29 Mayıs 2014 Perşembe

Çocuk olur da ıslanmayı sevmez mi?

Uzun ve sıcak yaz günlerinde eskinin tozlu topraklı sokaklarını ıslatarak hem serinleten, hem de toz kalkmasını bir nebze olsun engelleyen itfaiye sokağa geldi mi tüm çocuklar sokağa fırlardı hani. Aracın önünden iki yana fışkıran sularla ıslanmak, o suyun üzerinden atlamak en büyük eğlence olurdu.
Onun bir benzerini Altıparmak’taki Yüzen Taşlar’ın altına girerek tepeden aşağıya akan suda ıslanan çocuklar yaptı. Ayaklarında terlik, üzerlerindeki tişörtün yerinde yeller esiyor, en üstsüzünden dalmışlar suyun altına iki kafadar. Taşların yanından geçerken mi fikirleri geldi yoksa daha önceden de yaptıkları bir şey miydi bilmem. Anneleri görse kızacaktı ihtimal. Eve gidince iyi bir hesap sorulacaktı elbet.
Ne pantolonun kuru yanı kalmış, ne de çorabın.
Ama onlar o çocuk neşeleriyle o kadar mutlular ki. Varsın ıslansın pantolon. Varsın kızsın anne. Varsın birkaç gün yasaklı olsun sokak.
Yağmur gibi yağan suların altına fütursuzca girebilmek için çocuk olmak lâzım.
Ve bunu gerçekleştiren de gıpta edilesi işte bu çocuklar…
Helal size çocuklar…  :)

20 Mayıs 2014 Salı

Ne Testi Kırılsın, Ne Yas Tutulsun

Ölüm, terör ya da afet sebebiyle gelmişse eğer, toplum tarafından bir kişi için de olsa duyulan acı aynı oluyor, yüz kişi için de olsa aynı. 
Toplu ölümler karşısında ise yeise gark olmak kaçınılmaz. 
Böyle zamanlarda yüzümüz gülmüyor, canımız 'yaşamak dahi' istemiyor. 
Unutulmuyor hiçbirisi.
Acılar ne 7'nin, ne 40'ın ne de 52'nin ardından son buluyor.
Doğanın kendini koruma ve devamlılığını sağlama mekanizması olsa gerek, en derin acılar içindeyken dahi gülümseyebiliyor olmasına en çok da insanın kendisi şaşırıyor.
Hayat'acının kalbindeki insan' için bile durmaksızın devam ediyor.
Biliniyor ki hayat, geçmişten ders alınarak ileriye doğru yaşanmakta. 
Biliniyor ki marifet, 'yas'tan ziyade böyle felaketlere mahal vermeyecek önlemleri almakta.

Bizler acılar içinde sağımıza solumuza bakmak dahi istemezken ciddi derecede sekteye uğrayan bir sektör var ve ilk darbeyi yiyen hep onlar.
Felaketler sonrası sesçisinden ışıkçısına, makyözünden terzisine, menajerinden müzisyenine dev bir ordunun ekmek kapısı geçici de olsa kapanıyor. Daha önceden planlanan cemiyetler devam ediyor, özel konserler ise ardı ardına erteleniyor, eğlence mekânları kapılarına kilit vuruyor.
Büyük felaketlerde ilk hesap önce sanatçılara kesiliyor.
Acılı zamanlarda insanın içinden 'eller havaya' davranmak gelmiyor elbet. 
Lakin her kişi işine gidip mesaisine devam edebiliyor, müziğin ise müzisyenlerin 'işi' olduğu atlanıyor. Sanatın sadece eğlenme amaçlı olmadığı, en çok da insan ruhunu otadığı ıskalanıyor.
Acılı insanların acılarına saygısızlık edilerek, 'kör kör parmağım gözüne' misali eğlenmek değil dediğim. 
Sanat, müzik, şifa, deva, geçim, kaygı, sektör kelimelerinin bir araya geldiği bir anlayıştan bahsediyorum. 
Nasreddin Hoca'nın su getirmesi için çeşmeye yolladığı oğluna testi kırılmasın diye aşk ettiği tokatı hatırlayın.
Kırıldıktan sonra eşek sudan gelinceye dek dövsen de yok çaresi. 
İş, testiyi kırdırmamakta.
O yüzden;
Siz testiyi kırdırmayın önce.
Velev ki kırıldı, bırakın insanlar yasını tutsun kendi bildiğince...

14 Mayıs 2014 Çarşamba

Böyle mi, değil mi?

Maden ocağı yan gelip yatma yeri değildir, değil mi?
Madencinin kaderi ölmektir, değil mi?
Hem; güzel de öldüler, değil mi?
Şehitlik mertebesine ulaşmıştır şimdi onlar, değil mi?
Cennette keyf-î âlâ içindedirler hepsi, değil mi?
Biz burada boşu boşuna yaygara kopartıyoruz, değil mi?
Ölü bedenleri rahat bırakmıyor, onların üzerinden siyaset yapıyoruz, değil mi?
Hükümete vurmak için elimizden geleni ardımıza koymuyoruz, değil mi?
Belki trafoyu da biz patlatmışızdır, değil mi?
Hatta belki ben kedimi trafoya salıvermişimdir, değil mi?
Paralelinden tut Alevisine kadar herkes patlama olsun diye el birliği ile çalışmıştır, değil mi?
Trafonun yağını da işçiler halledivermiştir zaten, değil mi?
Güvenlik kurallarını da onlar ihlâl etmişlerdir, değil mi?
15 yaşındaki çocuk da, topu madene kaçtığı için madendedir, değil mi?
Meclis’te Soma için soruşturma isteyen milletvekilleri de boş işlerle iştigal etmişlerdir, değil mi?
Şirketlerin idaresi de madenden anlamayan, gelmişi-geçmişi şaibeli insanların elinde değildir, değil mi?
Bu vakada zinhar ihmal yok, eksik yok, yanlış yok, değil mi?
Öyle, DEĞİL Mİ!

Peki ya bunlar ne?
Kapı arkalarında dönen dolaplar, kömüre muhtaç edilerek alınan oylar, oy avına malzeme olan kömürü çıkartmaya inen ve o karanlıklarda yitip giden canlar.
Yaşananları an be an veren kanallar, yaşananları yaşanmamış varsayarak olay hakkında bir kelam etmeyen kanallar.
Soma’da can pazarı yaşanırken ödül törenlerine koşturup kameralara verilen pozlar, sırıtan ağızlar.
Durumun ciddiyetine geç de olsa fark edilince, -ayıp olmasın diye-, ilan ediliveren yaslar.

Çok haklısınız başbakanım, madencilik fedakârlık isteyen bir iş kolu.
Lâkin fedakârlık birleşik bir sözcük.
Ayrı ayrı telaffuz edildiğinde olmuyor.
Feda edilen canlar bir yanda, kâr eden canlar öte yanda kalıyor.
Feda edilenler kâr edenlerden fazla ise, kâr edilen hiç ama hiçbir şeye değmiyor
Sizi bilmem ama kömür karası ayak izleri bizim yüreklerimizden zinhar silinmiyor

11 Mayıs 2014 Pazar

"Anneler Günü'nü başlattığım için çok pişmanım!"


Erkeklerin bolca şikâyetlendiği, alış-veriş sektörününse dört göz beklediği günlerden Anneler Günü nereden çıkmış diye merak edenler vardır dedim ve şöyle bir gerilere kadar gideyim de önce ben öğreneyim, sonra da sizlerle paylaşayım istedim.
İlk anneler günü kutlamaları çok eskilere, Antik Yunan tarihine kadar dayanmakta. Tevatür o ki, ilk anneler günü kutlamaları, o zaman var olduğu kabul edilen tanrıların anası Rhea için düzenlenen bahar şenlikleri imiş.
Günümüze yaklaştıkça İngiltere'de Paskalya'dan kırk gün önce "Anneler Pazarı" denilen bir kutlamayla karşılaştım. Sonraları Hristiyanlık dininin Avrupa'da yaygınlaşmasıyla bu günün adı "Kilise Ana" olarak anılmaya başlanıyor.
****
Anneler Günü'nü kutlama fikrini Anna Jarvis'ten ilham alarak ortaya atan Şair Julia Ward Howe her Paskalya Yortusu'nun dördüncü pazarına denk gelen tarihin kendi şehrinde Anneler Günü olarak kutlanacağını ilan eder.
Anna Jarvis İç Savaş esnasında kadınların, özellikle de annelerin daha sıhhi ortamda çalışmasını sağlamak amacıyla büyük çabalar göstermiş bir kadın. Kızına da kendi adını veren Anna Jarvis'in kızı, ölümünün ardından annesiyle olan iç hesaplaşmalarını bir nebze olsun hafifletebilmek için annesinin 20 yıl süresince haftalık dini dersler verdiği Grafton'daki bir kilisede, 10 Mayıs 1908 günü 407 çocuk ve annelerinin katılımı ile ilk Anneler Günü'nü kutlar. Annesi öldüğünde 41 yaşında olan Jarvis, her anneye ve her çocuğa annesinin en çok sevdiği çiçek olan karanfillerden birer tane verir. O günden sonra temizliği asaleti, şefkati ve sabrı ifade eden beyaz karanfil Amerika'da Anneler Günü'nün sembolü olarak kabul edilir.
Jarvis tarihte tek bir kişi tarafından gerçekleştirilen en başarılı mektup yazma kampanyası ile gazete patronlarından iş adamlarına, devlet adamlarından din adamlarına kadar ulaşabildiği herkese anneler gününü milli gün ilan etme fikrini iletir. Fikir çok çabuk kabul görür ve Senato onaylamadan çok önce bir çok eyalet ve şehirde anneler günü kutlamaları gayrı resmi olarak başlar. Sonunda 8 Mayıs 1914'te Senato'nun onayı ve Başkan Wilson'ın da imzası ile mayısın ikinci pazarı 'Anneler Günü' olarak resmen ilan edilir. Çok kısa sürede diğer ülkelere de yayılan bugün, çiçek ve tebrik kartı satışlarının tavana vurduğu bir gün olur.
Böylece Mezopotamya ve Anadolu uygarlıklarının binlerce yıl önce başlattığı gelenek 20. yüzyılın başından itibaren dünya çapında kabul görür.
Anna Jarvis muradına erer lakin daha ziyade dini ağırlıklı bir kutlama olarak düşündüğü bu günden ticari çıkar sağlamaya çalışanlardan rahatsızdır ve onlara karşı hukuki savaş açar. 61 yaşında iken, kadınların "Anneler Günü"nde bağış toplamak için beyaz karanfil satmalarına engel olmak isterken tutuklanır. "Anneler Günü'nü ticarileştiriyorlar!" deyip açıklama yapmaya çalışırken, bir çiçekçi derneği, satılan her beyaz karanfil için kendisine komisyon ödemeyi  teklif eder.
Jarvis  'beyaz karanfil'in hükümdarlığına son vermek adına "beyaz düğme" kampanyasını başlatır. Kiliselere, okullara anneler günü için binlerce dolar harcayıp beyaz düğmeler gönderir ama ne yazık ki başarılı olamaz. Ayrıca tüm bu çabalar ve harcamalar mal varlığının tükenmesine neden olur.
1943 yılında hastalanan Jarvis, arkadaşları tarafından bir yaşlılar evine yerleştirilir. Kendisi için yapılan 1.580 dolarlık bağışın bir çiçekçiler derneğinden geldiği ise kendisine kat'iyetle söylenmez. 84 yaşında vefat eden Jarvis'in son sözleri ise şu olur:
"Anneler Günü'nü başlattığım için çok pişmanım!" 

Jarvis'in kabul ettirmek ve yaygınlaştırmak için emek verdiği Anneler Günü bazı ülkelerde farklı günlerde kutlansa da, Türkiye'de 1955 yılından beri mayıs ayının ikinci pazar gününde kutlanıyor.
Anneler Günü kutlamaları Norveç'te şubatın ikinci pazar günü, Mısır, Lübnan, Suriye, Ürdün, Kuveyt, Yemen, Birleşik Arap Emirliklerinde 21 Mart'ta, Güney Kore'de 8 Mayıs'ta, Hindistan, Meksika, Pakistan ve Suudi Arabistan'da 10 Mayıs'ta, Fransa, İsveç, Dominik Cumhuriyeti ve Haiti'de Mayıs'ın son pazar günü, Thailand'da Kraliçe Sirikit Kitiyakara'nin doğum günü olan 12 Ağustos'ta, Rusya'da kasımın son pazar günü, Panama'da 8 Aralık'ta, Endonezya'da 22 Aralık'ta yapılıyor.

9 Mayıs 2014 Cuma

Doğanın tekerine çomak sokup durmayın!

Daha önce de izlemiştim ya, dün yine 2010 yılında Fethiye-Hisarönü'ndeki beton havuzdan kurtarıldıktan sonra Born Free tarafından rehabilite edilerek 9 Mayıs 2012'de yeniden özgürlüklerine kavuşan iki yunusun özgürlük anını izledim.
Kahramanları projeye "Maviye Dönüş" adını vermişler.
Tam bir 'Özgürlüğe Dönüş'tü benim o videoda gördüklerim. Uyum sürecinde barındırıldıkları havuzda sanki salınıvereceklerini biliyormuş gibi beklerlerken, bir anda aralanan ağlardan denizin enginliğiyle buluştu iki yunus. Önce biri, ardından da diğeri mavinin derinliklerine dalıp gözden kayboldular. (izlemek için tıklayın)
Bundan böyle sırt yüzgeçlerine yerleştirilen vericiden izleneceklerdi ihtimal.
Videonun ilerleyen görüntülerinde denizde dala çıka yüzdüklerini seyrettim uzaktan.
Bedenleri doğalarıyla birleşmiş ve üzerlerine ait oldukları yerde olmanın keyfi gelmişti.
Tom ve Misha 2006 yılında Türkiye sularında avlanmışlardı. Önce Kaş'taki bir deniz kafesine, oradan da Fethiye'de küçük bir beton havuza hapsolmuşlardı. Gelen tepkiler üzerine park 2010 yılında kapatılmıştı. Parkın kapatılmasının ardından Tom ve Misha hasta ve zayıf bir halde bulunmuşlardı.
Ve sonrası da yazının başında bahsettiğim süreç.
****
Düşünüyorum da; koskoca bir bedenin var, engin denizlerde yüzmek için yaratılmışsın, güçlü yüzgeçlerin seni iki darbede kapatıldığın havuzun karşı duvarına ulaştırıyor, deliler gibi yüzmek istiyorsun, yüzemiyorsun...
Ağzına atılacak birkaç balık için insanların isteklerine çaresizce boyun eğiyorsun. Onlar senden 'insan' gibi davranmanı bekliyorlar. Senin başka bir cins olduğunu ve ancak kendin gibi olduğun zaman mükemmel olduğunu anlamıyorlar.
İlla ki insan davranışları sergileyeceksin. Onu da doğru düzgün beceremeyeceksin. O hallerinle de seni izleyenleri güldürüp eğlendireceksin.
Oysa ortada bir eğlence varsa her iki tarafın da eğlenmesi gerekmez mi?
Bir taraf ızdırap çekerken diğer taraf kahkahayı basıyorsa bu neyin eğlencesi?
Bunun bir adım ötesi arenadaki boğa güreşleri ya da kölelerin aslanlara yem edilişinin zevkle izlenmesi...
Hayvanat bahçelerinde doğal olmayan ortamlarda yaşamaya çalışan hayvanlar bir yanda, sirklerde malzeme edilen hayvanların çaresiz halleri öte yanda.
Zaman zaman 'bakıcısını parçalayan hayvan' haberlerini duyarız hani.
İnsanların patlamış mısır eşliğinde tepine tepine izlediği o numaralar için o hayvanların ne eziyetler gördüklerini varın siz tasavvur edin.
****
Canlılar, sınırlandıkları ve doğalarının gereklerini yaşayamadıkları zamanlarda ya dibe vurup çürüyorlar ya da zincirlerini kırıp hem kendilerine, hem çevrelerine zarar veriyorlar.
Kökleri derinliklere inmek isteyen bir ağacı küçücük bir saksıya hapsedin bakalım. Dalları göğe uzanmak isteyen ağacı basık tavanlı bir odaya yerleştirin.Ormanın kralını devasa ormandan alıp daracık bir kafese kilitleyin.
Kaslarındaki enerjiyle koşup coşmak isteyen bir köpeği topraktan uzak bir beton balkona zincirleyin.
Evde baktığınız ve ağaç bulamadığı için tırnaklarını koltuğunuzda törpüleyen kedinizin tırnaklarını kökünden çektirin.
Kuyruğunu, kulağını kestirin. Bunlarla da yetinmeyin, abuk subuk kıyafetler giydirip, üstüne bir de kameraya çekip hayvanı maskara edin.
Sıkıldığınız ya da artık taşıyamadığınız anda da kapının önüne koyuverin.
Hayvanlar bir yana, 70'lerin iç parçalayıcı Kökler dizisindeki gibi Afrika'nın biçare insanını zincirlere vurarak kendinize köle edin.
****
İnsanların da diğer canlılar gibi içlerinde var olan kudretlerini kullanmasına ve doğanın ona bahşettiklerini yaşamasına izin verilmediğinde metabolizmaları bozuluyor. Onlar da ya şartları kabullenerek içine kapanıp çürüyor ya da sınırları zorlayıp, engelleri atlayıp özgürlüğe koşuyor.
Sınırları hem zorlayıp hem aşamayanlar ise korkunç bir işkence içerisinde yaşıyor.
Sonuç; mutsuz ve bedbin bir hayat...
İnsan, 1-2 metrelik mesafe uçucusu bir tavuk gibiyse eğer kapatıldığı kümeste yaşamaktan hicap duymuyor.
Lakin o; 4 metreye varan kanat açıklığı ile çok uzun saatler havada kalabilen ve bu özelliği ile okyanusu bir baştan bir başa geçebilen bir albatros ise eğer, kümeslere sığmıyor.
Sen onun kaçacağından ve dönmeyeceğinden korkup kilit üzerine kilit vuruyorsun ya, işte hepsi onunla uçabilecek kanatların olmadığından.
Yasaklar koyacağına ve onu kendi zevklerinde boğacağına ya sen de kanatlarını güçlendir ya da bırak uçsun gitsin.
Gitsin ve ister geri gelsin, ister gelmesin...

Siz de hayvan sevenlerden misiniz? / 14 Ekim 2010
Hayvan kes(eme)me bayramı! / 30 Eylül 2014
Hayvana zulmeden zalimdir / 25 Şubat 2016
Harambe'ı neden vurdunuz? / 8 Haziran 2016
Kuyudan ders çıktı / 15 Şubat 2017
Zulmün adı ET olmuş! / 6 Eylül 2018
Kokuşizm! / 21 Aralık 2018 
Tavşan Kaç! / 13 Ağustos 2019
Aman avcı, vurma beni! / 5 Şubat 2019
Siz Niye Oturuyorsunuz? / 27 Ekim 2019
Had Safhada Vahşet Dönemi / 25 Kasım 2022

2 Mayıs 2014 Cuma

Dişe diş, kana kan, hatta idamsa idam!

Çocukluğumda bir dergide Dostoyevski'nin Cürüm ve Ceza (Suç ve Ceza) romanının çizgilerle canlandırılmış halini okumuştum.
Resimlere bakarken ve konuşma baloncuklarını okurken içimin nasıl ürperdiğini hâlâ hatırlarım.
Suç işlemek, saklanmak, kaçmak, sürekli yakalanma korkusu içinde yaşamak dayanılmaz bir şey olmalıydı.
Okumamış olanlar için romandan kısaca bahsedeyim:
Fakir bir genç olan Raskolnikov, başarılı olmasına rağmen hukuk fakültesini maddi sebeplerden ötürü yarıda bırakmak zorunda kalmıştır. Para; parayla neler yapılabileceğini bilmeyen ve insanları sömürerek yaşayan aşağılık insanların elinde iken, toplumun gelişmesine büyük katkılar sağlayabilecek kişilerin para sıkıntısı çekmesinin yanlış bir düşünce olduğunu düşünmektedir. Bu yanlışlığı düzeltmek üzere önce yaşlı ve zengin bir tefeci kadını, daha sonra da -arkasında görgü tanığı bırakmamak için- olaya şahit olan kadının kız kardeşini öldürür. Kimsenin kendisini görmediğini ve geride bir iz bırakmadığını bildiği halde, Raskolnikov müthiş bir tedirginlik içine düşer. Artık insanlığını ve masumiyetini yitirmiştir.
Suçluluk psikolojisiyle hiçbir şeyden haberi olmayan ailesinin yanından ayrılır. Daha sonra aşık olduğu temiz kalpli Sonya'ya suçunu itiraf eden Raskolnikov, polise teslim olur ve cezasını çekmek üzere Sibirya'ya gider.

Romandaki ana düşünce, "yapılan kötülüğün cezası mutlaka çekilir" esasına dayanmaktadır. 
Romanın kahramanı Rodion Raskolnikov yoksul bir öğrencidir, gururlu ve ihtiraslıdır. Üstün zekasından ötürü duyduğu gururla suç işler. Sonunda kendisine bağlı bir kadının aşkı ile doğru yolu bulur.

Herkes bir gün... 
Suç işlemek için illa ki eğitimsiz ya da diplomasız, yoksul ya da muhtaç olmak gerekmiyor.
Herhangi birisi, hiç beklemediği bir anda, hiç düşünmediği halde, aniden bir suça karışabiliyor.
Ya da suç işlemeyi sıradan bir davranış görüp, hayatını sürekli ve düzenli suç işleyerek geçirebiliyor.
Suçu işleyen bazen cezasını çekiyor, bazen de arada kaynayıp gidiyor.
Raskolnikov gibi vicdanının sesine kulak verenler yok artık. Hâttâ galiba artık vicdan diye birşey de yok.
Ne iç ses, ne dış ses. Ne sağdaki melek, ne soldaki melek.
Sanki hepsi birden işi bırakmış. Hepsi çekip gitmiş.
Onlar gidince de insanlık başıboş kalmış, zıvanadan çıkmış.
****
Son günlerde üst üste yaşanan çocuk cinayetlerinden sonra insanlar bunları yapanları elleriyle parçalamak ister hale geldi.
Sabır bitti, anlayış tükendi.
Dişe diş, kana kan, hatta idamsa idam...
Şiddetten uzak anlayışımız bile bize bunu söylüyor.
Çok zaman söylemekle kalmıyor, hesabı da kapatıyor.
Bu tür yüz kızartıcı suç işleyenlerin cezası genelde hapishanede diğer mahkûmlar tarafından kesiliyor.
Onlara göre 'suç'un bile bir namusu var...

Brezilya'da 1 yaşındaki üvey oğluna tecavüz edip öldürmekten tutuklanan adam, hapishanedeki diğer mahkûmların 'adalet' anlayışlarının kurbanı olmuş mesela. Jiu Jitsu hocası olduğu bildirilen Daryell Dickson Meneses Xavier, hapiste 20 mahkûmun tecavüzüne uğramış. İşkence de gören Brezilyalı'nın, vücudunun hemen her yerinde yaralar oluşmuş. Bu olay ülkede tartışılırken; halk, adamın hak ettiği asıl cezayı bu yolla bulduğu görüşünde.
****
Maalesef ki toplumun yargıya olan inancı kayboldukça kişilerin cezayı bizzat verme arzusu daha şiddetleniyor.
Hani bulsalar paramparça edecekler. Linç nasıl olurmuş tüm dünyaya gösterecekler.
Suçlu gözlerinin önünde idam edilsin, o minicik bedenin çektiği acının kat be katını çeksin ve böylece de bir nebze olsun acılı yüreklere su serpilsin istiyorlar delice.
Bu da yaşanan acıyla çoğalan ve karşı tarafa yaşatılan bir vahşet.

Adalete olan inançsızlık ve cezayı anında kesme arzusu zaman zaman tehlikeli boyutlara ulaşabiliyor.
Kafasını kızdıranı öldürmek için kendince haklı bahaneler yaratabiliyor insan.
Ne hak, ne hukuk, ne yasa dinliyor.
Ve böyle düşününce "kendisi de" cezalandırdıklarından farklı olmuyor.

Anneden ders gibi ceza
Okuduğumda etkilendiğim haberlerden birisinde, İran'da yedi yıl önce 18 yaşındayken bıçaklanarak öldürülen Abdullah Hüseyinzade'nin annesi, oğlunun katilini idam sehpasında son dakikada affediyor ve onu tek bir tokatla cezalandırıyordu.
İdamdan ağırdır o annenin tokadı diye düşünmüştüm haberi okuduğumda.
Hani öldürse daha iyi...
O anne ceza kesilip de uygulanana kadar geçen yedi yılda kim bilir kaç kez öldü öldü dirildi de katilin ölüp ölmemesinden 'geçti'.
İlk anlarda evladının katilinin aynı acıları çekerek yok olmasını istedi elbet. Sonraysa acısı içine çöktü.
Artık onun için evladının ölmüş olmasıydı mesele.
Öldürenin ölüp ölmemesi değil.
Benim evladım gittikten sonra...

Lakin işkenceyi, tacizi ve cinayet işlemeyi işten bile saymayan, suç makinesi haline gelmiş, ne vicdan, ne ahlâk ve ne de korku bilen kişiler topluma sorumsuzca salınmamalı.
'Cezasını çekti, her şey bitti' sanılmamalı.
Dışarıya çıktığı anda daha beterini yapacağı unutulmamalı.
Suçlu, cezasını çekerken bir yandan da olabildiğince tedavi olmalı.
Cezalar da caydırıcı bir şekilde arttırılıp, uygulanması da zamana yayılmamalı.
Malum, geç gelen adalet, adalet değildir...