18 Kasım 2017 Cumartesi

Madem güç sende...

Büyük bir şirketin başındasın ve her şey senin emrinin altında. 
Güçlüsün. Ne dersen yapılıyor, ne istersen oluyor.
Ancak zalimsin...
Çevrendekilerin canına okuyorsun.
Sonra bir gün bir kaza geçiriyorsun ve meleğe dönüşüyorsun.
Ondan sonra da elindeki bu gücü iyiliğe kullanmak yerine; gücünü, bu gücü kullanmayı bilmeyenlerin eline bırakmaya çalışıyorsun.
Ondan sonrası, yaparsın yapamazsın konusu, çekişmeler, hissedarların ve şirket kurucularının ellerindeki gücü kaptırmamak için arka sokaklarda dolaşmaya başlamalar vs.
Yol Ayrımı filmini izlerken aklımda tek bir soru vardı:
"Her şeye sahipken bu iyilikleri sen niçin yapmıyorsun, niçin şartları iyileştirmiyorsun, niçin gücünü yararlı hale sen kendin bizzat getirmiyorsun?"
Sistemi yerine oturttuktan sonra da ister bisiklete bin, ister torunlarını sev, ister dünyayı gez, ister aşık ol...

Şirketin zalim/melek patronu rolündeki Şener Şen'e bunu sorarken elinde güç bulunan ama bunun farkında olmayan(!) büyüklerimize de aynı soruyu sordum sonra.

Sormaya devam ettim sonra da:
Bak devletin zirvesindesin. Bak her şey senin emrinde. Bak ne istersen oluyor, bak iki dudağının arasından ne çıkarsa şıp diye anında yapılıyor.
E o zaman iyi şeyler yapsana...
Devletin milletin hayrına çalışsana.
Seni destekleyen kitlenin profili ile muhalif kitlenin profilini karşılaştırsana.
Sadece danışmanlarına değil, halktan da kim ne söylüyor kulak kabartsana.
-muş gibi yapanlardansa doğruları söyleyenleri kale alsana.
Doğruyu söyleyenleri dokuz köyden kovmasana.
Konuşandan korkacağına, susandan korksana.
Başın sıkışınca Aziz Atatürk'e sarılacağına Atatürk'ün ruhunu anlasana.
Atatürk'e ve Cumhuriyet'e düşman mihraklara kapı açmasana.
Cumhuriyet tarihini yok saymasana.
Osmanlı tarihini tüm gerçekleriyle kabullenip yapılan hatalardan ibret, doğrulardan örnek alsana.
Dünya tarihinin seninle başladığını sanmasana.
Kendine sağladığın aldatılmış olmanın özür hakkını, diğer aldatılanlara da sağlasana.
Memleketin eğitim sistemini gericiliğe evirirken bunun nelere mâl olabileceğini hesaplasana.
Hukuk sisteminin altından girip üstünden çıkarken gün gelip o hukuk sistemine en çok kendinin ihtiyacı olabileceğini aklının bir köşesinde tutsana.
Yurtta sulh cihanda sulh ilkesini, yurtta kavga cihanda kavga olarak anlamasana.
Ülke güvenliğine, savaş çıkartmak kolaydır, zor olan barışı korumaktır olarak baksana.
Kadına, çocuğa, gence, bebeğe, yetişkine, yaşlıya, doğaya, hayvana, ağaca sevgiyle yaklaşsana.
Eller iyisi olacağına önce kendi vatandaşının iyiliğine sahip çıksana.
En önemlisi de;
Bir gün öyle bir gün böyle konuşmasana.
Sanki bu göreve yeni gelmiş de eski yönetimin yaptıklarını beğenmiyormuş gibi haller takınmasana.
Şikâyet ettiğin her konuda kendi imzan olduğunu unutmasana.

Bak hazır her şey senin elinde, 
Bizi içimizden dışımızdan yıkmak isteyenlere bu kadar çanak tutmasana.
Biz buradayız, bizi de yanına alsana...

17 Kasım 2017 Cuma

Madem güç sende...

Büyük bir şirketin başındasın ve her şey senin emrinin altında. 
Güçlüsün. Ne dersen yapılıyor, ne istersen oluyor.
Ancak zalimsin...
Çevrendekilerin canına okuyorsun.
Sonra bir gün bir kaza geçiriyorsun ve meleğe dönüşüyorsun.
Ondan sonra da elindeki bu gücü iyiliğe kullanmak yerine; gücünü, bu gücü kullanmayı bilmeyenlerin eline bırakmaya çalışıyorsun.
Ondan sonrası, yaparsın yapamazsın konusu, çekişmeler, hissedarların ve şirket kurucularının ellerindeki gücü kaptırmamak için arka sokaklarda dolaşmaya başlamalar vs.
Yol Ayrımı filmini izlerken aklımda tek bir soru vardı:
"Her şeye sahipken bu iyilikleri sen niçin yapmıyorsun, niçin şartları iyileştirmiyorsun, niçin gücünü yararlı hale sen kendin bizzat getirmiyorsun?"
Sistemi yerine oturttuktan sonra da ister bisiklete bin, ister torunlarını sev, ister dünyayı gez, ister aşık ol...

Şirketin zalim/melek patronu rolündeki Şener Şen'e bunu sorarken elinde güç bulunan ama bunun farkında olmayan(!) büyüklerimize de aynı soruyu sordum sonra.

Sormaya devam ettim sonra da:
Bak devletin zirvesindesin. Bak her şey senin emrinde. Bak ne istersen oluyor, bak iki dudağının arasından ne çıkarsa şıp diye anında yapılıyor.
E o zaman iyi şeyler yapsana...
Devletin milletin hayrına çalışsana.
Seni destekleyen kitlenin profili ile muhalif kitlenin profilini karşılaştırsana.
Sadece danışmanlarına değil, halktan da kim ne söylüyor kulak kabartsana.
-muş gibi yapanlardansa doğruları söyleyenleri kale alsana.
Doğruyu söyleyenleri dokuz köyden kovmasana.
Konuşandan korkacağına, susandan korksana.
Başın sıkışınca Aziz Atatürk'e sarılacağına Atatürk'ün ruhunu anlasana.
Atatürk'e ve Cumhuriyet'e düşman mihraklara kapı açmasana.
Cumhuriyet tarihini yok saymasana.
Osmanlı tarihini tüm gerçekleriyle kabullenip yapılan hatalardan ibret, doğrulardan örnek alsana.
Dünya tarihinin seninle başladığını sanmasana.
Kendine sağladığın aldatılmış olmanın özür hakkını, diğer aldatılanlara da sağlasana.
Memleketin eğitim sistemini gericiliğe evirirken bunun nelere mâl olabileceğini hesaplasana.
Hukuk sisteminin altından girip üstünden çıkarken gün gelip o hukuk sistemine en çok kendinin ihtiyacı olabileceğini aklının bir köşesinde tutsana.
Yurtta sulh cihanda sulh ilkesini, yurtta kavga cihanda kavga olarak anlamasana.
Ülke güvenliğine, savaş çıkartmak kolaydır, zor olan barışı korumaktır olarak baksana.
Kadına, çocuğa, gence, bebeğe, yetişkine, yaşlıya, doğaya, hayvana, ağaca sevgiyle yaklaşsana.
Eller iyisi olacağına önce kendi vatandaşının iyiliğine sahip çıksana.
En önemlisi de;
Bir gün öyle bir gün böyle konuşmasana.
Sanki bu göreve yeni gelmiş de eski yönetimin yaptıklarını beğenmiyormuş gibi haller takınmasana.
Şikâyet ettiğin her konuda kendi imzan olduğunu unutmasana.

Bak hazır her şey senin elinde, 
Bizi içimizden dışımızdan yıkmak isteyenlere bu kadar çanak tutmasana.
Biz buradayız, bizi de yanına alsana...

Aşk olsun Emma...

Bir film izlersin, bir kitap okursun, bir şarkı dinlersin.
Aynı eserleri on yıl sonra bir daha, yirmi yıl sonra bir daha izler, okur, dinlersin ve aynı eserden her seferinde farklı etkilenirsin.
Algın, anlayışın, yaşanmışlıkların, öğrendiklerin, izleyip gözlediklerin, kenara yazıp cebinde biriktirdiklerin, hepsi ama hepsi etkendir bu etkilenimlerde.

Kitap Kurtları Kulübü olarak ekim ayı okuması için seçtiğimiz Fransız yazar Gustave Flaubert'in Madam Bovary kitabını daha erken yaşlarımda okumuş olsaydım eğer, "Vay be, ne aşk hkâyesi ama!" diye düşünebilirdim mesela.
Şimdi ise, "Heba olmuş bir ömür..." diyorum. 
Kitap 1851-1856 yıllarında yazılmıştı oysa ve kitap o günden bugüne hep aynıydı.
Yorum ve anlayış ise okuyucuya ve zamana göre değişiyordu.

Gustave Flaubert / Madam Bovary
Sâmih Tiryakioğlu çevirisinden okuduğum Madam Bovary için, gerçekçilik akımının en iyi örneklerinden biri diyebiliriz. Kitap bir aşk romanı gibi görülse de, bu gerçekçiliği ile romantizme ve romantiklere bir tepki olarak insanların en doğal halini yansıtıyor sayfalarında. 
Rembrant'ın Ölü Tavuskuşlu Natürmort tablosundaki kadar sert, Konstantin Makovsky'nin Maslenitsa on Admiralteyskaya Square in St Petersburg tablosundaki kadar kalabalık ve bir o kadar da zengin ve detaylı bir anlatımla yazılmış kitap. 
Konstantin Makovsky - Maslenitsa on Admiralteyskaya Square in St Petersburg
Bundan bir önce okuduğumuz Faulkner'ın Ses ve Öfke kitabı sürrealist bir ressamın fırçasından çıkmış gibiydi oysa...
Kitaptaki gerçekçi betimlemeler kitaplarla arası iyi olmayanlar tarafından pek cazip bulunmasa da okuma sevdalıları için hayranlık verici denilebilir. Betimlemeler gayet dozunda yapılmış ve kitap "gibi"lere boğulmamış. 
Ki Ece Temelkuran'ın Düğümlere Üfleyen Kadınlar kitabını okuduğumda, "Bu kitapta en çok kullanılmış sözcük 'gibi' olmalı" diye düşünmüş ve "Her şey ama her şey de bir şeye benzetilmez ki..." demiştim kendi kendime.
****
Madam Bovary, yazıldığı dönemde büyük yankılar uyandırmış ve Flaubert o dönemde bile oldukça şaşırtıcı görünen bir gerekçeyle, ahlâk ve dine aykırılık nedeniyle yargıç önüne çıkartılıp yargılanarak en sert biçimde cezalandırılmak istenmiş. Bu dava yüzünden adı bugünlere kadar gelen savcı Pinard, bu kitabın gerçek amacının, evlilikte aldatmayı yüceltmek, cinsel duyguları abartıp kışkırtmak, bu yolda dinsel ögeler de kullanarak inanç konusunda kuşkular yaratmak olduğunu öne sürmüş. Yargılama sonunda yazar, yaptığı güçlü savunma sayesinde zor da olsa aklanmış. 
Laf aramızda; Halit Ziya'nın Aşk-ı Memnu'yu yazarken bu kitaptan esinlediği söyleniyor...

Kitap, pek de parlak olmayan bir çocuğun annesinin verdiği mücadele ile okuması, doktor olması, (Charles aslında tam doktor değilmiş. O dönemde Fransa'da hekimlik unvanını almaksızın mesleğini icraya izinli olunabiliyormuş. Bu uygulama 1892'de kaldırılmış), yine annesinin ısrarı ile kendisinden büyük ve (sözde) zengin bir kadınla evlenmesi, mesleğinde pek de başarılı bir hekim olamayışı, hasta için çağrıldığı bir çiftlikte hasta adamın kızı olan Emma'dan hoşlanması, çiftliğe daha sık uğraması, karısının bu ziyaretlerin sıklaşmasından şüphelenerek Charles Bovary'yi sıkıştırması ve bir gün aniden avluda çamaşır sererken ağzından kan gelmesi ve ertesi gün ölmesi ile başlıyor. Hayret!

Charles karısının ölümünden sonra Emma'ya yaptığı ziyaretleri sürdürmesi ve eğitim almış, piyano çalan, kitap okuyan ve okuduklarından öğrendikleri ile farklı bir hayat hayali içinde olan Emma'nın da doktora (doktorun kendisine yaşatacağı hayata) karşı yakınlık göstermesi ve sonunda da Charles ile Emma'nın evlenmesiyle devam ediyor kitap.
Ancak Emma evlenmekle hayallerine kavuşamıyor. Vasat bir kasabanın vasat bir doktoru değildir ki onun hayallerindeki adam. O da etrafında hayallerine uyan birilerini aramaya başlıyor. Sonunda da hayal ettiği hayatı yaşatabileceğine inandığı kasabanın genç noter kâtibi Leon'a aşık oluyor. Leon Emma'nın hayatında bir ilk oluyor, lakin son olmuyor. Çocuğunun bakıcı ellerinde sefalet içinde büyümesine dahi aldırmayan Emma  hayalindeki aşkı aramaktan vazgeçmiyor, ancak o aşka bir türlü ulaşamıyor. Ulaşsa da ulaştığını fark etmiyor.
Sonu gelmez, bitmek bilmez bir mutsuzluk içinde kıvranıp duruyor...

Charles ise karısındaki mutsuzluktan bihaber yaşıyor, dolayısıyla karısının arayışlarının ve yaşadıklarının da hiç farkına varmıyor. 
Ona göre bu kadar güzel ve donanımlı bir kadın zaten kendisine fazladır ve Charles ona hizmet etmeli, onu hiç üzmemelidir. Fakat Charles karısını mutlu etmek için ne yapması gerektiğini hiç bilmiyordur. Ne dans etmeyi bilir Charles, ne kitaptan, ne müzikten, ne de giyim kuşamdan anlar. Yüzemez, eskrim yapamaz, tabanca atamaz. Üstelik bir de karısının mutlu olduğunu düşünür. Neyi eksiktir ki?
Aşk olsun Emma, sen de ne kadar çok şey istiyorsun böyle...

Charles'ı beğenmeyen Emma ise gerek yaşadığı aşklarla olsun, gerek lüks tüketim çılgınlığı ile olsun gittikçe çukura yuvarlanırken itibarını da zedeler ve sonunda ekonomik olarak da işin içinden çıkamaz hale gelir. Eski aşıkı Rodolphe'a para istemek için gittiği bir gece, bir darbe de ondan alır. Rodolphe Emma'nın kendisine aşk için geldiğini zannederken ve zamanında Emma'ya yaptığı kötülüklerin altında kıvranırken Emma'nın kendisinden üç bin frank istemesiyle; "Ya? Bunun için gelmiş demek" diye düşünür.
"Aşk üzerine düşen sağanaklardan en soğuğu, en yıkıcısı para isteğidir." der yazar burada.
Rodolphe vermez Emma'ya o parayı. Emma için artık yolun sonudur.
Ve kitabın sonunda Emma intihar eder. Tıpkı Charles'ın ilk eşi gibi ağzından kan gelerek, kan kusarak ölür o da. 
Emma'nın ölümünden sonra Charles'ın üzüntüsü, Emma'yı diriltme arzusu ve sonrasında karşılaştığı olaylar üzerine içine girdiği halet-i ruhiye ise özenle okunmalı...
****
Romanda aşk ve aldatma üzerine sorgulamalar olduğu kadar, din ve bilim üzerine de sorgulamalar var.
Kitaplar yine tehlikeli, din yine bilimin önünde, insanlar yine acımasız.
En ufak bir odanın bile uzun uzun betimlendiği kitapta eksik olan bir şey varsa; o da tüm aşk sahnelerinin sanki eski Türk filmlerindeymişcesine, adeta yanak yanağa pozlar ile bitmesi, sahnenin kararması, perdenin inmesi.
Hoş; o dönemde bu kadar yazabilmek de kolay değil. Yazının başında bu kitapla ilgili yazara açılan davayı hatırlayın...

Kızım olmasın
Erkeklerin özgürlüğünü ve kadınların sınırlandırıldığını gören Emma hep bir oğlu olmasını istiyor. Kızının da kendisi gibi kapana kısılan birisi olmasını istemiyor. Erkekleri daha özgür ve ne isterlerse onu yapabilir olarak görüyor. Ancak kızı oluyor.
Emma'nın kızını sütanneye bırakması ve kızına bakan kadına kötü davranması, kızını reddetmesi olarak da yorumlanabilir. Bir oğlu olsaydı, belki...

Can sıkıntısı
Aristokratlar ev işlerini hep başkalarına yaptırdıkları için sıkılacak kadar zamanları çok.
O dönemlerde soluk benizli olmak bir erdem. Çünkü yanık tenli olanlar tarlada çalışan işçilerdir, evde oturan elitler ise bembeyazdır. Hatta daha beyaz olmak için pudra bile sürüyorlardır. Bu beyazlıktan ötürü bedenlerindeki mavi damarlar yüzeyden göründüğü için aristokratlara mavi kan dendiği söylenir.

Her zaman güncel olan cümleler de var elbet:
"İnsanin kendisine beslediği güven bulunduğu yere göre değişir" 
"İki türlü ahlak vardır, birisi küçüktür, beyliktir, durmadan değişir, bar bar bağırır, tıpkı şu gördüğünüz aptallar topluluğu gibi yerlerde sürünür, kımıldar durur. Ama ötekisi, yani sonsuz ahlak tıpkı bizi çevreleyen şu manzara, bizi aydınlatan şu gök gibi, bunun dışında, üstündedir."

Bilim kötü, kitaplar tehlikeli, din baştacı
Emma'nın cesedi başında eczacı Homais ile Papaz'ın din üzerine yaptıkları ateşli tartışmalar okunmaya değer doğrusu. Homais'in aklını ve bilimi kullanarak aldığı yol da takdire şayan.

Beden ve ruh farklı mekanlarda olunca acı kaçınılmaz 
İnsanın yalnızlığı ne kadar derinse aşkı(!) da o kadar büyük oluyor. Benim kitapta gördüğüm böyle bir (birkaç) aşk doğrusu. Yerini bulamamış ve yerinin ne olduğunu da bilmeyen bir kadının çırpınışlarını gördüm. 

Nasıl sevilmek istiyorsa öyle sever insan
Madam Bovary delice aşık olunmak istiyor, o yüzden hep şiddetle aşık oluyor.
O birisini ne kadar çok severse o kişi tarafından o kadar çok sevilir zannediyor ama bu müptelalıkları ile hafif bir kadın olarak nitelendirilmekten öteye geçemiyor. 
Kadın olmak her dönem zor. Emma o yüzden hep oğlu olsun istiyor. 

Charles Bovary
Kitap boyu Charles'ın Emma'ya aşık olduğunu düşünmedim. Emma'ya kendisinin hak etmediği kadar güzel bulduğu, kendisine sınıf atlattığı ve görmediklerini gösterdiği için hayran, lakin kadının mutsuzluğunu anlamayacak kadar anlayışsız birisi Charles.
Charles'in bütününe bakınca hayatında anne karakterinin ne kadar baskın olduğunu görüyoruz.
Annesinin kendisi için bulduğu ilk karısı da baskın bir karakter.
Charles'ın kendi bulduğu ikinci karısı Emma ona keza. (Emma'dan hiç hazzetmez zaten yaşlı Madam Bovary)
Aslında Charles pasif bir karakterdir. 
Hayatı boyunca iyi bir öğrenci olamamıştır, iyi bir koca olamamıştır, iyi bir doktor da olamamıştır. Başkaları onu farklı nitelendirse de o kendisini biliyordur.
****
Kitabın yazılmasının üzerinden yüzyıllar geçmesine rağmen, kadın erkek ilişkilerinde olsun, kadın özgürlüğü ve kadın haklarında olsun, toplumların bilim, sanat ve dine bakış açılarında olsun, kitapların tehlikeli bulunmasında olsun pek de fazla yol aldığımız söylenemez değil mi?
Biz yine de yolculuğumuza bıkıp usanmadan devam edeceğiz...

* Bir öneri: Bu kitabı okuyanların Woody Allen'ın Yan Etkiler kitabındaki "Kugelmass Olayı" bölümünü okumalarını ayrıca öneriyorum.
Aralık ayında yapacağımız gelecek toplantımızın kitap seçimi Charles Dickens'ın İki Şehrin Hikâyesi kitabı oldu. Bu kitabı seçmemizde kitabın Fransız Devrimi ekseni etrafında biçimlenmesi ve Madam Bovary'de yakaladığımız dönemi incelemesidir. 
İki Şehrin Hikâyesinde görüşmek üzere, hoşçakalın... 

13 Kasım 2017 Pazartesi

Dertliyim dertli...

Kapak fotoğrafındaki otobüsün sürücüsünün yerinde olmak istemezdiniz değil mi?
Ben de tam köşeye park etmiş araç sürücüsünün yerinde olmak istemezdim doğrusu...

Anladığınız üzere konumuz araba sürüşü ve park edişi...
Önce soralım:
Yol kenarlarındaki otobüs durakları niçin yapılmış olabilir?
Otobüsler güvenle yanaşsınlar, güvenle yolcu indirip bindirsinler ve akan trafiği kesmesinler diye değil mi?
Nerdee?
Ya durakta park etmiş bir özel araç vardır, otobüs durağa o yüzden giremez ya da bomboş durağa kendi canı girmek istemediği için girmez.
Arkada delirmiş araç sürücülerine de "İki dakikada indir bindir yapacağız şurada, patlamadınız ya!" tavırları sergiler bir de. 
Aracın içindekiler bu sergilemenin canlı halini yaşıyorlardır o anda(Kaç kez şahit oldum).
"Arkadaş, hatalısın" demeye gör bir de, yolcuları araçtan kovmaya kadar varır iş(demez olaydım ama iyi ki dedim).
İncir çekirdeği dolmaz ama bu kavgalarda mevta olmak an meselesi...

Toplu taşıma böyle, özel araçlar şöyle
Genellikle aracın modeli yükseldikçe sürücünün aracı kullanım ve park etme şekli de değişir oldu.
Tüm sokaklar, tüm kaldırımlar, tüm park yerleri benim dercesine boylu boyunca yayılıyor bulduğu her boşluğa.
Üç kişilik yere enlemesine, boylamasına, yanlamasına, diklemesine, canı nasıl isterse artık öyle park ediyor aracını.
Tramvay yoluymuş, otobüs durağıymış, engelli geçiş rapmasıymış, bina otopark girişiymiş, hiçbirisi umru değil.
Vatandaş evine giremiyor, evinden çıkamıyor, otobüsler durağa yanaşamıyor, köşeye park edilen araç sebebiyle otobüs köşeyi dönemiyor, ne gam...
Metro'ya arkadaşını bırakacak misal, müsait bir boşlukta değil de otobanın sağ kenarında indiriyor arkadaşını. Bu yaptığının nelere mâl olabileceğini hesaplayamıyor. Arkadan gelen araçlar bu saçmalığı fark ederlerse ani şerit değiştirerek ya da anı frene asılarak kurtarıyorlar kendilerini.
Bazen de kurtaramıyorlar...

Yolların azizliklerine dikkat
Yollar desen zaten evlere şenlik. Koskoca kaldırım yapacağız diye daraltılan yollar sürücülere kâbus yaşatıyor. Yol darlığından dolayı yaşanan bir çarpışmada aracın biri kaldırımda üzerinize çıkabiliyor(beş saniye ile kurtuldum). Ya da evinin bahçesinde dolaşan bir insanın üzerine yolda birbiriyle dalaşan araçlardan birisi düşüp kişinin ölümüne sebep olabiliyor(kuzenimi böyle kaybettik).

Aman dikkat! Ortadaki direklerle kaldırım kenarlarındaki beton kafalar sürücülere bonus olarak sunuluyor.
Direkçibaşı, betoncubaşı, işler yolunda mı?

Cepsiz durak olur mu?
Genellikle yollarda otobüslere ayrılan özel bir cep yok durak olarak. Sadece yola çizilmiş sarı çizgiler var oranın otobüs durağı olduğunu anlatan. Gördün gördün, görmedin, geçmiş olsun...
Kaç kez kaza yaşandı buralarda, kaç can verdik bu tedbirsizlik yüzünden. 
Niyazi'nin gittiği yol 'yol' değildi, bugün hâlâ aynı...

Neler görüyor bu gözler
Kavşağın ortasında zınk diye duran özel bir araç arkadaki yolcularını kavşağın ortasında indirebiliyor mesela.
Sağa yanaşmak ve uygun bir yer aramak yok.
Arkadaki araçlar delirmiş, kime ne!
Hem kendisini hem de indirdiği kişileri tehlikeye atmış, yok canım, olur mu!
Bir de yarattığı o kaosun içinden gülerek gaza basıp ayrılmaz mı!
Evet, ben bunu canlı canlı gözlerimle gördüm.
Ve o kavşakta bir polis vardı, o görmedi...
Ya da görmezden geldi...
****
Özel araçları ya da toplu taşıma araçlarını kullananlar, yollarda yürüyen ya da yolları tasarlayanlar hep insanlar. (Sonunda yapay zeka buraya da el atacak)
Memleketin profili trafiğe de yansıdığından ötürü, bozulan bu profil trafiği de bozdu haliyle. 
Hele bir de kentsel dönüşüm ile Nilüfer gibi ilçelerin nüfusu üçe dörde katlayınca....
Trafiğe çıkmak her babayiğidin harcı değil artık.
Es kaza birisine laf etmeye gör, belindeki silahı çıkartıp bacaklarına mı saydırır artık (bunu da gördüm), aracından çıkıp üzerine mi yürür, utanmak yerine en pis kelimelerle mi çemkirir yüzüne (bunu da yaşadım), trafikte takibe alıp sıkıştırır mı ne yapar bilinmez(olağan haller).

Dedim ya, artık utanmak yok, artık üste çıkmak var...
Affettikçe, görmezden geldikçe, korkup sindikçe daha da küstahlaşıyor üstelik bu profil.

Koca makineye hükmetmek hoşuna gidiyor onun. Makinedeki beygirlerin gemini direksiyon marifetiyle ellerinde tutunca, bir elindeki kamçıyı atların sağrısına şaklatırmış gibi vites yükselttikçe daha bir iyi hissediyor kendini besbelli.
Onun kurallara uymak gibi bir derdi yok, o kendi kurallarını dayatıyor topluma.
Başarıyor da...
Cezalar ceza değil, yaptırımlar yaptırım değil, verilen eğitimler eğitim değil.
Yol yapmakla bitmiyor işte...

Evden çıkıp eve sağ salim varmış olmak büyük bir lüks artık.
Sabah sıcak yatağında uyanıp akşamı buz gibi soğuk morgun metal çekmecesinde karşılamak da var.
Daha beteri, kazma kürek kurtarılırken ölmek ya da sakat kalmak var...

7 Kasım 2017 Salı

Gogol'un Palto'sundan çıkanlar

Doğumundan ölümüne elli sayfalık bir öykünün içinde yaşadı Akakiy Akakiyeviç Başmaçkin.
O, hayatındaki birkaç kişi ve yakası ve kol evleri kedi kürkü ile çevrili yeni paltosu.
Kısa bir dönem yaşam sevinci oldu Akakiy Akakiyeviç'e bu yeni palto, sonra da ölüm sebebi.
Sonra da kentte hayaletli bir şehir efsanesinin doğum sebebi.
"Sadece basit bir palto canım!" deyip geçmeyin, "Bir palto bir insanın  hayatında ne kadar önemli olabilir?" demeyin. 
Petersburg'un zehir gibi soğuğunda, hele de sırtında delik deşik eski bir paltoyla dolaşmak zorundaysan, seneler de 1842'lerdeyse, elbette ki iyi bir palto çok önemlidir ve mahir bir elde bir paltodan elli sayfalık iyi bir hikâye çıkabilir.

Hâttâ bırakın elli sayfalık hikâyeyi, Dostoyevski'nin (ya da Gorki'nin) "Hepimiz Gogol'un Palto'sundan çıktık" sözündeki gibi, Palto'dan koskoca bir Rus edebiyatı çıkabilir. 
Çıkmıştır da...
****
Adranos Tiyatro'nun "Üç Erkek Oyuncu İçin PALTO" oyununun prömiyer gecesine katılacağım gün, İzzet Boğa tarafından Rus yazar Nikolay Gogol'un Palto isimli hikâyesinden uyarlanan bu oyunun kitabını alıp  okudum hemen.
Kitabı okuduğum günün gecesinde -kitap zihnimde henüz sıcak ve taze iken- oyunu izleyince, oyunun da kitabı ne kadar doğru aktardığını görünce, oyuncuları ayakta alkışlamaktan başka yapacak bir şey kalmamıştı artık bize.
İzzet Boğa, Kutlay Akbal ve Aykan Yılmaz tarafından oynanan oyunda Akakiy Akakiyeviç'i (aynı zamanda oyunun yönetmeni de olan) İzzet Boğa canlandırdı.
Oyun boyu Kutlay Akbal dokuz, Aykan Yılmaz ise yedi karaktere can verdi.

Bu iki adam Akakiyeviç'in ev sahibesi kadından, terzi Petroviç'e, bebek Akakiy'i vaftiz eden papazdan kumaş satıcısına, terzi Petroviç'in "Alaman" karısından eskinin "ezik", şimdinin "mühim" adamına kadar toplamda on altı karaktere büründüler.
Akakyiyeviç'in silik kişiliğini daha da silmek için ellerinden geleni ardına koymayan iş arkadaşları, hayatının anlamı olan paltosunu çalan hırsız, hırsızı şikâyet etmek için başvurduğu ama onu iteleyip kakalamaktan başka bir şey yapmayan büyük adamlar, parktaki bekçi, Akakyiyeviç'e "İki güne ölür bu" teşhisi koyan doktor, hepsi geldi geçti sahneden.
Nasıl da anında yeni rollerine bürünüveriyorlardı. Sahneler arasında geçiş nasıl da aksamıyordu. Kitap gözümün önünde canlanıp akıyordu sayfa sayfa...
Sahnelerle birlikte sahnenin dekoru da değişiyordu çabucak.
Dekordaki illüstürasyonlar Merve Ergenoğlu'na aitti. Oyundaki kostümlere Aslıhan Pekün'ün sihirli elleri değmişti. Oyunun müzikleri ise Nedim Yıldız'dan gelmişti.

Oyunun bitiminin ardından izleyiciler ile fuayede buluşan oyuncular tebrik yağmuruna tutuldular.
Bursa Devlet Tiyatrosu eski müdürü ve tiyatro oyuncusu Feyha Çelenk'in oyunda rol alan öğrencileriyle kucaklaşma anı ise görülmeye değerdi.
Adranos Tiyatro'yu sosyal medya hesaplarından takip etmeme rağmen oyunlarını daha önce hiç izlememiştim.
Biliyordum ki; Eskişehir Tepebaşı Belediyesi tarafından Direklerarası Seyircileri Ödülleri'nde Komedi Erkek Oyuncu Ödülü İzzet Boğa'ya "Memd'Ali" oyunundaki rolü ile verilmişti.
Oyunun sonunda oyuncular ile kısacık sohbet ederek kendilerine hem beğenilerimi iletmek, hem de onları tanımak istedim. 
(Oyun sonrası oyuncular ile yaptığımız kısa sohbeti izlemek için tıklayınız:)
Sohbetin ardından bir de hatıra fotoğrafımız olmazsa olmazdı elbet.
Oyun sonrası oyuncular ile yaptığımız kısa sohbeti buradan izleyebilirsiniz:
ADRANOS ne demek?
Siz de benim gibi Adranos Tiyatro'nun adının nereden geldiğini merak ettiniz mi?
Onlar benim gibi meraklılar için sosyal medya sayfalarında kısa bir açıklama yapmışlar.
Ve demişler ki:
"Siz sormadan söyleyelim; Adranos, Orhaneli’den çıkan debisi yüksek ve sert bir çay. Ve bu çay Kirmastı çayıyla birleşerek denize ulaşıyor. Adını bu nehirden alan tiyatromuzun umuyoruz ki, sözleri de, oyunları da, genç oyuncuları da büyük nehirlere karışıp engin denizlere ulaşır." 
Sonra da kendilerinden bahsetmişler:
"Adranos Tiyatro'yu tam bağımsız, özgür olmayı tercih ettiğimiz için kurduk. Hiç bir kurum ve kuruluşa, zaman ve döneme bağlı olmadan, tiyatronun toplumsal, siyasal ve kişisel yaşamımızdaki yerini temel alarak, sanatın uyaran, farklı bakış açıları kazandırarak sorgulamayı ve yeniden değerlendirmeyi sağlayan işlevini öne alarak, dilediğimiz oyunları sahneleyebilmek, söylenmesi gerekeni söyleyebilmek için kurduk. Tek güvencemiz biriktirdiğimiz izleyicilerimiz."
****
Temennimiz, Bursamızda daha fazla sayıda tiyatro salonu yapılması, daha çok oyun oynanması ve oyunların daha fazla kişiye ulaşması.
Sanatın iyileştiriciliğinin farkında olarak sanatın sahne ya da izleyici tarafında olanların sayısının artması.

Bursa'da sanat herkesin ulaşılabileceği kadar yakın bir mesafede duruyor aslında.
Sergilenen oyunların ya da konserlerin sergilenme mekânlarına ulaşım kolay. 
Biletler deseniz, ziyadesiyle uygun. 
Siz yeter ki tercihinizi sanattan yana kullanmak isteyin.
Bunu alışkanlık edinince ve sanatın size ne kadar iyi geldiğini görünce eminim ki sanatın peşini bırakmayacaksınız...

"Üç Erkek Oyuncu İçin PALTO" oyunun 27 Kasım'da Bursa / Nilüfer/ Uğur Mumcu Sahnesi'nde oynanacağını söyleyip bitiriyorum yazımı.

Hepinize iyi seyirler...

Tiyatro Yazılarım:
Ha Romalı, Ha Aromalı / 29 Eylül 2013
Savaşın öteki yüzü / 11 Mart 2015
Babaanneler unutmasın / 11 Mart 2016
Kadının Peşinde Şiir / 16 Mart 2018
Sahnedeyiz, İnmeyiz / 27 Mart 2018
Aşk mı, Kalori mi? / 25 Şubat 2019
Orada Duruverdi Zaman / 6 Mart 2019
Aşk Varsa Sanat Var / 21 Mart 2019
Bir Dünya Tiyatro / 29 Mart 2019
Hora Hora Barışa / 20 Haziran 2019