25 Temmuz 2017 Salı

Neden yapıyorsun annem?

Atatürk'ü ve Kurtuluş Savaşı'nı müfredattan çıkartmakla, 'cihat'ı müfredata sokmakla, bilimden uzaklaşmakla, evrim teorisini reddetmekle, fetö diye diye yıllarca fetö karanlığını anlatmaya çalışmış gazetecileri içeriye alıp, fetöyle yatıp fetöyle kalkanlara kucak açmakla, bırak gazetecileri, altı sene önce evine parke yaptırdığı parkecinin oğlunun yemek yediği lokantanın sahibi fetöcü çıktı evine parke yaptırmaktan başka suçu olmayan birini dokuz ay içeride yatırmakla, bu arada en hakiki öz "ana"-"baba" fetöcülere el sürmemekle, din diye milletin önüne sürdüklerinden ötürü milleti dininden imanından soğutmakla, gelene gidene çakıp sonra da onlarla kanka olmakla, daha sayamadığım onca abuklukla milletin ayarlarıyla bu kadar oynamakla ne yaptığını sanıyorsun?

Söyle bakalım; sen bunları ne için yapıyorsun?
Memleketi kurtarmak için mi?
Yoksa herkesi kendimize, hâttâ bizi bize düşman ederek memleketi toptan batırmak için mi?

Dahili ve harici düşmanlarımıza bu kadar koz vermesek de vatan aşkına hepimiz el ele olsak diyorum.
Ha annem...

23 Temmuz 2017 Pazar

Daha kaç Meşrutiyet?

İnsanın içinde haber alma ve haber yayma güdüsü olduğu sürece gazetecilik hiç bir şekilde engellenemez. Buradan engellersin, oradan çıkar sesi. Gider birini satın alırsın, satın alamadığın yayınlar haberi.
Gazetecinin toplum üzerindeki gücünü bilir ve gazeteciyi engellemek ile desteklemek arasında gider gelir "akıl".
"Benim istediklerimi yazarsan desteklerim, yazmazsan engellerim" der.
Doğruları araştırıp halkın önüne koyanlardan hiç hazzetmez mesela. O yüzden de önce ben bir okuyayım, izin verirsem yayınlarsın der. Yeni de değil, evvel ezel der bunu.

10 Mayıs 1876'da başlayan bir uygulama ile Osmanlı'da çıkan tüm gazeteler sansür memurlarının denetim ve kontrolünden geçtikten sonra yayınlanıyordu. 
Bu uygulama İkinci Meşrutiyet'in yürürlüğe girmesi ile birlikte 24 Temmuz 1908 tarihinde sona erdi. 25 Temmuz 1908 günü yayınlanan gazeteler ve gazeteleri okuyan halk başka bir ülkeye açmışlardı gözlerini.

O günden bu yana jurnalcilik ve sansürleme sona erdi, gazetecilik de özgürleşti zannetmeyin.
Göz açacak kişileri ve açılmış gözleri hiç sevmez büyük ağabeyler. Kapalı olmasalar da en azından aralık dursunlar, her şeyi görmesinler isterler. İşlerine karışılsın istemezler.
Doğruları söyleyecek birilerine ihtiyaç vardır oysa. 
Tebdil-i kıyafet bir halde halkın arasına karışamıyor ve halkı dinleyemiyorsan, hafiyelerine dinlettiklerini değil, bağımsız dinleyicilerin dediklerini dinleyeceksin.
Söylenenlerin arasında özellikle de "işine gelmeyenlere" dikkat kesileceksin.
Kesileceksin ki nerede durduğunu bilesin...
****
Heyhat;
Bugün yine aynı yerdeyiz.
Yıllar öncesi konuştukları için öldürülen onlarca gazeteci bir yana (ki bugün onların ne kadar doğru konuştuklarını daha iyi anlıyoruz); kimisi gazetecilik vasıflarını kaybetmiş, kimisi sapına kadar gazeteci, kimisi satılmış, kimisi satın alınamamış gazetecilerle dolu hapishaneler. (BİA Medya Gözlem Raporuna göre 2017'nin ilk üç ayında 118 gazeteci hapiste.) 
BaĞzıları ise yeni duruma göre hemen pozisyon almışlar ve ekranlarda yeni kimlikleriyle program yapmaya devam ediyorlar. Halkın gözünde itibarları sıfırdan eksiye düşmüş, kimin umurunda...

Eskiden kendi taraflarına çekemedikleri için tehlikeli buldukları gazetecileri "Ya ölüsün, ya diri!" deyip öldürürlerdi. Öldürdükleri isimlerin efsaneleştiğini gördüklerinden beri ise itibarsızlaştırmayı hedefler oldular.
Gazetecilikte belirleyici olan sadece bir tane kural var şimdi; 
"Ya benden yanasın, ya da düşman!"
Açılımı:
"Ya toksun, ya aç!"

Medya patronlarını bilemem.
Ya medya çalışanları ne sizden ne de düşmanınızdan yanaysa ve sadece ama sadece "adalet ve liyakat" arıyorlarsa.
İşlerini yaparken de HÜR olmak istiyorlarsa.
O zaman soralım:
Basının HÜR olabilmesi için daha kaç Meşrutiyet ilan edilmeli acaba?
****
İnternet gazeteciliği bir yandan, Blogger'lar bir yandan, yurttaş gazeteciliği bir yandan basında oluşan bu boşluğu ellerinden geldiğince dolduruyorlar şimdi. Doldururken de zaman zaman dozu aşırıp bilgi kirliliğine neden oluyorlar.
Onlardan dahi korkuluyor ve sosyal medya yasaklanıyor, internet kısıtlanıyor, yollar daraltılıyor, lakin bu akış bir türlü durdurulamıyor.

Bilinmez mi geçiş yolları daraldığı kadar taşkın akar minicik dereler.
Düzlüklerde ise sakin ve aheste salınır o koskoca nehirler...

21 Temmuz 2017 Cuma

Öküz başını salladı

Bir sel felaketi oldu,
Ardından bir de deprem oldu, 
Art arda gelen iki felaket sonrası bir kısım akılda frenler boşaldı.

İstanbul'a gök yarılmış gibi yağan yağmurun ve dolayısıyla selin oluşmasının sebepleri insan elinden çıkmaydı.
Bodrum'daki depremı ise (türlü çeşit komplo teorileri olsa da) bir çeşit doğa olayı idi. Oluşan kırılma ile yer yerinden oynamış, haliyle üzerindekileri de oynatmıştı.

Zahmet edip Google Earth'den bakacak olursanız o coğrafyanın zaten depremlerle şekillenen canlı bir coğrafya olduğunu görürsünüz. 
Ben ekrandaki o görüntüye her baktığımda Akdeniz'deki ve Ege'deki suların bir saatliğine çekildiğini hayal ederim mesela.
Türkiye'nin batı sahillerinden Yunanistan'ın doğu sahillerine kadar olan kısmın aslında bir yayla olduğu çıkıverir ortaya o zaman. 
Antalya'dan Girit'e ve oradan da Yunanistan'ın en güneyine giden hat da yaylanın bitip, derin uçurumların başladığı yer olarak görünür. 
Yarlardan aşağıya inince oluşan düzlükler de ova misali Kuzey Afrika açıklarına kadar uzanır.
Siz de benimle birlikte bu görüntüyü hayal ettiyseniz Akdeniz'e ve Ege'ye suları tekrar geri dolduralım.
Suları doldurunca bazı yükseltiler su yüzünde kaldı değil mi? Hah işte onlar da tatil için gitmeye can attığımız Yunan Adaları oluyor.
Pek çoğu volkanik olan bu adalar da zamanında bir ateş halinde yeryüzünün derinliklerinden gelerek yükselmişler yeryüzüne. (Sular yokken onların hepsi birer dağ ya da irili ufaklı tepeler idi hatırlayın.)

Şimdi bu coğrafya bu kadar hareketliyken ve dünya da hâlâ canlıyken, kim bilir kaç bin yıllardır yaşanan bu doğa olayını kutsala bağlamak neyin nesi anlamış değiliz.

Musa değneğiyle dokundu da Nil ortadan ikiye mi ayrıldı?
Hz. Muhammed yedi kat göğe mi yükseldi?
Baba olmaksızın bir çocuk daha mı doğdu?
Ne oldu?
Yer sarsıldı, deprem oldu.
Ya da belki öküz başını salladı...

Depremin ardından deprem uzmanları çıkıp konuşur ya, şimdi onlara bir de 'OH OLSUN'cular eklendi. (Ama ne bu şiddet, bu celâl?)

Yorumlara bakarsak Bodrum ahalisi için bir uyarıydı bu.
"Uslu durun yoksa bak HIIIII!!!" demekti. 
Ah bir de yıkım olup yüzlerce, binlerce insan ölseydi ne kadar mutlu olacaklardı ah...

Neyse ki deprem yönetmeliğine uyularak yapılmış binalar ve sağlam zemin can kaybı yaşanmasını önledi. Ki deprem de öyle böyle değildi. Neredeyse 7'ye varan bir şiddetteydi.

Eğlencenin dozunu kaçırıp da tozutan birkaç kişinin vebalini tüm şehre mâl edip, ne turizmi, ne bütün yıl bu tatili bekleyen emekçiyi ve aynı zamanda bütün yıl bu dönemi bekleyen esnafı düşünmeden şak diye verdiler kararlarını.
"Bodrum bunu hak etmişti canım, iyi oldu!"
(Japonlar için ne düşünüyorlar merak ettim. Onlar paso sallanıyorlar malum. Sallanıyorlar ama nasıl oluyorsa yıkılmıyorlar. Bunu da düşünüversin "Oh olsuncu" takımı bir ara lütfen.)

Savaşları çıkartanlar, savaşlarda en vahşi işkenceleri yapanlar, toplumları onulmaz acılara boğanlar, kendinden aciz durumda olan her canlıya musallat olarak insanları genç yaşlı, çocuk çocuk demeden kıyım kıyım kıyanlar, haksızlıklar, adaletsizlikler, hırsızlıklar, tacizler ve tecavüzlerle dolu bir dünya yaratanlar hâlk edilmeyi hak etmedi, Bodrum'un üç beş tane sarhoşu mu etti?
Bu da deprem ile oldu.
Öyle mi?
"Midyat, Seyfo, gülün!" diyesi geliyor insanın ama durum hiç de gülünecek gibi değil.

Peki ya İstanbul o felaketi hak etmiş miydi?
Evet, İstanbul o felaketi hak etmişti.
İklim bozan delirmiş yapılaşması ile, alt yapısının yetersizliği ile, tedbirsizliği ve plansızlığı ile, çığrından çıkmış nüfusu ile sonuna kadar hak etmişti hem de...
****
Toplumlar ilimden uzaklaştıkça yaptıkları işler de öyle sakat oluyor ki, felaketler koşa koşa geliyor başlarına.
İlmin peşinden gitmek yerine kendini hurafelerin kucağına atınca, her işi işinin uzmanı bilim insanları yerine, konudan bihaber "mübarek" insanlara bırakınca felaketlerin koşa koşa gelmeleri de kaçınılmaz oluyor.

Bilimi, ilimi, felsefeyi, sosyolojiyi, yaradılışı, doğayı, dünyayı, en çok da kendini anlamış insanların yarattığı cennette yaşamak yerine, bilimden, ahlâktan, sevgiden, insanlıktan, sevdadan bihaber insanların yarattığı cehennemde yaşıyoruz böylece.

"İlim ilim bilmektir,
İlim kendin bilmektir,
Sen kendin bilmezsin, 
Bu nice okumaktır." 
dörtlüğü ile başlar Yunus Emre bir şiirine,

"Yunus Emre der hoca,
Gerekse bin var hacca,
Hepisinden iyice, 
Bir gönüle girmektir." 
dörtlüğü ile nihayetlendirir şiirini.

İlmini de, dinini de, gönlünü de, insanlığın ile birleştir.
Sen sen ol dört ayağın birini eksik koma.
Yoksa devriliverirsin boylu boyunca...

Kapak fotoğrafı NTV'den alıntıdır.

19 Temmuz 2017 Çarşamba

Yağmur yağdı kaç, kaç kaç!

Kaç kaç kaç,
İster şemsiyeni aç da kaç, ister yağmurun küçük ellerine teslim ol da kaç.
İster yüzerek kaç, ister dalarak kaç. İster tekne ile, ister sal ile, ister yat ile, ister bot ile, ister selde yüzen bir tahta parçası ile, ister fotoğraftaki gibi arabanın seni götürdüğü yere giderek kaç. 
Nasıl kaçarsan kaç ama daha geç olmadan bir an önce kaç.

Tepeden bakıldığında yeşili yok grisi çok bir çakıl taşı tarlasında yaşıyorsun zaten.
Nefes alamıyorsun, toprağa basamıyorsun, gökyüzünü göremiyorsun, denize sahili olan şehirinde denize giremiyorsun, hâttâ denizine bile ulaşamıyorsun.
O zaman da deniz sana böyle giriveriyor işte...

Sen İstanbul'un sadece çilesini çekiyorsun.
Karmaşasını, keşmekeşini, rezilliğini yaşıyorsun.
Bu rezilliği yaşamak için "it" gibi çalışıyor, gün yüzü görmüyorsun.
İstanbul'u gerçek bir İstanbullu gibi yaşayanlara bakıp bakıp iç geçiriyor, sonra da mangalı kapıp Bakırköy sahillerine koşuyor ve tüm İstanbul'u "duman altı" yapıyorsun.
Denizde yüzenlere özenip denize bir hamle ediyorsun, denizde "çimecem" derken, Şile sahillerinde mesela, boğulup gidiyorsun.

Köyünden ayrıldığından beri köylü değil şehirlisin kim sorarsa.
Lakin şehirde de şehirli değil köylüsün hâlâ.
Artık köyünde yaşayamıyorsun ancak şehre de uyamıyorsun. 
Arafta kalmışsın ve debelenip duruyorsun.

Biliyorum; taşı toprağı altın diyerek şehri sana pazarlayanlar seni hep o taşın toprağın arasında yaşattılar, altınları ise hep kendileri kaptılar.
Hayatta kalmak için "kurnaz" olmayı öğrendin sen de.
Bulduğun yeri kapattın, üzerine bir çatı konduruverdin, beş-on yıl sonra konduruverdiğin çatıyı "apartuman"a çeviriverdin, kiraları beş beş toplayıverdin.
Apartuman devri bitince dönüşüme girdin, şimdi de rezidans ağası oluverdin.
De bakem, köyünün yeşilini hiç mi özlemedin de önüne çıkan her yeşili acımasızca budayıverdin? 

Bir bildiği vardı oysa o yeşilin, o toprağın, o çiçeğin, o böceğin.
İklimi düzenlerdi, insanı düzenlerdi, hayvanı düzenlerdi, bitkiyi düzenlerdi. Kısacası hayatı düzenlerdi. 

Şehre uyacağım derken unutmasaydın o hayatı eğer, bugün sokaklarında rafting yapılabilecek azgınlıkta dereler akmazdı koskoca İstanbol şehrinin.
Boyu bir buçuk metreden kısalar sokağa çıkmasın diye uyarı yapılmazdı.
Olur da gemiler yolunu şaşırıp Sultanbeyli'den çıkar diye İstanbul Boğazı gemi geçişine kapatılmazdı.
Otobüs durakları vapur iskelelerine dönmez, otobüsler denizaltılara benzemezdi.
Metro istasyonlarının merdivenlerinden şelâleler akmaz, kimse yerin yedi kat dibinde boğulacağım diye üç buçuk atmazdı.
Taşkın akan sular sebebiyle balçığa gark olan evlerini nasıl temizleyeceklerini kara kara düşünmezdi insanlar.
Vatandaşın hasarı neyse öderiz demiş gerçi belediye, "Parasıyla değil mi!" demiş sanki.
İstanbul Belediye Başkanı Kadir Topbaş'a göre fazla bir hasar da yok zaten.
"Şehrin üst tarafını güzelleştireceğim diye alt tarafını unutmuşsunuz mirim" desek, zinhar kabul etmezler...

O yüzden kaç arkadaş kaç, ardına bile bakmadan kaç hem de.
Git kendini doğanın kollarına bırak. Sakin yaşa, acele etme.
Ancaaak, sakın ola ki gittiğin yeri geldiğin yere benzetme...

Kapak fotoğrafı internetten alıntıdır ve bir "vatandaş gazeteciliği" örneğidir.

17 Temmuz 2017 Pazartesi

Cazdan öte, cazdan ziyade

Uluslararası Bursa Festivali yapılır da festivalde Bursa'nın uluslararası boyutlara ulaşmış bir sanatçısı yer almaz mı hiç?
Bursa Kültür Sanat ve Turizm Vakfı Yönetim Kurulu Başkanı Fatma Durmaz da böyle düşünmüş olmalı ki, festivale Bursa'nın yetiştirdiği, (merhum) Dr. Parkan Sanlıkol ve (kendisine uzun ömürler dilediğimiz) Fethiye Sanlıkol'un 25 yıldır ABD'de yaşayan ve müzik üzerine çalışmalar yapan akademisyen oğulları Mehmet Ali Sanlıkol'u davet etmiş.

"Dreams and Prayers" albümü ile Grammy ödüllerinde finale kalmış olan besteci ve akademisyen Sanlıkol da yanına "What's Next Featuring?" topluluğunu ve Japonya kökenli ABD'li caz akademisyeni ve caz trompet sanatçısı Tiger Okoshi'yi almış gelmiş memlekete.
Ki Sanlıkol'un festivale ilk katılışı değil bu. 1996'da da "Mehmet Ali Sanlıkol and Berklee Band" ile katılmış festivale.

Gelelim konsere:
16 Temmuz gecesi Bursa Açıkhava Tiyatrosu'nda son çalışmaları "Resolution"dan seçkiler sunan bu ekip, kendilerini izleyenleri adeta mest etti doğrusu. 
Sahnede eline bir enstrümanı alıp diğerini bırakan Multi Enstrümantalist Sanlıkol'u görünce, 'Mehmet Ali'nin çalmadığı bir enstrüman var mı acaba?' diye sordum bir ara sevgili Sezan Kaya'ya, "Maşaallah" dedi sadece. Sessiz ve mini fikir teatimizde Sanlıkol'un sesinde ve müziğinde duyduğum ilahi lezzetten bahsedince, babasının vefatının ardından yapılan duada, mevlidi oğul Sanlıkol'un okuduğunu da söyledi Sezan Hanım.
"Ne muhteşem bir veda" dedim kendi kendime...

Mikrofon başındaki ses o kadar yükseklerden geliyordu ki, insanın içine işliyor ve insanı geldiği yükseklere davet ediyordu. 
Türk müziği tınılarının caz ile buluşmasında Türk müziğinin detaylarını yakalayabilen, klavyesi olmayan ve dümdüz bir yüzeye sahip olan enstrüman olan "Continue Fingerboard"ı da çalan Sanlıkol, bir yandan da bu enstrümanı tanıtarak ses ile müziğin en yakın biçimde nasıl örtüştüğünü gösterdi.
Piyanodan cümbüşe, neyden zurnaya, klavyeden vokale uzanan yolculukta kendisine trompette Tiger Okoshi ve Sam Dechenne, klarnet ve alto saksafonda Mark Zaleski, soprano ve tenor saksafonda Aaron Henrytrombonda Bulut Gülen, bas klarnet ve bariton saksafonda Melanie Howell Brooks, elektrik basta Alper Yılmaz, perdeli ve perdesiz gitarda Cenk Erdoğan, piyano ve klavyeli çalgılarda Adem Gülşen, bateride Bertram Lehmann, kudüm, darbuka ve vurmalı çalgılarda da George Lernis eşlik etti.

Sanlıkol zurnasını üflerken Osmanlı Yeniçeri Askeri Bandosu Mehteran'ın o eşsiz coşturucu müziğine ve Osmanlı'nın 600 yıllık tarihine gittik. O tarihin içinde Mehteren'la sefere çıkan dedelerimiz vardı; ki bazıları savaşta toprağa düşüp şehit, bazıları da gazi olan. Genetik kodlarımızdaki tarih ile kanımız kaynadı elbet.
Öyle ki; kılıç kuşanıp yeni bir sefere çıkasımız geldi.
Tasavvuf, Klasik Türk Müziği, Caz ve Mehter iç içe geçmiş, notalar ahenk içinde dans ediyordu. Zaman zaman cazın doğaçlaması ile alıp başını gidiveren sololara hayran kalmamak ne mümkündü...
Hele de New Orleans Çiftetellisi'nde omuzlar kıpırdanmaya, eller tempo tutmaya başlayıverdi.
Türk olur da 9/8'e, 7/8'e duyarsız kalır mı hiç?
****
Bu yazıyı yazmak için klavyemin başına oturup Mehmet Ali Sanlıkol'un çalışmalarına internetten göz atarken, Cazkolik.com isimli internet sitesinde kendisi için yazılan "Aranan Türk Cazı bulundu mu?" başlıklı yazıyı okudum. 14 Temmuz'da yayınlanan yazıda, 24. İstanbul Caz Festivali kapsamında Zorlu PSM Drama Sahnesi'nde performans sergileyen Mehmet Ali Sanlıkol ve What's Next projesi ile Resolution albümü hakkında detaylı ve usta yorumlar vardı. 

Yurt dışında yayınlanmış pek çok makale ve pek çok video da vardı internette.
Yazılanlara bakınca, hem Türk, hem Bursalı, hem de Sanlıkol ailesini tanıyor olmaktan gurur duydum kendimce.
"Şu Yalan Dünyadan bir Parkan Sanlıkol geçti" demiştim hani bir yazımda, Parkan Amca geçerken ardında Mehmet Ali'sini bırakıp da geçmiş dedim bu konserin ardından.

Taklit değil de özgün olan işler hak ettiği yerlere ulaşıyordu işte sonunda.
Ve hedefi olmayan sonsuz bir yolculuktu bu. 
Doğurganlığı da hedefsizliğinden ve sonsuzluğundan geliyordu...

15 Temmuz 2017 Cumartesi

İllet-i zillet

Neşter yemek istemiyorsa hastalanmamaya bak.
Kendine iyi bak yani. 
Abuk subuk şeylerle teşne olma mesela.
Sigaranın zehrini kendine dost sanma, şekerin zihnini açacağı yalanına zinhar kanma.
İyi beslen, hareket et, kaslarını çalıştır, kemiklerini güçlendir, zinde ol, zinde kal, bütün gün miskin miskin aynı koltuğa yapışıp kalma.
Heyecanlı ol, neşeli ol, eğlenceli ol, sorun yaratıcı değil sorun çözücü ol.

"Sağlam kafa sağlam vücutta bulunur" dememiş miydi Atamız?
Hah işte, bunu kendine düstur edin. 
Ruhun iyiyse bedenin iyidir, bedenin iyiyse de ruhun.
Hastalık bir kez yerleşti mi içine, uğraşır durursun arınmak için.
O sebep, önce hasta olmamaya bak...

Bak mesela yıllardır için sinsi sinsi, hâttâ daha sonra açık açık yerleşen illetten arınamıyorsun şimdi.
Öyle arsız bir illet ki bu, bedeninin en kılcal damarlarına kadar, hücrelerinin en ince duvarlarına kadar zerk olup yerleşmiş. Seni ele geçirmiş, sen olmuş.
Gel gel diye çağırdığın, onunla zevklendiğin günler, onun dostluğuna sarıldığın günler iyiydi tabi.
Nereden bilecektin senin bedeninden beslenen bu illetin gün gelip de bedenini ele geçirmeye kalkışacağını, nereden bilecektin faturanın bu kadar ağır çıkacağını?
Kahkahalar atıp gücüne güç katarken olacak şey miydi şimdi bu?

Şimdi bu illetten kurtulmak için ne yapacağını, nereni kesip biçeceğini şaşırıyorsun.
Mübarek illet öyle bir değişim ustası ki, şekilden şekile giriyor.
En yakınında geziyor da ruhun duymuyor.
Sen böbreğine saldırıyorsun o gidip midene yerleşiyor.
Midenden ciğerine, ciğerinden gözlerine zıplıyor.
Büyük bir kaçma kovalamaca yaşanıyor bedeninde.
Damarlarında ordular koşuyor delice. 
Orduların içine karışıyor düşman.
Sanki senden yanaymış gibi davranıyor. 
Kandırıyor, aldatıyor, mübarek mutasyonda sınır tanımıyor.
Sen yanlış yerlerde dolanırken o kendini besleyip güçlendirecek köşelere siniyor.
Sen onu yakalayacağım derken bedenini delik deşik edip kanatıyorsun, o zevkten dört köşe oluyor.
Sen tam yakaladım dedikçe o su olup ellerinden akıyor, sonra karşına geçip adeta nanik yapıyor.

Sokmayacaktın o illeti içine demiştik ya, olmuş artık.

Şimdi bir dur düşün, akla karayı, dostla düşmanı karıştırma, yalan yanlış her söylenen söze kanma.
İyi bir doktora git, verilen reçeteyi uygula, kararlı ol.
Yaşamak için bir bedene muhtaçsın. 
Atalarından kalmış kıymetli bir bedene sahipsin, ona iyi bak, onu senden sonrasına sağlam bırak.
Karşında senin de gayet iyi tanıdığın korkunç bir illet var.
Hâlâ daha bu illeti beslemeye devam edeceğine, adil ol, akil ol, sessiz ve sakin ol. 
Fazladan düşman yaratma, bedeninin sesine kulak ver, onun güvenini kazan, ona iyi davran.

O sana söyleyecektir ne yapman gerektiğini.
Dinlemezsen eğer kan kaybından öleceksin.
Kendi kanını içe içe, kendi etini yiye yiye öleceksin.

Seni yaşatmak için verilen onca şehide, akan onca kana, çekilen onca acıya karşılık senin bu bedeni yok etmeye hakkın yok. 
Sen bu bedeni korumakla mükellef akılsın, kendini öldürme.
Koruyamıyorsan da, çekil kenara, bu bedeni daha fazla üzme...

(kapak fotoğrafı louisan.info sitesinden alıntıdır)

13 Temmuz 2017 Perşembe

Kiziroğlu Mustafa Bey mi?

15 Temmuz afişlerini onaylayan tek bir kişi görmedim daha...
Neden ama o zaman?
Kimin aklı bu?
Kim attı bu kadar akılsız bir işe imzayı?
Kim tepesine çöktü grafikçinin de kim dedi şunu şöyle yapacaksın diye?
Kimin aklına geldi Körfez Savaşı'naki askerin görüntüsünü 15 Temmuz afişlerine 'montelemek'? Kim bu kadar hafife aldı bu milleti? Kim anlaşılmayacak sandı?
Çakmalığı ayrı, askerlerimize ve şehitlerimize yaptığı adaletsizliği ve haksızlığı ayrı, kaş yaparken göz çıkartması ayrı...
Dünyadan habersiz erlere saldıran akıl, o erler şehit olduğu zaman "Şehitler ölmez vatan bölünmez" diye slogan atmıyor mu? Canları Mehmetçik için yanmıyor mu? O çocuklar el alemin çocukları mı? Onları bu işe alet edenler nerede? Onlar kim? Onlara kananlar kim? Yıllarca onlara göz yumanlar kim? Kim kim kim kim?
Kiziroğlu Mustafa Bey mi?

Hadi ilk anda ne olduğu anlaşılmadı ve tüm erata saldırıldı, kalkışmanın üzerinden geçen bir sene sonra nasıl olur da bu saçmalıklar afişlerde kullanılır?
Afişlerden vakur olmalarını beklerdik oysa. Kalkışmayı adam gibi yerine oturtanları görmek isterdik karşımızda.
Bu işi yapan akıldan, bu işi onaylayan akıldan, bu işi alkışlayan akıldan şüphe etmekte haksız mıyız?

‘Reis’ filminin yapımcısı ve 15 Temmuz gecesini anlatan 'Uyanış' filminin yönetmeni Ali Avcı FETÖ üyeliğinden gözaltına alınmışken paranoyamız sınır tanımıyor ne yapalım...
Avcı, 2010 yılında Fetullah Gülen'in hayatını anlattığı ileri sürülen Eşrefpaşalılar'ı da çekmiş.

Matruşka gibi bu iş.
İş içinde iş, oyun içinde oyun, akıl içinde akıl.
Anlamadık gitti bu ne biçim bir akıl...

12 Temmuz 2017 Çarşamba

Hayyam'ın kâğıttan şatosu

Semerkant kitabını okurken, savaşmaktan ve yönetmekten kendini sakınan Ömer Hayyam ile savaşmaya ve yönetmeye hevesli olan Hasan Sabbah'ın uzun yıllar arkadaş kalabilmeleri ve her şeye rağmen dostluklarının bozulmamış olması ilgimi çekti.
Kendinde eksik bulduğunu bir başkasında gördüğün zaman ona tutkuyla bağlanırsın ya hani. Hani sanki o seni tamamlar ya, öyleydi belki de...

Kitap, Lübnan asıllı Fransız yazar Amin Maalouf'un 1988 yılında yazdığı kurgusal romandı.
Kişiler, zamanlar ve mekânlar hep gerçekti. Kurgu olan sadece akıştı.
Tarihi öğretmenin en iyi yolu kurgulamak değil miydi zaten? Gerçeklerden ayrılmadan, olanları hikâyeleştirerek ve okuyanlara o zaman dilimini an be an yaşatarak anlatmak daha iyi değil miydi?
Semerkant'ta anlatılan da 840 senelik bir zaman dilimiydi. Kitap, neredeyse bin yıl arayla iki farklı İran'ı anlatıyordu.
Ömer Hayyam'ın el yazması eseri Rubaiyat'ın yolculuğuydu bir bakıma anlatılan. Ki yolculuk 1072'de Semerkant'ta başlamış, 1912'de bir bilinmezde sona ermişti.
Rubaiyat kitabı halen ortada yok ancak rubailer bugünlere ulaşmış. Hayyam'ın, özellikle de sosyal medyada dönen, binlerce rubaisi olduğuna bakmayın siz, aslında toplam 158 rubaisi olduğu söyleniyor. Bunların Türkçe'ye en iyi çevirisi de Sabahattin Eyüboğlu tarafından yapılmış. 

Hayyam'ın rubaileri hakkında minik bir bilgi: Rubailerde uyak 1., 2. ve 4. dizelerde var. 3. dize ise serbest.
"Bulut geçti, gözyaşları kaldı çimende,
Gül rengi şarap içilmez mi böyle günde?
Bugün bu çimen bizim, yarın kim bilir kimin,
Gezecek bizim toprağın yeşilliğinde."

Kitaptaki "Hayyam ile Cihan" aşkı eski İran'ı, "Benjamin ile Şirin" aşkı ise 20. yüzyıl başlarındaki modernleşme çabası içindeki İran'ı anlattı bize. Aşkın tutkusu içinde aktı tarih bir yandan da. Kâh kavuştular, kâh ayrıldılar. Aşklarını bazen ürkekçe, bazen de dolu dolu yaşadılar.

Kitabı okumadan önce Hayyam'ı dörtlüklerinden tanıyordum. Kitabı okuduktan sonra hayatına şöyle bir göz attım.
(Kapak fotoğrafındaki tasvir gibi Hayyam'ı sadece kadın ve şaraptan ibaret sayanlar bu yazıyı daha iyi okusunlar.)
Hayyam 18 Mayıs 1048'de Nişabur'da doğmuş. Doğum tarihini bu kadar net nasıl biliyor diye geçti aklımdan, takvim konusunda uzman olan Hayyam kendi doğum tarihini araştırıp bulmuş. Günümüzde kullanılan Miladi ve Hicri takvimlerden daha hassas olan Celâli Takvimi'ni hazırlayan Hayyam imiş.

X de onun buluşuymuş mesela. İyi bir matematikçi olan Hayyam, üçüncü dereceden bilinmeyen denklemlerle ilgili yazdığı bir eserinde bilinmeyen rakam yerine Arapça'da şey anlamına gelen kelimeyi kullanmış. Bu eser diğer dillere çevrilirken İspanyolca'ya "XAY" olarak geçmiş. Daha sonra kelime ilk harfe indirgenerek bilinmeyenin simgesi X olarak kullanılmaya başlamış. 

İyi bir matematikçi demiştik değil mi? Binom Açılımı'nı ilk kullanan bilim insanıymış. Binom iki terimli demektir. (x+y)n şeklinde bir iki terimlinin n üssünü açtığımızda neler olduğuyla ilgilidir.

Matematikten devam edelim; Okullarda Fransız matematikçi Blaise Pascal'ın soyadıyla öğretilen Pascal Üçgeni kavramı aslında Ömer Hayyam tarafından oluşturulmuş.

Tarihte bilinen ilk savaş karşıtı eylemci yakıştırması da yapılmış kendisine.

Akıl yürütmeci bir Düşünen İnsan olan Hayyam rubailerinde; dünya, var oluş, Allah, devlet ve toplumsal örgütlenme gibi hayata ve insana ilişkin konularda özgürce ve sınır tanımaz bir şekilde akıl yürütüyor. Ne içinde yaşadığı toplumun ne de daha öncesi zamanlarda yaşamış toplumların kabul ettiği kurallara bağlı kalmamış. Çağını aşarak evrenselliğe ulaşmış. Yaşadığı dönem İslamın Altın Çağı olduğundan, felsefeyi günah saymayan bir toplum içinde felsefe ile özgürce ilgilenebilmiş.

Adının anlamını merak edip baktığımda takma adı olan Hayyam'ı babasının çadırcılık yapmasından aldığını gördüm. Ayrıca İstanbul'un Beyoğlu ilçesinde Ömer Hayyam Caddesi de mevcut. 

18 Mayıs 1048'de Nişabur'da doğan şair, yazar, matematikçi, filozof ve astronom Hayyam, 4 Aralık 1131'de yine Nişabur'da ölmüş. 

Kitaba dönecek olursak, kitap aslında sürekli bir tarih tekerrürden ibarettir duygusu yarattı benim üzerimde. 
Yazar eserinde aşkın ve rubailerin yanında, mezhep aidiyetinin ne boyutlara ulaşabileceğini sermiş gözler önüne. Hasan Sabbah'ın Alamut Kalesi'ne kapanışını, kendisine ölümüne bağlı müritler (dünyanın ilk suikastçileri) yetiştirerek ve onları adeta birer ölüm makinesi haline getirerek bölge üzerinde yarattığı korkuyu anlatmış. Hasan müritlerine Assasian / Esasiyun (dinin esaslarına bağlı kalan) diyor. Yabancı seyyahlarsa bunu afyonla ilintilendirip müritler için Haşhaşiler diyor. Alternatif tıp tarafından bakarsak, Hasan Sabbah'ın otlarla haşır neşir olduğu biliniyor. Cennet vaadi ve şehitlik kavramı da her zaman geçer akçe. Hepsi bir araya gelince ortaya çıkana mürit diyebiliriz o zaman...

Nizam-ül Mülk'ün, Hayyam'ın tüm hayallerini gerçekleştirme karşılığında kendisine ettiği Sahib-i Haber (Hafiyelerin başı) olma teklifini "Cehenneme zincirlenmiş bir cennet" olarak tanımlayan Hayyam ve geçtikleri yolları cehenneme çeviren müritlerini cennet vaadi ile ölüme yollayan Hasan Sabbah'ı düşündüm. Sabbah'ın yarattığı da "Cennete zincirlenmiş bir cehennem" olmalıydı. 

Din olgusu kitleler üzerinde her dönem etkin. Yalan ve iftira ile en dindar insanı bile dinsiz yapıp kurtların ortasına atar, lime lime parçalanışını zevkle izleyebilirsiniz.

İbn-i Sina'nın yakını, Ebu Ali'nin en gözde öğrencisi Cabir'i sokakta yerden yere vuran Façalı Surat Softa'ya Cabir'i bırakmasını söyleyen Ömer'in Nişaburlu Hayyam olduğunu anlayan Façalı Softa, Hayyam'ı uydurma bir rubai ile vurmak ve ahalinin ortasına atmak ister.
Şarap testimi kırdın Allah'ım,
Zevk yollarımı bağladın Allah'ım
Yere saçtın lâl rengi şarabımı
Tövbeler tövbesi, yoksa sen sarhoş musun Allah'ım?

Hayyam bu rubainin kendisine ait olduğunu reddederek başka bir rubai ile karşılık verir Façalı'ya.
Hiç bildikleri hiçtir, bilmek istedikleri hiç,
Bak da gör şu cahilleri, kurulmuşlar tepesine dünyanın,
Onlardan değilsen şayet kâfir derler adama
Boş ver onları Hayyam, sen bak kendi yoluna.

Bu arada; Cabir'in hırpalanışını gören Hayyam kendisine "doğruyu söyleyen kırbacı yer" dersini çıkartıyor. Ömrü boyunca şaraba saygı gösteriyor ancak şarabın onu yerle bir etmesine ve kendisini Cabir'in düştüğü duruma düşürmesine izin vermiyor. 
Susmayı öğrenmek üzerine düşünen Hayyam, bir gün Kadı Ebu Tahir'e soruyor: "Düşündüklerimi ifade edebilmem için yaşlanmayı mı beklemem lâzım?"
"Her düşündüğünü ifade edebileceğin gün torunlarının torunları bile ihtiyarlamış olacak. diyor Kadı. Devam ediyor sonra: "İki yüzün olsun. Gözlerin, kulakların ve bir dilin olduğunu unut."
Bugün hâlâ konuşmak ve susmak arasında gidip geliyorsak, ölümünün üzerinden neredeyse 900 yıl geçen Hayyam'ın yüzyıllar ötesine ulaşan bir akla ve düşünceye sahip olduğunu anlarız. 

Mal, mülk, iktidar gibi hırsları olmayan Hayyam'ın, Nâsır Han karşısında okuduğu şiir karşılığı ağzının aldığınca altın ile ödüllendirilen Cihan'ın ağzını tıka basa altınla dolduruşuna bakıp da, "Zamanın iki yüzü var. Uzunluğunu güneşin seyri belirliyor, kalınlığını ise tutkular" deyişini ve Sabbah gibi kendisinden tamamen farklı olan Cihan'a da tutkuyla bağlanışını yine bir tamamlanma olarak algılayabilir miyiz? 
Hayyam'ın yazdıklarını ilk Hasan görmüştür, sonra da Cihan. İkisi de o kadar yakın ve özeldirler Hayyam'a...

Cihan da Hayyam da bir ortak noktada buluşmuşlar ve asla çocukları olsun istememişler. Cihan bir döl taşıyıp karnını şişirmek istememiş, Hayyam da taptığı bir Suriyeli şair olan Ebülâla'nın vecizesini benimsemiş:
"Beni dünyaya getirenin günahlarını çekiyorum, ben bu acıyı kimseye çektirmeyeceğim." 

Dolu dizgin geçen bir gecenin ardından Cihan'ın yanından ayrılışıyla yazdığı iki mısrayı okuyunca, Ömer Cihan'a mı aşıktı, yoksa aşka mı diyor insan:
"Sevgilinin yanında yapayalnızdın Hayyam!
Şimdi sığınabilirsin ona, artık gitti madem." 

Yalnızlık hissi sadece Hayyam'a ait değil. Nizam-ül Mülk'ün Hayyam'a "Yalnızım ben Hoca Ömer, iflah olmaz bir yalnızlık bu" deyişinde yalnızlığını, Hayyam'a dönerek: "Senin gibi adamları bırak Semerkant'a getirtmeyi, böyle adamları bulmak için Semerkant'a kadar bizzat yürüyerek gitmeye razıyım" deyişinde dosta olan hasretini görüyoruz. Çevresindeki insanlara razı olmak zorunda kalmak Nizam'ı kahrediyor besbelli.
Nizam'ın hafiyelik teşkilatı başı olma teklifini kabul etmeyen Ömer, bu görev için hırs ve bilgi dolu Hasan Sabbah'ı önerir kendisine. "Ne zaman güvenebilecek birini bulsam hırsı yeterli olmuyor, ne zaman bir adam önüne sunduğum her işin üzerine atlamaya kalksa bu adam beni kuşkulandırıyor" der Nizam.
Bir de ufak uyarıda bulunur Hayyam: "Hasan bin Ali Sabbah Kum doğumlu."
"İmamî bir Şii olması benim için sorun değil" der Nizam. "En iyi mesai arkadaşlarımdan bazısı Şii, en iyi askerlerim Ermeni, hazinedarlarım Yahudi, yine de hepsine güveniyor hepsini koruyorum. Sadece İsmaililerden kuşkulanırım." 
Nizam ile Hasan Sabbah ilk anda çok iyi anlaşırlar ve gün gelip de birbirlerine düştüklerinde Nizam bu buluşma için Hayyam'ı suçlar.
"Ölümle ittifak yapan hiçbir dava haklı olamaz, ben ikiniz gibi değilim, siz birbirinize benziyorsunuz" der içinden Hayyam. Lakin susar, söyleyemez...

Hayyam, "Sen yapmazsan bak kimlerin eline kalacağız, gör" diyerek kendisinden yardım isteyen Terken Hatun'a da; "Yönetmek için gereken vasıflarla, iktidara gelmek için gereken vasıflar aynı değil. İşlerin iyi idaresi insanın kendisini unutup başkalarıyla, muhtaçlarla ilgilenmesini gerektirir. İktidara gelmek için insanların en aç gözlüsü olup, kendinden başka hiçbir şeyi düşünmemek, en yakın dostlarını bile ezmeye hazır olmak lazım. Ben kimseyi ezmem asla!" dememiş miydi?

Nizam hafiye düzenini getirdiğinde keyfi yerindeydi ilk başlarda. Oysa Melikşah'ın babası Alpaslan bu konuda Melikşah'ı uyarmış ve hafiyelik düzenine karşı çıkmasını nasihat etmişti:
"Her yere hafiye yerleştirirsen gerçek dostların kendi sadakatlerini bildikleri için bu yapılanmadan kuşku duymazlar. Oysa hainler hemen dikkat kesilirler. Hafiyeleri satın almaya bakarlar. Yavaş yavaş gerçek dostlarının aleyhine, düşmanlarının ise lehine raporlar almaya başlarsın. Giderek gönlün dostlarına kapanır, hainler yörene yerleşir. Güçsüzleşirsin."

Gün gelip işler sarpa sarıp, her şey Sabbah'ın aleyhine döndüğünde Melikşah Sabbah'ın canını bağışlayarak onu sadece sürgüne yollamakla cezalandırır. Ama Kum'dan gelen adam dillere destan olacak bir intikam almak üzere geri dönecektir. 
Düşmanına merhamet etmek, onu besleyip büyütmeye, kendi sonunu getirmeye el vermek olmuş olmuyor mu?
Hafiye düzeni Melikşah ile Nizam'ı da birbirine düşürür elbet. Öyle ki Nizam Melikşah'a ithafen: "Gidin söyleyin ona, külahının kaderi benim mürekkep hokkamın kaderine bağlıdır."
Nizam da kibre kapılmıştır işte ve bu da onun sonunu getirir.

Dünyaya çok yükseklerden bakabilen Hayyam'ın: "İlmin kanunu çürütülmektedir. Şiirde ise böyle bir şey yoktur. Bunun için rubai yazıyorum. Beni ilim aleminde esas büyüleyen, en yüce şiiri orada bulmamdır. Matematikte sayıların o baş döndürücü sarhoşluğunu; astronomide kâinatın muammayı andıran mırıltısını. Ama Allah aşkına bana hakikat lafı etmeyin!" diyor ve 'hakikat'i şiirlerde bulduğunu söylüyor.

İlmin gerçekleri her gün şekil değiştiriyorken, Sabbah'ın o muhteşem Alamut Kalesi bile bugün yokken, Hayyam'ın kağıttan minik şatosu hâlâ yaşıyorken, bugün de o şiirler söyleniyor ve her dörtlük de doğru söylüyor iken, itiraz etmek ne mümkün... 

Hayyam 66 yaşındayken Merv şehrinin emirinin karşı konmaz "rasathane" teklifiyle Bab Sincan mahallesindeki bir tepeye kurulan rasathanesinde yaşamaya başladı. Saray merasimlerine katılmaktan hoşnut değildi, o dönem din adamlarının bayıldığı tartışmalara katılmayı sevmiyordu.
Mesela "Kainat daha iyi yaratılabilir miydi? diye tartışıyorlardı aralarında. Evet yaratılabilirdi diyenler Allah'ın eserine yeterince özen göstermediğinden, hayır diyenler ise Allah'ın elinden daha iyisinin gelmeyeceğini kastettikleri için dinsizlikle suçlanıyordu.
"Bana kötü deyip kötülük edeceksen, Ya Hüda, ne farkın kalır benden, söyle" dizeleriyle Hayyam'a da saldırdılar bir ara. "Allah'ın varlığına inanmasam, O'na seslenmezdim" diyerek karşıladı bu saldırıyı Hayyam. Allah'a seslenmek için aracıya ihtiyacı yoktu. "Allah büyüktür ve bizim laf cambazlıklarımıza ihtiyacı yoktur" dedi.

Her dönem olduğu gibi güç savaşları bu dönemde de vardı. 
Kibre kapılmayıp düşmanını küçümsemeyen, halkının sesine kulak verip gammazlara itibar etmeyen kazanır bu savaşları.
Nâsır Han'ın ataları halka iç içeyken Nâsır Pers hüküdarlarının tatsız alışkanlıklarını benimsiyor ve gittikçe halktan uzaklaşıyor.
38 yaşında dünyanın en güçlü adamı olan Alpaslan da kibre kapılıp düşmanını küçümsüyor ve bu küçümseyişinin bedelini canıyla ödüyor. (57. sayfada Alpaslan anlatılırken burun keserek itibarsızlaştırma ritüelini de öğreniyoruz. Öyle ki çaptan düşen kişi ölmüş dahi olsa heykelinin burnu kırılırmış.) Alpaslan'ın, kalesini fethettiği Harezmli Yusuf'un parçalanmasını emretmesi üzerine Yusuf'un, "Erkek gibi savaşmış birine böyle muamele reva görülür mü?" deyişine cevap vermemesi, Yusuf'un, "Hey, karı kılıklı, sana söylüyorum!" lafına tahammül edemeyişi ve galeyana gelişiyle kontrolünü kaybedişi Alpaslan'ın kendi sonunu hazırlıyor.

Acaba Ömer Hayyam bu rubaiyi bu dramın ardından mı yazdı? Kim bilir...
"Her gün biri çıkar, başlar, benim ben demeye,
Altınları gümüşleriyle övünmeye,
Tam işleri dilediği düzene girer,
Ecel çıkıverir pusudan: Benim ben diye..."

Melikşah Hasan Sabbah'ı öldürmediğine bin pişman olur elbet. Sabbah kendini Alamut Kalesi'ne kapatarak yalnızlaşır, kaleyi ise aylarca dayanabilecek icatlarla bezer. Yaptığı müthiş bir şehirciliktir. Kalede yetiştirdiği müritler kale dışında taş taş üstüne komaz.
Sabbah'ın ölümünün ardından torunu Hasan evlat katli geleneği sürdürmüyor. Değişim başlıyor. Hasan Mehdi olarak anılan torun beş vakit namazı yasaklayıp şarabı serbest bırakıyor. Dede Hasan ne kadar aşırıysa, torun Hasan da o kadar aşırıydı. 

Cengiz Han'ın doğunun başına çökmesiyle başlayan dalgalarda, yüz altmış yıl boyu her türlü istilacıya kafa tutan Alamut Kalesi Cengiz Han'ın torunu Hulagû Han'a teslim oldu. 
Hulagû Alamut Kütüphanesi'nin yakılmasını emretti. Yakılmadan önce tarihçi Cüveynî'ye kaleye girip istediği kitapları almasını söyledi. Cüveynî Allah'ın kelamlarının yer aldığı kitapları topladı. Yedi gün yedi gece yanan kütüphanede hiçbir yedek nüshası bulunmayan sayısız eser yandı. Ki onlarda kainatın en iyi korunan sırlarının bulunduğu rivayet edilir. 

Kitabın ilk iki bölümü böyle.
Üçüncü bölümde kitabı anlatan Benjamin O. Lesage karakterinin hikâyesiyle başlar. 1800'lerin sonlarında başlayan bu hikâye hiç ummayacağınız bir biçimde biter.
Benjamin, Hayyam-Cihan aşkının benzerini Şirin ile yaşar. Bir yandan da yakın tarih akar.

Savaşın farklı yüzleri anlatılır paragraflarda: "Savaş gezinti değildir. Uluslar öylesine unutkan ve barut kokusu öyle sarhoş edicidir ki. Üstelik kuşatılmış bir kentte bulunmanın hastalıklı bir keyfi vardır. Engeller ortadan kalkınca kadınlar ve erkekler ilkel kabile hayatının zevklerine yeniden kavuşurlar."
Savaş esnasında kızlarıyla yaşayan bir kadının evine sığınmak zorunda kalan Benjamin'in, evin annesi tarafından emzirilerek kızlarına kardeş yapılması ve tehlikesizleştirilmesi gözlerden kaçmadı.
"Filozofluk en az peygamberlik kadar vazgeçilmezdir" diyen Cemaleddin Afgani'nin İstanbul'dan kovuluşunu, kendisini dinleyen kalabalıkların kendisini desteklememesini, Seyyid Cemaleddin'in Abdülhamit için deli deyişini, Abdülhamit'e kafa tutarak: 'Şu memleketi zindana çevirmeseydiniz biz de gidip Avrupa'da yaşamazdık. Şimdi ben sizin konuğunuz muyum, tutsağınız mıyım? Konuğunuz isem izin verin gideyim, tutsağınız isem ayağıma pranga vurun, atın beni zindana' der."

Kitap günümüzle de bağdaştırabileceğimiz cümlelerle dolu:
"Ektiğim tohumların filizlendiğini görmedim. Tohumları sarayın çorak toprakları yerine halk tarlalarına atsaydım başarılı olurdum belki. Zorbalık doğunun halklarını eziyor ve yobazlık onların özgürlük çığlıklarını boğmaya devam ediyor. Ve bir adamı ortadan kaldırarak özgürleşeceğini sanma. Yüzyıllık geleneklerin ağırlığını sarsmayı göze alman gerek." 
"Bu yüzyılda yaşayan Müslümanlar olarak bizler yetimiz." 
Şirin: "İran hasta ve İran'ı kim iyileştirirse gelecek onun olacak".
(İranlılar ülkelerine Aryenler Toprağı manasına gelen Airania Vaeca'nın kısaltılmış hali olan İran derlermiş)
Howard Baskerwille: "Şu yüzyıl başında Doğu uyanmayı başaramazsa Batı'nın gözüne hiç uyku girmeyecek."
Howard Baskerwille: "İranlılar geçmişte yaşıyor, çünkü geçmiş onların vatanı. Çünkü şimdiki zaman hiçbir şeyin onlara ait olmadığı yabancı bir ülke." 
"Kimse kendi sınırları içinde demokrasi istemiyor. Çar da, İngiltere de. İrlandalıların kendi kendilerini yönetmeyi öğrenmeleri durumunda, bu durum Hintlilerin gözünü açar. O zaman İngiltere'ye de tası tarağı toplayıp kaçmak düşer" 
"Bir ülkeden istediklerini alınca o ülkenin demokrasisi kimseyi ilgilendirmiyor artık." 
290. sayfadaki anlatıma bakınca, tam özgürlük içim maliye her dönemin olmazsa olmazı olduğunu anlıyoruz.
Maliyeyi düzeltmesi için ABD'den gönderilen Shuster'in (Ki kitabı okuyan Kitap Kurtları Kulübü arkadaşlarımızın hepsi Kemal Derviş'i hatırlamışlardır) az daha doğunun çehresini değiştireceği kaygısıyla geri gönderilişinin "Shuster İran'ı anlamadı!" olarak nitelendirilişi ve şu paragraf ile doğunun yalnızlığı:
"Zayıflar haklı olamaz. Kralına karşı haklı olan bir vekil, kocasına karşı haklı olan bir kadın, subayına karşı haklı olan bir nefer, bunların hepsi iki kat cezaya çarptırılır. Zayıflar için haklı olmak bir suçtur. İran, Rusların ve İngilizlerin karşısında zayıftır ve zayıf bir ülke gibi davranmalıydı." 
****
Kitabın beni etkileyen ve benim kendimle konuşmamı tetikleyen bölümlerini yazdım buraya.
Her sayfası haz alınarak okunacak bir kitaptı Semerkant. Alınan bu hazda, çeviriyi yapan Ali Berktay'ın hakkını da teslim edelim.
İki farklı zaman diliminde Hayyam'ın Rubaiyatı etrafında dolanan bu kitabın sonu eminim ki sizi de şaşkınlığa ve araştırmaya yöneltecektir.
Kitabın anlattığı dönemi daha iyi anlamak için Alamut Kalesi'ni, Hasan Sabbah'ı ve Ömer Hayyam'ı anlatan farklı kitaplar da okunmalı.

Hepinize iyi okumalar...