrenmeden her türlü teknolojik aleti son derece doğal kullanabilen doğuştan dijital yeni nesle eski sistemlerle ulaşmak ne yazık ki artık mümkün değil...
****
Bu programda yer alan terimlere göre kimler onliner, kimler offliner bir bakalım bakalım...
90 sonrası doğanlar doğuştan onliners, 90 öncesi doğanlar -bizim gibi- yarı onliners, yarı offliners, bizim dönemde ya da daha öncesinde doğsa da teknolojiyle arası nahoş olanlar offliners.
Her çağ kendi neslini yaratırken, kendi döneminde çağdaş olarak nitelendirilen bir önceki nesli hızla çağ dışı bırakıyor.
Hepimiz coşkun akan bir nehirdeymiş gibi bu çağın içinde sürükleniyoruz. Nehrin akış hızını ayarlayan nesil bizi de önüne kattı ve bize bilmediğimiz bir dünyanın kapılarını açtı.
Bu kapıları açarken ilk vurguladığı şey de; bilgiyi öğrenmek değil, bilgiye ulaşmayı öğrenmek oldu...
O sebeptendir ki bilgi yarışmalarında bilgiye ulaşmayı bilen yeni nesil değil, bilgiyi öğrenmiş ve sindirmiş olan eski nesil çok daha başarılı...
Eminim ki zamanla sadece bilgi yarışmalarında kullanılabilecek özelliklerle dolu bu insanlar ortadan kalkacak ve bilgi yarışmaları da şekil değiştirecektir.
Belki de gündeme "Bilgiye İlk Kim Ulaşacak?" yarışmaları gelecektir...
Hattâ o bile ortadan kalkacak, bu tarz yarışma programları gelecek nesiller tarafından şaşkınlıkla ve hayretle izlenecektir.
****
Teknolojiyle ilk tanışması radyo olan ve o minicik kutuda koskoca bir dünya keşfeden insanların şimdiki teknolojiye akıl-sır erdirememesi elbette ki çok normal.
Ardından gelen televizyon. Santrale gerek kalmadan bağlanan telefonlar. Derken bilgisayarlar, derken koskoca bir bilgisayarı minicik bir alana sığdıran cep telefonları. Ipodlar, Ipadler, tabletler ve akıl almaz bir hızla her gün yeni bir özellikle karşımıza çıkan marifeti büyük kendisi küçük her türlü teknolojik alet....
Pek çok kişi ret de etse, aslında herkes bir şekilde bu çağın tam da ortasında.
****
Hatırlıyorum da; Uzay Yolu dizisini izlerken gördüğümüz bilgisayarları taklit ederek, mukavva kutulardan bilgisayarlar yapıp "Uzay Yoluculuk" oynardık çocukken.
Her şey iyiydi güzeldi de, "ışınlanma" olayını bir türlü çözememiştik...
Gün geldi dünya cebimize girdi.
Hologram mevzusunu saymazsak ışınlanma konusu hâlâ çözülmedi...
"Onliner"lar'dan olmamın ilk adımı Uzay Yolu idiyse de, ikinci adımı ilk bilgisayarımız olan Commodore 64'ün eve gelişi idi. İnterneti ve kasası olmayan o ilk bilgisayarda tanışılan ilk Basic dili terimleri. Ping'ler, poke'lar."?" leri, "data'lar ile farklı bir dünyanın aralanan kapılarından içeri sızmak beni büyülemişti...
Neredeyse kırılacak kadar kuvvetle asılınan ve bütün hırsın Joystick'ten alındığı atari oyunları. Pit Stop, Choplifter, Saucer Attack...
Game Boy'un ortaya çıkışı ve çılgınca bir bağımlılıkla oynanan Tetris... Kırılan rekorlar, level üstüne level atlamalar.
Pac Man, Dr. Mario ve daha niceleri...
Ve sonra gerçek bir bilgisayarın başına oturma. Bilgisayarda delicesine oynanan strateji oyunu Age of Empires. Bakılan her yerde görülen askerler, kulaktan gitmeyen madende çalışanların kazma kürek sesleri ve oyunlardan sıkılıp başka mecralar arama.
ICQ günleri, MSN, Facebook, Twitter, Whatsapp, Viber, Tango...
Ve işte kablosuz ama neredeyse sürekli şarjda aletlerle dolu, iletişimde sınır tanımayan teknoloji çağı...
****
Öğretmenin sorduğu;
"Edison elektriği bulmasaydı ne yapardık?" sorusuna
"Televizyonu mum ışığında izlerdik öğretmenim!" diyen, gözünü televizyona açmış çocuğun verdiği cevap ne kadar da doğal değil mi?
Şimdiki zamanda gözünü dijital çağa açmış bir çocuğa yöneltilecek "Vinton Cerf interneti icat etmeseydi ne yapardık?" (Ki Vinton Cerf, 1970'lerde genç bir matematik mühendisi iken, kulakları duymayan karısı dünyayla rahat iletişim kurabilsin diye interneti icat etmişti.) sorusunun cevabı ne olurdu acaba?
Çocuktan önce kendimize soralım;
Sahi, ne yapardık?

Sosyal Medya ve Dijital Dünya Yazılarım
Teknoloji / 16 Ekim 2010
İnternet Çocukları / 10 Mayıs 2011
Kaset sardı! / 3 Ağustos 2011
Doğuştan Dijitalgillerden misiniz?
 / 7 Nisan 2012 
Teknolojik Kutlamalar / 18 Ağustos 2012
Her çıkışın var inişi / 16 Ekim 2012
Dijital Teşhir Çağı / 19 Ekim 2012
İnternet Çocukları ‘TIK’ladı / 2 Haziran 2013
Star Wars ‘OUT’, Siber Wars ‘IN’ / 28 Eylül 2013
İnterneti değil elektriği yasaklayın, rahatlayın!
 / 17 Ocak 2014
Ey ahali, bir bakın buraya!
 / 30 Ocak 2014
Yasaklara uyalım, uymayanları sallandıralım! / 8 Şubat 2014
Sosyal Medya Çöplüğü / 29 Mart 2015
Örgüden ayakkabı, kumaştan kaporta, ağdan bahçe / 12 Nisan 2015
X, Y ve Z’nin değerlerini bulunuz
 / 24 Mayıs 2015
Facebook Mezarlığı / 22 Temmuz 2015
Duyarsız Duyarlı / 12 Eylül 2015
Takdir alsan ne yazar / 27 Ocak 2016
Like and Share
 / 2 Şubat 2016
Zaytung dükkânı kapatsın! / 3 Mart 2016
Bilişim kaçıyor, hukuk kovalıyor
 / 23 Mart 2016
1. Robot Kaynakları Zirvesi ne zaman abi? / 1 Haziran 2016
Ne çektin be dostum!
 / 3 Haziran 2016
Dış çekim şeysi / 2 Ekim 2016
Çuvaldız Lazım Çuvaldız!
 / 24 Aralık 2016
Ey inananlar, korkmayın!
 / 9 Ocak 2017
İnternetime dokunanı buldum! / 25 Ağustos 2017
Roadster’ı alan Üsküdar’ı geçti / 7 Şubat 2018
Dijitalleşmeye Mecburuz! / 14 Kasım 2018
Bugünün Ötesi Neresi? / 31 Ekim 2018
Öğretmenler, dünya koptu gidiyor! / 22 Kasım 2018
‘Misinformation’larınızı kendinize saklayınız / 2 Aralık 2018
Kozan Demircan ile Geçmişten Geleceğe / 13 Aralık 2018
ZOOM’dan ZONK’a / 13 Mayıs 2020
Eyyy Sosyal Medya! / 2 Temmuz 2020

4 Nisan 2012 Çarşamba

Sınavı hazırlayanlar ile sınava hazırlananların savaşı

Sınavdan çıkan kız gözyaşları içinde babasına sarıldı. Bir yandan hıçkırırken, diğer yandan da "O paragrafları kim yazdıysa...." diye bir şeyler söylüyordu kesik kesik.
Çocuğunun sınavdan çıkışını bekleyen velilerden birisi ağlamaktan konuşamayan kızın o haline karşılık, biraz da alay edercesine; "Sen iyi hazırlanma da..." cümlesini geveledi ağzında...
O anda anladım ki bu sınavda da yine bir şeyler ters gitti...
Sınavdan çıkan diğer çocukların yüzlerinde de anlamsız ve donuk bir ifade vardı. Gözleri dönmüş, şaşkın mı yorgun mu anlaşılamayan bir ruh haliyle sersem bakışlarla ailelerini arıyorlardı.
Ardından kendi oğlumu gördüm.
Gördüm ve çukura kaçmış ve ölgün bakan gözlerinden içeride yaşadığı hayalkırıklığını anladım...
"Sınav zor muydu?" dediğimde, "Zor değildi. Sadece, Türkçe soruları ve cevapları anlaşılmamak ve cevaplanmamak kaydıyla hazırlanmıştı sanki." dedi...
Öğretmenler ve diğer sınavzedelerle yapılan konuşmalarla ve basında çıkan haberlerle büyük çoğunluğun aynı durumda olduğunu görmek de onun için yeterli bir teselli olmadı.
Şaşkınlığı ve üzüntüsü üzerine kesif bir bulut gibi çöktü kaldı...
****
Her sene bir başka vukuata imza atan sınav sistemi bu sene de hiç beklenmedik bir yerden vurmuştu.
Sağ gösterip sol çakmıştı.
Kafalar allak bullak edilmiş, beyin loplarında kullanılmaya hazır halde bekleyen bütün bilgiler beyin kıvrımlarının arka sokaklarına kaçıp gözden kaybolmuşlardı.
Bu sarsıntıdan çabuk sıyrılan kaçıp kurtulmuş, diğerleri batağa saplanıp kalmışlardı...
Bilgisine ve emeğine güvenen bütün çocuklar büyük bir hayalkırıklığı ile baş başa kalmış, kendilerine olan güvenleri zedelenmişti...
Kendilerine olan güvenlerinden ziyade sınav sistemine ve soruları hazırlayan kuruma, yani devletlerine olan güvenleri de sarsılmıştı.
Kendilerinden önceki bütün öğrencilerin geçtiği bu yoldan şimdi de onlar geçiyordu işte...
Farklı yazılan senaryolarla oynanan oyun, hep aynı oyundu sanki...
****
Ben'ce;
Bu soruları hazırlayanlar şunu gözden kaçırıyorlar ki, 90'lı yıllarda doğan çocuklar hız ve teknoloji çağının tam da ortasına doğdular.
İletişimden ulaşıma, yemekten ilişkiye her şeylerini son derece hızlı yaşayan bu neslin oturup uzun uzun kitaplar okuduğuna pek rastlamazsınız.
Daha çok görsel ve işitsel bir ortamda büyüyen bu çocukların aralarındaki konuşmalar da en kestirmesindendir.
Aralarındaki mesajlaşmalarda ne dediklerini anlamak özel bir kurs gerektirir.
Sesli harflerin kullanılmadığı, her şeyin en kısa yoldan anlatıldığı, onlara normal lâkin bizlere anormal gelen bu durumdan kendileri son derece memnun tabii.
Bizim özene bezene yazdığımız, imlâ kurallarına ve noktalamalara son derece dikkat edilmiş telefon mesajlarımız da onlara anormal geliyor.
Bizim önemsediğimiz bütün o ayrıntıları onlar zaman kaybı ve lüzumsuz enerji harcaması olarak görüyorlar...
****
İçinde büyüdükleri hız çağının erişkin çocukları okumanın keyfini bilmedikleri gibi, okumanın ve doğru anlamanın her şeyin başı olduğunu da bu hız içerisinde kaçırıyorlar.
Sistem onları bir yandan hızlı test çözmeye ve alınacak puanlara yönlendirirken, bir yandan da başka bir sistem önlerine (onlara göre) zaman kaybı yaratacak sorular sürüyor.
Yaşadıkları, öğrendikleri ve maruz kaldıkları birbirinden farklı olduğu anda elbette dağılma da kaçınılmaz oluyor.
****
Bu sınavın büyük kalburundan elenmeyerek kalburun üzerinde kalanlar, daha sık gözenekli bir elekten geçirilecekleri sınava doğru daha hızlı ve daha yoğun bir şekilde hazırlanmaya devam edecekler.
Kendilerine öğretilenlerden farklı bir uygulamaya tabi kaldıklarında şaşırmayacak ve afallamayacak kadar soğukkanlı olabilecekler mi bilmem...
Bildiğim tek şey,
Bu belirsizlik içerisinde çocukların da, ailelerin de, öğretmenlerin de çaresiz kaldığıdır...
Ve;
Sınavı hazırlayanlar ile sınava hazırlananların arasındaki hayata bakış açısı ve hayatı yaşama farkı bu çaresizliğin temelindeki en büyük etmendir...