29 Nisan 2011 Cuma

Kediyi öldüren merak

Kendisini ilgilendirsin ilgilendirmesin her işe burnunu sokan boşboğazın biri Nasreddin Hoca'nın yolunu kesip:
-Hocam, demiş; bir tepsi içinde kızarmış bir hindi götürdüler demin.
Hoca ilgisizce omuz silkerek.
-Bana ne, demiş.
-Bana ne olur mu hocam! Kızarmış hindiyi sizin eve götürdüler.
-Öyleyse sana ne?

Duyarlılık başka şey, meraklılık başka.
Lüzumsuz edilen merakın, gereksiz edinilen bilginin, öğrenildiğinde kimseye fayda sağlamayacak bir sırrın kime ne faydası olur? Sadece boş muhabbetten öteye geçmez değil mi? Hâttâ çok zaman zararı bile olur.
İnsan tanıdıkları hakkında ileri-geri konuşuyor çok zaman. Bazen de tanımadıkları hakkında. Karşıdan gördüğü kadarıyla, duyduğu kadarıyla atıp tutuyor, ahkâm kesiyor.
İşin aslı astarı nedir diye düşünmüyor. Öyle olmuşsa belki de öyle olması gerekiyordur demiyor. Hakkında konuştuğu kişinin içinde bulunduğu şartları düşünmüyor. Her şeyi kendi hayatı üzerinden, kendi şartları üzerinden değerlendiriyor.
Ve genellikle de yanılıyor.
Bunları yapmak yerine hakkında o kadar konuştuğu kişiye gidip de hayırlı bir tek kelâm etmiyor, bir el uzatmıyor, bir omuz vermiyor.
"Alemi merak etme ve aleme göre yaşama" alışkanlığımızdan bir kurtulabilsek aslında ne kadar rahatlayacağız.

Çevremizdekilerin sevinçlerini, üzüntülerini, acılarını paylaşarak mutlu olsak, paylaşarak mutlu etsek.
Her sözün ardında bir art düşünce aramasak.
Her lâfımızın ardına bir art düşünce saklamasak.
Kimseye fayda sağlamayacak konularla zaman kaybetmesek.
Birilerine yararlı olamıyorsak da en azından zararsız olmayı başarabilsek.
Diyojen bile Büyük İskender’e "Gölge etme başka ihsan istemem senden" dememiş miydi?

Kişisel konularda gösterdiğimiz bu çılgın merakın zerresini toplumsal konularda gösterebilsek.
İnsanların özel hayatlarına dair konularda "bana ne" diye düşünmeyenlerin, karşılarındakilerden "sana ne" lâfını duymaları Nasreddin Hoca’nın fıkrasındaki gibi kaçınılmaz bir durum.
Teknolojinin bu kadar ilerlediği bir dönemde artık kimsenin özel hayatı diye bir şey de kalmadı maalesef. Her şey o kadar kolay izlenebiliyor ki gizlenebilmek mümkün değil. Gizlenmeyi gerektirmeyecek durumlar dahi sürekli bir ‘izleniyorum’ psikolojisiyle gizlenmesi elzemmiş durumlara dönüşüyor.
Bilgisayar klavyesine vurulan bir 'tık’la bütün şecereniz ekrana dökülebiliyor mesela. MOBESEler, plâka tanıma sistemleri, birçok binadaki güvenlik kameraları derken sürekli Birileri-Bizi-Gözetliyor.
Açıkçası buralara kaydolan görüntülerin suç işlendiği zamanlarda suçlunun bulunmasına epey faydası oluyor. Belki biraz da caydırıcı oluyordur diyorum ama pek bir cayanı da görmedim sanki.

Henüz durumun farkında değiller galiba. Ya da aldırmıyorlar.
İnsanlık adına her ne kadar suç varsa hepsini herkesin gözleri önünde işlemeye durmaksızın devam ediyorlar.
Bunun dışında, onca kamera üzerindeyken insan kendisini Truman Show filminde gibi de hissetmiyor değil hani.
Sürekli bir ‘Kamera nerede?’ halleri...
İnsanlık bu izlemeyi çok uzun yıllardır yapıyordu da; bu izlemeler teknoloji sayesinde artık çok daha kolay yapılabilir hale geldi. Kolay hale gelince de izlenenler çoğaldı. Hâttâ izlenmeyenler kendilerini önemsiz kişiler addedip üzülüyorlardır bile belki.
Hakkında sürekli bilgi toplanan, sürekli bir açığı aranan, açığı bulunduğu zamanda da ilerideki günlerde lâzım olabilir diye o açık her neyse bir köşede saklanan, insanı paranoya derecesinde tedirgin edici bir dünyaya hoş geldiniz.
Cebimizde taşıdığımız telefonlarımız dahi bir çeşit ajan halini aldı. En yakın dostumuz, en yakın sırdaşımız dediğimiz o minicik aletler bizi sürekli ‘satmakta’lar.

Kısacası; birbirini tanıyanlar arasındaki mahalle dedikodularının çok masum kaldığı, dünyanın bir ucundan diğer ucuna herkesin dedikodusunun kolaylıkla yapılabildiği küçücük bir dünyamız var artık...

27 Nisan 2011 Çarşamba

Veled-i zemane

Yeni yetişirken anneannem bize "zemane" derdi hep. Ona göre biz zemaneydik, çünkü Fan Fin Fon müziği (yabancı müzik) dinliyorduk, ‘velesbit'e (bisiklet) biniyorduk,  erkek gibi 'pantol' (pantolon) giyiyorduk, denize giriyorduk, sokaklarda top oynuyorduk.
Bize son derece normal gelen bu davranışlar ona çok garip geliyordu. Kız dediğin böyle mi olurdu? Kız dediğin annesinin dizinin dibinden ayrılmazdı.
Biz kendi çağımızı yaşıtlarımızla güle oynaya yaşarken, bizden önceki nesillerin bizlerde aykırı bulduğu davranışlar yavaş yavaş 'eski'nin yerini almaya başlamıştı. Artık yeni bir nesil gelmişti. Daha farklı düşünen, daha farklı giyinen, bambaşka konuları olan, bambaşka bir dili olan genç bir nesil.
Televizyondaki spiker kendisini görmesin diye başını örtmeye çalışarak saçını gizleyen iki kuşak önceki nesilden, ilginç buldukları durumları video kameralarına çekerek dünyayla paylaşan nesillere gelindi. Tabii ki bu yolculuk sırasında insanlar arasında milyonlarca kez kuşak çatışması yaşandı.
Herkes bir önceki nesle göre ‘zemane' olmaya, bir sonraki nesle göre de ‘köhne' kalmaya mahkûmdu.
Eğer ki biz iki kuşak gerideki neslin dediklerini koşulsuz dinlemiş olsaydık, bugün  şu zamanda var olmamız da mümkün değildi aslında. Biz kendi çağımızı yarattık, onu yaşadık, bizden sonra gelen çağa da ayak uydurabildiğimiz kadar uydurarak çağın gerisine düşmemeye çalıştık.
Bilgisayarlarda zaman zaman güncelleme yapılması ne kadar elzemse bu işlemi insanların da kendilerine uygulamaları bir o kadar elzem demek ki.
Güncellenen her programın o programı daha iyileştirildiğini düşünürsek, her güncellenmede aynı iyileşmenin insanlar için de olması gerekir.  İçimizdeki insanî duyguları yitirmeden, ürkütücü bir canavara dönüşmeden, geçmişimizin üzerine daha olumlu davranışlar ekleyerek başarmalıyız bunu. Yoksa modernleşmeyi yüzsüzleşme, onursuzlaşma, ahlâksızlaşma haline getirerek değil.
Çağa uymak denilince Cem Karaca'nın "Oğlum'a" şiirindeki vasiyet gibi  dizeler gelir aklıma.
"Başını dik tut hiç eğme sen,
Aklına ve yüreğine güven.
Çağını bil, çağına yakış,
Güzelliklerle yarış."
Geçenlerde bir otobüste sarmaş dolaş oturan gençlerin otobüs şöförü tarafından hakaretlere uğrayarak otobüsten atılmalarını izledik basında. Bu olaydan bir kaç gün sonra da bu olayı protesto etmek için otobüse doluşan gençlerin bir hat boyunca öpüştüklerini yazdı gazeteler. Olaya tepki verme şeklinin şiddetten uzak ve farklı olması dikkatleri çekmeye yetti.
Gençler içlerindeki heyecanı çok zaman zaptedemiyorlar.
Zaman zaman tatlı bir masumiyetle, zaman zaman da ipin ucunu biraz kaçırarak abartılı sevgi gösterilerinde bulunabiliyorlar.
İçlerinde samimi sevgi tanecikleri taşıyanların hareketleri çevredekileri rahatsız etmek yerine hafifçe gülümsetiyor. Bazıları biraz daha coşkulu, sesleri daha yüksek, hareketleri daha büyük. Bazılarıysa en hoyrat, en kaba, en aldırmaz tavırlarla çevrelerindekilerin tepkisini çekiyorlar.
Her el ele tutuşanı, her birbirine sarılanı ahlâksızlıklam suçlayamayız elbette. Her bize ters gelen davranışta cezayı kesme işini üzerimize alamayız. Birinin ahlâksız bulduğu bir davranışı bir başkası sıradan bulabilir. Kimin neye göre değerlendirdiğinin belli olmadığı bu durumlarda herkes kendisine ters gelen hareketi cezalandırmaya kalkarsa, gün olur ‘gözünün üzerinde kaşın var' deyip tetiğe basmaya kadar gelir bu iş.
Gençlik heyecanlarını dolu dolu yaşayan çocuklara biraz hoşgörü göstermek lâzım belki de. Bunun yanında o çocuklara bu heyecanlı hallerini çevrelerini taciz edercesine yaşamamalarını da öğretmek gerek.
Özgürlüğün herkesin ortasında pornovari görüntüler sergilemek olmadığını öğretmek gerek. Onlar henüz toylar. Ufak yönlendirmelerle doğru yolu bulacaklardır. Yeter ki onlara ulaşabilmek için doğru sözler kullanılabilsin.
Hâttâ sözlerden daha çok doğru davranışlar sunulsun.
Saygıyı yaşayan çocuklar, saygı göstermesini de en doğal yoldan öğreneceklerdir.
En iyi nasihat iyi örnek olmaktır demezler mi?
Zorlama ve taciz olmadığı sürece neşelerini birbiriyle paylaşan insanlardan rahatsız olmayan insanlar olmalı artık sokaklarda.
Bu coşkulu hallerini birbirleriyle paylaşırken birbirlerine ve çevrelerine saygısızlık etmeyen gençler olmalı.
Yasaklamalar yüzünden ilişkilerini  arka sokaklara kaçışarak yaşayan gençler yerine, ailelerinin bilgisi dahilinde birbirleriyle medenice arkadaşlık yapabilen, flört edebilen gençler olmalı.
Bir kadın bir erkekle, bir erkek de bir kadınla evlenecekse eğer bu flörtler zaten kaçınılmaz. Şu anda evli olanlar evlenmezden önceki hikayelerine şöyle bir göz atarlarsa gençlere karşı belki biraz daha anlayışlı olabilirler.
Anlayışlı olamayıp saldırganlaşanlar karşı cinse olan düşüncelerinden kendileri korkan insanlar olmasın sakın!
Bir düşünün; otobüste el ele gördüğünüz kendi halindeki gençlerden mi daha çok rahatsız olursunuz yoksa herkesin içinde cep telefonuyla ya da yanındakiyle bangır bangır konuşan bir yetişkinden mi?
Ayıpsa, alın işte size esaslı bir ayıp!

19 Nisan 2011 Salı

Meclis'te Kadın Olmak

Kadınların ilk kez oy kullandığı TBMM 5. Dönem seçimleri 8 Şubat 1935'te yapıldığında ilk kez 18 kadın milletvekili Meclis'e girdi. Anadolu'nun farklı illerinden gelen bu on sekiz kadının içinde bir tek Satı Kadın'ın akademik eğitimi yoktu. Diğerleri genelde eğitim camiasından geliyorlardı.
1800'lerin sonları ilâ 1900'lerin başları arasında doğan bu kadınlar Osmanlı'nın son, Cumhuriyet'in ilk dönemleri içinde eğitim almış kadınlardı. Üzerlerine aldıkları vazifelerini yaptılar. Yerlerini arkalarından gelen kadınlara bıraktılar.
Zaman içerisinde Meclis'teki kadın sayısı da arttı. Şu anda 78 kadın milletvekilimiz var. Önümüzdeki seçimlerde umarız ki bu sayı çok daha fazla olur.
Kadınların anne olabilme hasletinden dolayı pek çok konuya daha duyarlı olduklarını düşünerek, hayatın bütün dallarında olduğu gibi siyasette de kadınların çoğalmasını istiyoruz. Geçmişi iyi bilen, geleceği iyi görebilen, halkın sesini iyi duyan ve bu sese vekil olabilecek kadınlar Meclis'te daha fazla olmalı.
Oradaki erkek nüfusunun arasında kaybolmadan, erkekleşmeden, öncelikle 'kadının sesi' olduklarını unutmadan çalışmalılar.

Her kadın okula gidemez. Her kadın çalışamaz. Her kadın sesini çıkartamaz. Her kadın güçlü olamaz. Onlar bunu yapamaz da; Meclis'e girmiş her kadın tüm bu kadınların gözü- kulağı, ağzı-dili olabilir. Olmalıdır da...
Kadının bilgili, becerili ve  kendi içinde güçlü olabilmesi için kapılar aralanmalı, en azından toplum içinde ezilmeyecek ve çocuklarını iyi yetiştirebilecek kadar eğitimli olmaları sağlanmalıdır. Bedenini ve ruhunu tanıyan kadın becerilerini daha kolay geliştirebilecektir.
İlla ki her kadın üniversite okuyacak diye bir şey yok. Okumayanlar 'iyi değil' diye bir şey yok. Okuyanlar 'iyi' diye de bir şey yok.
Kadını eğitmekle kalmayıp kadına saygı gösterilmesini öğretmek de lâzım.
Bu  bir döngü.
Erkekte saygı uyandıran kadın olabilmekle başlayan, erkeğe yanındaki kadınla gurur duyabilmesini öğretmekle devam eden, bu ortamda yetişmiş saygı duyan ve duyulan çocuklarla son bulan...
Ve bu döngü sağlıklı yetişmiş çocuklarla tekrar tekrar baştan başlar.
Erkeğin kıymet vermeyi bilmediği kadın her ne düzeyde olursa olsun aşağılanmaktan kurtulamaz. Kadın sorununun var olduğu her yerde muhakkak ki en büyük sorun erkeğin tutumudur.
Günümüzde dışarıda çalışan kadın nüfusu oldukça fazla olduğu için, kadın milletvekilleri çalışan kadının çalışma hayatını kolaylaştıracak düzenlemelere ağırlık vermeliler. Kendileri de çalışan kadın olduklarından çalışan kadınların ne kadar zorlu şartlarla çalıştıklarını en iyi onlar bilirler.
O kadınların evleri ve işleri arasında sıkışıp kaldıklarını, çocuklarına yeterince zaman ayıramadıklarını, çocuklarının bakımını ve ev işlerini bir başkasına devrettikleri zamanlarda dahi akıllarının bir tarafının sürekli evde kaldığını, çok çalıştıkları zamanlarda kendilerini ailelerine karşı suçlu hissettiklerini ve bu yüzden de mesleklerinde yeterince yükselemediklerini onlardan iyi kim bilir?

Kadın vekiller, dışarıda çalışmayan ama evini eksiksiz idame ettiren kadının kaşık düşmanı olmadığını, eve ekmek getirmenin evdekine her türlü hakareti mubah saymayacağını, o kadınların da insanca davranılmayı hak ettiklerini ve o kadınlara insanca davranmayanların da ağır bir şekilde cezalandırılacaklarını bilmelerini sağlamalılar.
'Kocadır, döver de sever de' lâfı artık tedavülden kalkmalıdır.
Babalar ya da ağabeylere 'koruma ve kollama' lâfının içeriği layıkıyla idrak ettirilmelidir.
Kadının kendisini korumak ve kollamak için illa ki bir erkeğe muhtaç olmadığı, esas gücün kendisine olan özgüveninde olduğu, bu özgüvenin oluşması için de lâzım olan altyapının oluşması ve gelişmesi sağlanmalıdır.
Kadın dört duvar arasına sıkışıp kalmamalıdır.
Dünyayla iç içe geçmiş kadın vekillerimiz dünyadan bihaber bu kadınları ellerinden tutup aydınlığa çıkartmakla mükelleflerdir.
Bunlar için çalışırken kendilerinden kadınsı duruşlarını kaybetmemelerini istiyoruz.

Meclis'te yeterince erkek var!
Orada 'Erkek Gibi Kadın' değil de, 'Kadın Gibi Kadın' olmalarını istiyoruz.
Tavırlarıyla ve bilgileriyle oldukları kadar görüntüleriyle de yerlerine yakışmalarını istiyoruz. Onları her daim özenli, bakımlı ve şık görmek istiyoruz.
Her halleriyle bulundukları yerlere asalet, zarafet ve saygınlık kazandırmalarını ve bütün kadınlara örnek olmalarını bekliyoruz.

15 Nisan 2011 Cuma

Genç ölmek

Biz insanlar hem çok uzun yaşamak isteriz, hem de hiç yaşlanmamak. Bir yandan geniş zamanlara yayılmış planlar yaparız, bir yandan da zamanı durdurmaya çalışırız. Ölüp gitmek istemeyiz. Yıllar geçtikçe dünyaya daha çok kök salar, bir türlü kopamayız.
İki gün önce genç kalabilmekten bahsetmiştik. Maalesef ki bazılarımız aramızdan erkenden ayrılarak sonsuza dek genç kalmayı başarabiliyorlar.

Genç kalabilmek güzel bir şey, güzel olmayansa ‘genç ölmek’.
‘Allah sıralı ölüm versin’ deriz ya hep. Gençlerimize kıyamayız. Çocuklarımıza konduramayız. Anne ya da baba sağ olduğu kadar o sıra onlara gelmez zaten. Ancak onlar gittikten sonra girilir sıraya.
Ölüm sıra dinlese iyi olacaktır da, dinlemez işte.
Hiç beklenmedik bir zamanda aniden çalıverir kapıyı.
Açmasan olmaz, yokum desen inanmaz. Ne gençlik dinler, ne bir bahaneye inanır.
Her şey biter o anda. Emanet teslim alınır, dosya kapanır.
Belki babasının bin bir hayalle aldığı arabasının içinde, belki serinlemek için neşeyle girdiği denizde, belki arkadaşlarıyla şakalaşarak yürüdüğü yolda, belki vatanını korumak için gittiği askerde bulur onu ölüm.
Bazen amansız bir hastalık, bazen aşkı uğruna ettiği bir kavga, bazen çalıştığı ortamın tedbirsizliğindedir Azrail.
Karnesinde zayıf gelir, atar kendisini bir dereye. Sevdiği kız başkasına varır, çeker vurur kızı da kendisini de. Babasına kızar, annesine içerler kaçar gider bir bilinmeze. Canı yanar. Can yakar.
Bir eğlence yerinde içer içkisini, sonra da atlar arabasına. Asfalt ağlar o araba kullanırken. Ne bir kemer, ne bir önlem. Hepsi gereksizdir nasılsa.
Evinden okuluna giderken bindiği otobüse atılan bir molotofla yanar cayır cayır. Ya da arkadaşlarıyla İstiklâl’de dolaşırken başına düşen cam bir levhayla dünyası kararır.
Askere gider, çatışmaya girer, vurur-vurulur. Vuran da gençtir, vurulan da.
Çanakkale olur, Sarıkamış olur, Anafartalar olur, Güneydoğu olur. Yüzyıllardır yaşanmış her savaşta toprağa düşen her beden hep genceciktir.

Her ölüm zamansızdır belki de, genç ölmek daha bir zamansızdır.
Daha yaşanacak onca şey varken sanki olmayacak bir yerde film kopar. Her şey yarıda kalır. Giden için sona eren film, kalan için bambaşka senaryolarla kaldığı yerden devam eder.
Acılı, özlemli, kederli günler birer birer tamamlanmaya çalışılır. Hızla akan ömür bir anda yavaşlar, günler geçmek bilmez. Gidene bir an önce kavuşulmak istenir. Ölüm özlenir olur. Giden ölümdedir. Ölüm kavuşmanın tek çaresidir.
Zamanı gelince o da olacaktır. O zamana kadar kalan günler düşe kalka yaşanır.
Evladına doyamamışlar bilir bunu. Kardeşini zamansız toprağa verenler bilir. Etinden et koparılmış gibi içine çökmüş bir acıyla yaşarlar. Ateş düştüğü yeri yakar derler ya hani, merkezden uzaklaştıkça ateşin harı da hafifler. Merkez annedir, babadır. Onun ateşi hiçbir zaman sönmez.
Giden için hayalleri vardır onların. Evladı daha büyüyecektir, okuyacaktır, evlenecektir, çoluk çocuğa karışacaktır.
O; kendisi yaşlandığında elini uzatacağı tek insandır.
Bir insan yetiştirmenin bütün fedakârlıklarından sonra bomboş kalan elleriyle çaresiz ve şaşkın bakakalır. Çocuklarıyla akran her kim varsa onlarda zamansız giden evladını görür. Büyüyebilen o çocukları gıptayla izler.
Bazen kaderine isyan ederek, bazen de tevekkülle sabrederek günlük hayatına devam eder.
Bebek mezarları olur kabristanlarda. Bazen de gençliğine doyamadığını dillendiren mezar taşı yazıları. Onları okurken hayat arsızlığından utanır insan.

Bazıları büyüyemez. Bazıları yaşlanamaz.
Gitmek mi daha zordur, kalmak mı diye soracak olursak;
Yaşarken gitmek zor gelir insana.
Canından can gittikten sonra da kalmak…

12 Nisan 2011 Salı

Gençlik iksirini buldum

Her daim genç ve güzel görünmeyi hangi kadın istemez?
Sağlıklı, dinç, pürüzsüz, kırışıksız, sarkıksız, döküksüz...
Şimdilerde genç ölmek modası var zaten. Kimsenin yaşlanası yok. Yaşlanmaya izin de yok. Ve hattâ yaşlılık emareleri suç teşkil ediyor.
Herkes belli ölçülerde kalmalı. Hiç bozulmamalı. Zamanı durdurmalı.
Bunun en kestirme yolu da estetik merkezlerinin ve diyetisyenlerin kapılarını çalmaktan geçmekte.
Fazla kilolarınız mı var? Gelsin çarşaf çarşaf diyet programları, zayıflama kürleri, detoxlar, türlü çeşit terapiler. Bakın, incecik olmazsanız sonra size ŞİŞKO derler.
Sarkanlarınızı toplatın, buruşanlarınızı açtırın. Neşterli ya da neştersiz ne kadar yol varsa hepsini uygulatın ve zamanı durdurun.
Yalnız şunu unutmayın; estetik yaptırıp da güzel olursanız bu tamamen estetiğe bağlanacak. Yok, olmazsanız bu da yine tamamen estetiğe bağlanacak.
Böyle böyle gelen dayatmalarla kadınlar sonunda bedenlerine olan güvenlerini kaybettiler. Kendilerinde sürekli kusur arar hale geldiler. Kilolu ya da kilosuz her kadının en az beş kilogram fazlası var. Sürekli bir kilo verme mücadelesi, sürekli bir sıkıntı, sürekli bir kendini beğenmeme halleri. Sıfır beden kızların bile ayna karşısında kendilerini şişman bulmalarına kadar geldi dayandı iş.
Erkekler de yanlarındaki kadından manken kıvamında olmalarını bekliyorlar. Üstelik o erkeklerin birçoğu aynalarla barışık olmazken böyle bir beklentiye girmeleri, bir de yanlarındaki kadın ne yaparsa yapsın yine de dışarıdakini cazip bulduklarını söyleyip sürekli başkalarıyla mukayeseye etmeleri kadını estetik uzmanlarının karşısına geçirmeye mahkûm ediyor.
Yaşlanmayı kabullenen insan modeli yok artık. Eskiden elli yaşına varmış bir kadın köşesine çekilip sadece torunlarıyla ilgilenirken, şimdi aynı yaştaki kadın hayatın tam ortasında hâlâ mücadelesini sürdürmekte. Günlük hayatın bütün alanlarında yer almakta.
Kendisinden iyi bir eş, iyi bir anne, iyi bir işkadını, iyi bir ev kadını olması beklenirken bu arada yaşlanıp köşesine çekilmeye vakti kalmıyor. Bu koşturmaca içinde sağlıklı ve genç kalmayı kendisi de istiyor tabii ki. Ruhu yaşlanmayan kadın bedeninin yaşlanmasını da kabullenmiyor. Ve direniyor...
Eskiden kadından ‘çok' güzel olması beklenmezdi. Erkekten de ‘çok' yakışıklı olması. Bunlar öncelikli talepler değildi. Evcimen, temiz ve sağlıklı olmak yeterliydi.  Mevzun bir vücut güzellik için kâfi idi. Kazancını ailesiyle paylaşan erkeklerle, emeğini ailesine harcayan kadınların kurdukları ailelerde öncelik, bireyden ziyade ailenin bütünlüğündeydi.
Evde dikilmiş tertemiz basma elbisesinin içindeki hafif topluca bir kadının güzelliği değme mankende yoktu.
Takım elbisesi ve kravatıyla, başına taktığı fötr şapkasıyla asalet timsali bir erkek her halükârda yakışıklıydı.
Şimdilerde erkek çocuklar hem annelerinin becerikliliğinde, hem de basında gördükleri gösterişli kadınlar gibi kadınların peşindeler. Kızlarsa babalarının şefkatinde ve film artisti kadar yakışıklı erkeklerin.
Aradıkları, buldukları ve olduklarıysa bambaşka...
Kimse karşısındakinden memnun değil. Hele kendisinden hiç değil. Bir arayış, bir tatminsizlik, bir çaresizlik içinde kıvranıp durmakta.
Onların bu çaresizliğinden nemalanansa estetik dalında hizmet veren kurumlar. Belki de kadına sürekli genç ve güzel olması gerekliliği fikrini pompalayan da onlar.
Vücudun her bölgesine ayrı ayrı üretilen kremlerin satılabilmesi için insanın önce bunlara ihtiyacı olduğuna inandırılması gerek elbette. Buna inanmış bir kadın gençliğini ve güzelliğini sonsuz kılabilmek için elinden ne gelirse yapacaktır artık. Yeter ki hemcinslerinden daha erken yaşlanmasın.
Bu bir arz-talep meselesi aslında. Kimse bu durumdan şikâyet etmesin. Herkes karşısındakinde cezbolduğu özellikleri şöyle bir gözden geçirsin. Önceliği neye verdiğini fark ettiği anda kadınların bu çabalarında ne kadar haklı olduklarını göreceklerdir.
Oysaki gençlik ve güzellik içten dışa yansıyan bir ışık huzmesi.
Vücudu belirlenen ölçülere her ne kadar uygun olursa olsun; neşesini kaybetmiş, her şeyden şikâyet eden, gözleri gülümseyerek bakmayan bir insan hiçbir zaman genç değildir. Ne yirmisinde ne otuzunda.
Gençlik yaşla değil yaşantıyla olan bir şey.
Yılları devirirken yaşadığı her günden kendisine birkaç akçe bırakabilen insanların birer hazine sandığına dönüşmesi yaşlılığın en büyük ödülü değil midir?

5 Nisan 2011 Salı

Kime inanalım, kime güvenelim?

Gençlerin hayatlarındaki dönüm noktası olan büyük sınavın ardından çıkan tartışmalar, yerini yeni bir vukuata bırakana kadar gündemdeki yerini koruyacak besbelli. Yeni bir vukuat çıkınca da unutur gideriz nasılsa...
Daha birkaç ay önce KPSS sınavı ertesinde çıkan yolsuzluk vak'ası ve sonrasında da sınavın iptal edilmesi, daha sonra da sınavın tekrarlanması, insanların bu tip sınavların adaletine olan güvenlerini sarstı.
Güvenlik için her seferinde başka bir yöntem uygulanmasına rağmen nasıl oluyorsa sorular ve cevaplar bir şekilde bazı kişilerin ellerine geçiyor.
Bu arada olan yine arka sokaklara sapmayan, doğruluktan ayrılmayan, ellerinden geldiğince kendi emekleriyle çabalayanlara oluyor.
Yine canı yanan, yine hakkı gasp edilen onlar.
Bu sene yaşanan karmaşa sonrasında ÖSYM başkanı basın karşısına çıkıp uyguladıkları yeni yolu izah etti. Şifreleme diye bir şey YOK dedi. Bu durum Cumhurbaşkanı'na anlatıldı ve Cumhurbaşkanı da ‘Ben ikna oldum' dedi.

Cumhurbaşkanı ikna oldu da; peki ya esas ikna olması gerekenler ne kadar ikna oldular?
Olaya siyasal açıdan bakıldığında yapılan açıklamalara koşulsuz inananlar olduğu kadar, bir de bu izahatlara asla inanmayanlar var.
Kimileri inanmaya programlı, kimileri de inanmamaya.
Tarafsız kalarak karar verebilen aklıselim insanlarsa parmakla sayılacak kadar az.
Bu toz duman yatıştıktan sonra işin aslı astarı ortaya çıkacak.
Uygulanan bu yeni yöntemle gerçek anlamda adil bir sınav mı olmuştur, yoksa yine bazıları kefenlerini mi yırtmışlardır zaman gösterecek.

Bu söylentiler bile artık sıradanlaşmaya başladı.
Tarafsızlığın baş tacı olması gereken böylesi durumlarda kayırmacılığın olduğunun fark edilmesiyle birlikte millet, devletine güvenmemeye başladı.
Eskiden de her sınava böyle hile karışır mıydı acaba? Belki olurdu da sümen altı edilirdi. Belki de fark edilmezdi. Yapan yaptığıyla kalırdı.
Ya şimdi niye bu kadar aleni yapılıyor, niye bu kadar ortalara düşüyor? Onlar mı gizlemeyi bilmiyor yoksa vatandaşın mı gözü açıldı?
Güvensizliğin verdiği tedirginlikle insanlar öküz altında buzağı aramaya mı başladı? Çok zaman da haklı çıkıp buldukça daha mı çok aradı?

Aklımı kurcalıyor, cevap seçeneklerine niçin şifre konulur ki? Bu nasıl bir güvenlik sistemidir? Kimsenin aklına cevapların şifreleme yöntemiyle sıralanacağı gelmez. Bu şifreleme en çok kimin işine yarar? Kim faydalanır?
Ancak şifreleme olduğunu bilenlerin işine değil mi? Peki her şey bu kadar gizliyse bunu kim bilebilir?
Hani KPSS sınavında "FULL" çekenlerde olduğu gibi, bunda da bu şifreleme işini kimlerin bildiğini sonuçlar açıklandıktan sonra anlayacağızdır belki.
Üstelik bu seneki sınavda öğrencilerin didik didik aranması o kadar abartıldı ki adeta hallaç pamuğu gibi atıldılar. Yanlarına kalem dahi alamadılar. Dışarıdan gelebilecek her türlü müdahale engellendi. Ama ya içerisi?

Şu anda neyin doğru neyin yanlış olduğu birbirine karışmış durumda. Velev ki bu şaibeler doğruysa, işte o zaman bunun vebalini kim üstlenecek?
Bütün bir senesini dershane-okul-ev arasında geçiren çocuklara ve o çocuğun bir üniversiteye girebilmesi için kendi hayatlarından feragat eden ailelere bu nasıl anlatılacak?
İnanmadıkları ve güvenmedikleri bir ülkenin inançlarını kaybetmiş insanlarından nasıl bir millet oluşturulacak? Ulus olmanın ruhunu yitirdikten sonra üzerlerinde yaşadıkları toprağın kutsallığını umursamayan insanlara vatan sevgisi nasıl verilecek?
Vatan bilmeyen, ulus olmayan bir topluluğa hangi devlet hükmedebilecek?
Ulusu olmayan bir devlet DEVLET kalabilecek mi?

1 Nisan 2011 Cuma

Bilgili-İlgili-Yetkili

Son yıllarda dilime dolanan, kimin söylediğini bilmediğim ama sıklıkla aklımdan geçirdiğim tekerleme gibi bir söz var:
"Bu memlekette bilgililer ilgisiz, ilgililer bilgisiz, yetkililer hem ilgisiz, hem bilgisiz."
Bilginin ve dolayısıyla bilgilinin saf dışı bırakıldığı, kişilerin konulara dair bilgisi olmamasına rağmen sadece makamlara ilgisinin olmasının kâfi geldiği, bu bilgisiz ilginin de kendisini yetkili durumlara kadar yükseltebildiği garip bir memlekete dönüştük sonunda.

Bilgili insanlar, ilgilenmeleri gereken konularla ilgilenip bilgilerini sunmaz oldular.
İlgili insanlar, ilgilendikleri konularda bilgi sahibi olmaya gayret etmeyip bilgisizliği meziyet görür oldular.
Bilgisiz de olsa yoğun ilgilerinin sonucunda yetkili olan insanlarsa artık ne bilgiye ihtiyaç duyar, ne de ilgilenmeleri gereken sorumluluklarıyla ilgilenir oldular.

İnsanın her şeyi birden bilmesi elbette ki mümkün değil.
Belki ileride olacaktır ama henüz bellek kartlarıyla beynimize bilgi aktarımı yapamıyoruz.
O yüzden hâlâ okuyup araştırarak öğrenmek zorundayız.
Öğrenmeye ve bilgiye ulaşmaya hevesli olan kişiler sürekli bir öğrenme içindedirler.
Onlar için gerçek öğretici hayattır. Yaşadıkları her olaydan, okudukları her yazıdan, izledikleri her yayından kendilerine kattıklarıyla sürekli zenginleşirler.

Önceleri her şeyi bildiğini zanneder insan. Yaşadıkça ve öğrendikçe de bilgisizliğini fark eder. Bilmediği zamanlardaki konuşkanlıkları, öğrenmeye başladıktan sonraki suskunluklarına dönüşür. Bu da onu, bilgisini aktarması ve paylaşması gereken durumların uzağına düşürür.
Onun uzağa düşmesiyle oluşan boşluklarsa arkadan gelen yeterli ya da yetersiz kişiler tarafından hemen dolduruluverir.
Geçtiğimiz zamanlarda yaşanan seçimleri düşünün.
Biz oylarımızla ülke yönetiminde bizleri temsil etmeleri için bazı kişilere vekâlet veririz. Aday adaylarımız bizlerden o yetkiyi alabilmek için kendilerini bizlere anlatmaya çalışan yoğun günler geçirirler. Seçim sonuçlanana kadar da bize olan bu ilgileri devam eder.
Aslında mesele bu ilginin seçim sonuçlandıktan sonra da devam etmesidir.
Yoksa dereyi geçene kadar değil...
Halka hizmetin Hakk'a hizmet olduğuna inananlar talip olmalıdırlar bu görevlere. Vazifelerini lâyıkıyla yapmayacaklarsa, yapamayacaklarsa kendilerini bilmeli ve düzenlerini hiç bozmamalıdırlar.
Milletvekilliği başlı başına bir 'kendini halka adama' işi.
Geçim kapısı değil. Ek iş değil. İş Bulma Kurumu hiç değil...
Adı üzerinde, meclise girecek kişi milletin vekili olacak. Kendisine vekâlet verenlerin gözü-kulağı, ağzı dili olacak.

Kendisi ve yakın çevresinin çıkarları için makam peşinde koşan insanlardan çok sıkıldık.
Bal tutanın parmağını yalamasına göz yummalardan çok bunaldık.
Dünyada olup biten her ne varsa anında haberdar olan, dünyayla iç içe geçmiş nesiller var artık sokaklarda. Birbirleriyle olsun ya da halka hitap ederken olsun ağızlarından çıkanı kulağı duymayan, her an kavgaya hazır, her an azarlamaya yer arayan, halka tepeden bakan asabi insanlar onlara çok garip geliyor.
En vakur makamda otururken en olmaz şekilde kavgalar edebilen, birbirleriyle top yüzünden itişen çocuklarmış gibi davranan, yerlerini sindirememiş insanlara şaşırıyorlar.
Bazıları da onların bu tavırlarını kendilerine örnek alıp, "Sen benim kim olduğumu biliyor musun?" mantığıyla karşılarına çıkan insanlara her türlü kötü muameleyi reva görebiliyorlar.

Tartışmanın da bir adabı olmalı deriz ya her zaman, onu bilebilmek de bir meziyet. Konuşmak kadar dinlemeyi bilmek ona keza.
Kendisine yanlış gelen bir durumda hakaretler yağdırmaya başlayarak yerinden fırlamak, karşı tarafa saldırmak, sille tokat birbirine girmek...
Bunlar mıdır olması gerekenler?
Yoksa o tartışmaları; sadece memleket menfaatine hangisinin faydalı olacağını belirlemek için yapılan münazaralar olarak görüp, kişiselleştirmemek midir?
Adayların seçtiği yol hangi yol olursa olsun, varacakları hedef devletin ve milletin refahı, bütünlüğü ve devamlılığı değil midir?
Seçimleri kazandıklarında mecliste, halkın huzurunda bütün bunların üzerine yemin etmezler mi?
Yemin esnasında iki ayağın da sabit durabilmesi için yemin edilen kürsünün zeminine ve yemin edeceklerin ayakkabılarına mıknatıs mı yerleştirmek lâzım acaba?
Biz artık; kendisini güncellemekten aciz eski model değil, ayaklarına mıknatıs yerleştirmek zorunda kalmayacağımız, bilgi ve ilgiyle donanmış yetkililer istiyoruz...
Olmaz mı?