30 Nisan 2016 Cumartesi

1919'dan alıyoruz arkadaşlar!

Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın, Kut-ül Amare zaferinin 100. yılı programında yaptığı konuşmada 'Tarihimizi 1919'dan başlatan tarih anlayışını reddediyorum' demesiyle 1919'dan 2002'ye ulaşan bir zaman dilimi uçtu gitti.
Reddetmek böyle bir şey işte, ediyorsun, bitiyor.
Zamanı geri alıyorsun, 90 yıllık reklam arası mıydı neydi hani, pat, kaldığın yerden devam ediyorsun. 

'Koskoca Osmanlı İmparatorluğu'na "Hasta Adam" lakabı takılmışken, memleket dört bir koldan ele geçirilmişken, hazine meteliğe kurşun atarken, halk çaresizlik ve yokluk içinde kıvranırken' olan günlerden yeniden başlıyorsun.
Siz olsaydınız ne yapardınız o zaman mesela?
Düşünün bir...
Takıp başınıza üzerinde kaşıkçı elması bulunan kavuğunuzu, atıp omzunuza samur kürklü kaftanınızı, (pembe incili de olabilir, tercih size kalmış), sıvazlayıp çember sakalınızı, "Destuuur!" sayhasıyla çıkıp selamlığa, hareme uğramayı da unutmayıp elbet, "Ordular ilk hedefiniz Akdenizdir, ileri!" der miydiniz mesela? Cephede göğüs göğüse çarpışır mıydınız? Cephaneniz bittiği anda "Süngü tak!"ar mıydınız?

Siz kabul etseniz de etmeseniz de bir çıkmazın içinden çıkılmış işte. Çıkılmış ve bugünlere gelinmiş. Hâttâ bu sayede 1919 öncesi olsa saraya girmeleri ne haddine olan 'Cumhuriyet'i beğenmezciler' de gelmiş tepemize tünemiş.
"Yediği kaba etmek" derler buna ya neyse...

Öyle reddetmekle silinse şu geçmiş, ah neler sileceğiz bir bilseniz...
Biliyoruz ki Cumhuriyet Tarihini ve Mustafa Kemal Atatürk'ü 'YOK SAY'ıp, her şeyi 'YENİDEN BAŞLAT'mak tek derdiniz. Laiklik tekerlemeleri de o yüzden tekerlenip duruyor dillerde. Osmanlı tarihini anlatan dizilere o yüzden veriliyor el. 
Şanlı tarihimiz bir dönem şanlıymış evet, lakin kendi kendini yiyip bitirmiş. 
Ha, keşke kendisini yenileyip de bitirmeseymiş, o başka...
Zaten önemli olan milletin yaşaması değil midir? 

"Osmanlı İmparatorluğu'nun yaşlı bedeninden, yine kendi kanından kendi canından bir bebek doğdu ve o bebeğin adı da Türkiye Cumhuriyeti oldu." 

Bu değişime böyle baksanız daha iyi olacak aslında...

Bilgisayar yazılımı mı hem bu tarih dediğiniz?
Öyle olduğunu var sayarsak görürüz tarihte kaç devletin START UP'ı var, kaç devlet GAME OVER oldu, kaç devlet LEVEL atlaya atlaya/atlayamaya atlayamaya, GÜNCELLEME yaparak ya da yapamayıp "yok olarak" attı imzasını tarih boşluğuna...

Teknolojiyi geçtim;
Benim de tarih bilgim pek kuvvetli değildir ama sizinki benden beter çıktı be usta.
En azından ben ilkokuldan itibaren panoya yapıştırdığımız ÇAĞ'ları, Osmanlı Padişahları'nı, Kurtuluş Savaşı'nı anlatan fotoğraflı-bilgili şeritleri kat'iyen unutmadım.
Yaşımız büyüdükçe karşımıza çıkan ve Dünya Tarihi, Osmanlı Tarihi, Cumhuriyet Tarihi, İnkılâp Tarihi, İslam Tarihi olarak çeşitlenen tarih konularını unutmadım.
Normal Atlas'ın dışında bir de Dünya Tarihi Atlasımız vardı. En çok da oradaki görselleri unutmadım.
Kavimler göçünden tut da bugüne gelene kadar ne var ne yoksa harita üzerinde tarihleriyle gösterilirdi.
Bak siz onları da hatırlamıyorsunuz. Üniversiteye gidip gitmediğiniz şaibeli olsa da ilkokula gitmemiş olamazsınız. Ha, sizin gittiğiniz okulda ne nasıl öğretildi tabi onu bilemeyiz...

Tarihi 1919'da başlatmışız gibi davrandığımızı söyleyip bize kızıyorsunuz hep. Bakın ama siz de tarihimizi 1299'da Osmanlı'nın kurulmasıyla başladı sanıyorsunuz. Üstelik bir de "Müslümanlığı 2002'de biz icat ettik" der gibi dolanıyorsunuz. Hatlar karışıyor arada besbelli...

Bence siz oturmuşsun yönetmen koltuğuna, filmi kendi bildiğinizce çekmek istiyorsunuz.
"1919'dan alıyoruz arkadaşlar" deyip yıllardır çekilmiş olan bir filmi çöpe atmak istiyorsunuz...
Anlıyorum ki siz, tarihin hiç kimseye ait olmayan bir hazine olduğunu idrak etmek istemiyorsunuz.
Ya da etmiyorsunuz...

O zaman şu duayı okuyun derim ben size:
Amentü billahi ve melâiketihi, ve kütübihî ve rusülihî ve'l yevmi'l-âhıri ve bi'l-kaderi, hayrihî ve şerrihi mina'llâhi teâlâ ve'l-ba'sü ba'de'l mevt. Haggun, Eşhedü en lâ ilâhe illAllâh ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve rasûlühü.

Anlamına da bir göz atın isterseniz:
Ben Allâh-ü Te'âlâ'ya, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe, kadere; hayır ve şerrin Allâh-ü Te'âlâ'nın yaratmasıyla olduğuna inandımÖldükten sonra dirilmek de haktır. Ben şehadet ederim ki, Allâh-ü Te'âlâ'dan başka ilâh yoktur. Ve yine şehadet ederim ki, Muhammed O'nun kulu ve peygamberidir...

26 Nisan 2016 Salı

Ben ikna olmadım!

"Çanakkale içinde...." diye başlar türkü, "ölmeden mezara koydular beni" dediğinde mısra, bir bıçak saplanır insanın yüreğine. Çekersin çıkmaz, kanar durur orada ince ince. 
Biliriz ki kıpkırmızı bir destandır Çanakkale. 
Okullarda ders olarak öğrendiğimiz, Çanakkale'yi konu alan romanlar olsun, makaleler olsun, sinema filmleri olsun, televizyon dizileri olsun, belgeseller olsun; tüm yayınlarda içimize işleyen bir destandır.
Ölenleriyle, ölmeyi emredenleriyle akıl almaz bir askerî dehadır.
İnsanın bu destanın yazıldığı toprakları görmemiş olması da ecdadını bilmemek adına büyük kayıptır. 

Can Topaktaş arayıp da yıllardır arzu edip de bir türlü gidemediğim Çanakkale'ye Bursa Büyükşehir Belediyesi tarafından bir gezi düzenlendiğini ve katılıp katılmayacağımı sorduğunda hiç düşünmeden "evet" dedim elbette. Basın olarak gidecek, görecek, dinleyecek, anlayacak, o ruhu yaşayacak, orada harman olacaktım. Nasıl kabul edilmezdi böyle bir teklif...
23 Nisan gecesi saat 23:30 itibariyle BUSKİ önündeki otobüs toplanma alanında buluşup, 00:00 itibari ile hareket edecektik. 
Denilen saatte istenilen yerde olmak üzere evden çıktım, BUSKİ bahçesine aracımı bıraktım ve kısa bir mesafe olan yolu yürüyerek toplanma alanına ulaştım. Bu arada yoldan pek çok otobüs geçiyor olmasına şaşırıyordum. Fabrika otobüsleri midir nedir diye bakınıyor ve bu yoğunluğu bir türlü anlamlandıramıyordum.
Toplanma alanına girdiğim anda karşılaştığım kalabalık ve yoğun hareketlilikten, bir asker uğurlaması ya da hac karşılaması ortasında kaldığım hissine kapıldım. 
Basın otobüsü ile ilgilenecek olan Tuğba Hanım ile buluştuk ve beni otobüsümüze götürdü. Zamanında gitmiş olmanın avantajı ile her zamanki gibi arka koltuğa konuşlandım.
Poz, Özge Ersu'dan esinlenmedir
Etraftaki otobüslerin ne olduğunu sordum Tuğba Hanım'a, Çanakkale yolcuları dedi. Meğer 140 araç ile yaklaşık 5 bin kişi gidiyormuş Çanakkale'ye...
Bursa Büyükşehir Belediyesi tarafından düzenlenen Kireçtepe Jandarma Şehitliği'nde tören yapılacakmış, gezinin amacı da bu tören imiş.
Muhtarlar mahallelerinden vatandaşları toplamışlar ve yolcular bu yöntem ile belirlenmiş.
Hadi bakalım dedim, gidelim...
Kumanyalar otobüslere yüklendi ve yükünü alan otobüsler sırasıyla hareket etti. 00:30 civarı biz de yola revan olduk. Arka koltuk sakinleri olarak Metin Eskin ve Can Topaktaş ile laflaya laflaya yolculuğu kolaylaştırdık.
Saatler 03:30'u gösterdiğinde Lapseki iskelesine yanaşmış ve Gelibolu'ya geçmek için feribota yönelmiştik. 04:10'da Gelibolu'ya geçtik, 04:50'de diğer otobüsleri Akbaş Şehitliği'nde bırakarak bize eşlik edecek rehberi almak üzere Eceabat'a yöneldik.
Rehberin gelişinin beklenmesi, çay ve ihtiyaç molası derken bizim Eceabat'tan çıkışımız 06:15'i buldu. 
İlgililer tarafından yapılan 'Doğrudan törenin yapılacağı Kireçtepe Jandarma Şehitliği'ne gidelim, tören saatini orada bekleyelim' teklifi elbette ki kabul edilmedi. 
Programa göre tören 12:00'de idi (ki 14:30'da başladı) ve o saate kadar orada öylece oturup yaklaşık sekiz saat beklenemezdi. 
57. Alay Piyade Alay Şehitliği
06:30'da 57. Piyade Alay Şehitliği'ne gittik önce. 07:00'de Conkbayırı'ndaydık. 10 buçuğa kadar Conkbayırı'nda kaldık. Gelen küçük gruplar rehberlerin anlatımıyla dolaşıyordu etrafı, biz ise kendi bildiğimize...
Aşağıda Suvla Koyu boylu boyunca uzanıyordu. Huzur ve hüzün el ele vermiş gibi farklı bir duygu vardı buradan aşağıya bakınca. 
Ya Atatürk'ün gözetleme yerinden aşağıya baktığında gördüğü neydi?
Gökyüzüne çevrilmiş bir elin parmaklarını sembolize eden beş adet kitabede yazılanları okudum tek tek. (Meslek hastalığı olarak hepsinin imlâsını düzelttim istemsizce.) 
4 No'lu Kitabe
Siperlere indim. Şimdi yer yer diz boyuna kadar yükselmiş siperlerin gerçek boyutu iki buçuk metre imiş ve yağmur yağdığında bu siperlerde pek çok asker boğulmuş. 
Ne acıdır ki siperin 10 santim aşağısında hayat, 10 santim yukarısında ölüm hüküm sürmekte. Ah bir de yağmurlar böyle delice yağmasa...
10 buçukta Conkbayırı'ndan hareket ederek yirmi dakika içerisinde Büyükanafarta Köyü'ne vardık.
İhtiyaç molası ve köy kahvesinde kısa bir dinlenme esnasında kahvenin yanında bulunan Harp Malzemeleri Sergisi'ni dolaştım hızlıca.
Yine bir aceleyle 11:20'de Kireçtepe'ye doğru hareket ettik. 
Bu arada; 140 aracın birlikte hareket ettiğinin altını çizmek isterim. 140 araçtaki o kadar insan araçlarından iniyor, orda burda ihtiyaç gidermeye çalışıyor, sonra aracına geri dönüyor... (İhtiyaç giderme esnasında kuyruklarda oluşan "sıra" muhabbetini sizin hayalinize bırakıyorum.)

Kireçtepe'ye vardığımızda bizden önce gelen otobüslerin şehitliğe vardığını ve insanların şehitlik içindeki alana piknik yaparmışcasına yayıldığını gördük. 
İki küçük kameriye dışında oturacak ne bir sandalye ne de bir kapalı alan olunca insanlar da buldukları yere çökmüşler elbet. Kimse de bastığı topraklar altında şehitlerin olduğunu düşünmemiş. Askerlerin uyarısı ile şehitlik alanından aşağıya inen insanlar biraz sonra yine şehitlikte dolanmaya başladılar. 
Uyarıyla olmuyordu işte, konunun içselleşmiş olması lâzımdı.
Şehitlik alanının çok kişiyi barındırmayacak büyüklükte oluşu bir yandan, gecenin yarısından beri otobüste olmanın yorgunluğu bir yandan derken insanlar buldukları yere, özellikle de otobüslerin gölgesine yayıldılar sonunda. Kumanyalar açıldı, yemekler yendi, kumanyaların olduğu karton kutular etrafa saçıldı, rüzgâr da bu dağınıklığı beğendiği yere attı. Otobüs alanına kurulan tuvaletlerin beş bin kişiye yetebilmesinin imkânı yoktu. Bulan bulduğu yere çimmeye başlamıştı artık. Nasılsa açık arazi...
Nasıl olur, ama burası şehitlik!
Saat 14:23'de zevatı taşıyan helikopter tozu dumana katarak inişini yaptı.
Zevat gelene kadar hoca efendi şehitler ruhuna dualar okumuş, hep birlikte Allah kabul etsin denmişti.
Bursa Büyükşehir Belediye Başkanı Recep Altepe, İçişleri Bakanı Efkan Ala, Çanakkale Valisi Hamza Erkal, Bursa Garnizon ve Jandarma Bölge Komutanı Tümgeneral Seyfullah Saldık, Bursa’dan gelen ilçe belediye başkanları, sivil toplum kuruluşların temsilcileri ile 5 bine yakın Bursalı'nın katıldığı tören, İçişleri Bakanı Efkan Ala’nın anıta çelenk bırakması ve İstiklal Marşı’nın okunması ile başladı.
Bir buçuk saat süren konuşmaların ardından saat 16:00'da tören sona ermiş, ziyaretçiler otobüslerine binmiş, dönüş yolculuğu başlamıştı.
****
Konuşmaları uzun uzun dinlememiş, otobüsüme dönmüştüm. Arka koltuktaki yerimde oturuyordum ve perdenin aralığından boşalan tören alanını görüyordum. Rüzgâr esiyordu, bayraklar dalgalanıyordu, bomboş tepelere bir ıssızlık çöküyordu.
101 yıldır bu rüzgârlı tepelerde, kim bilir nasıl can verdikleri bu toprakların koynunda, birbirleriyle yan yana öylece yatıyorlardı. Onları öylece bırakıp gitmek içime dokunuyordu. Sanki yıllardır buralardan bihaber yaşayan ben değilmişim gibi, niçin şimdi ayrılmak istemiyordum? 
Dönüş yolunda Bursa'ya Eceabat üzerinden gitme fikri 'Eceabat kalabalık olur' savıyla çürüdü ve biz elimizdeki 140 araç ile birlikte Gelibolu'ya yöneldik. Tabii ki olan oldu ve feribot sırasındaki kuyruk kilometreleri buldu. Bir de üzerine bizim aracımızın girmemesi gereken şeride girişi eklenince ve polis de o şeritten gelenleri tersin yüzüne geri çevirince şenlik başladı. 18:00'de vardığımız Gelibolu'dan feribota 20:30'da bindik ve 'hayırlısıyla' hareket ettik.
Lapseki cenahında şimşekler çakıyor, tüm gökyüzü ışıl ışıl aydınlanıyordu. Rüzgâr şiddetlenmiş, yağmur başlamıştı. Dışarıda birkaç fotoğraf çektikten sonra kendimi otobüse atarak yağmur sesi eşliğinde Bursa'ya kadar uyukladım. 
****
Yol hikâyesi böyle...
Gördüğünüz gibi şehitliklerle ilgili bir fikir yok yazıda, çünkü ne tüm şehitliklere gidiş var, ne de gidilenler hakkında bir anlatış. Sadece yıllardır kendi bildiklerim var yanımda. Oysa ki buraya geliş arzusunun temelinde o hissiyatı yaşamak vardı.
Burayı geçelim...
Ya beş bine ulaşan kişiyle curcuna halinde böyle bir gezinin gerçekleşme fikrine ne demeli?
Gelenlerin arasından beş yüz kişinin Çanakkale hakkında fikri var mıydı? Büyük çoğunluğu kumanyalı bir yolculuk ile boş geçecek bir pazar gününü doldurmak için gelmiş gibi görünüyorlardı karşıdan. Sanki bir seçim mitingine giden/götürülen 'bindirilmiş kıtalar' misali.
Halkın arasında dolaşırken kulağıma çalınan konuşmalar da bu minvaldeydi zaten. Pek az kişi konuya ilgiliydi. Geri kalanlar hep piknikçiydi...
Sırtlarında belediyenin dağıttığı bayraklar, kafalarında belediyenin dağıttığı asker şapkaları, (ki bazıları türbanın üzerine takmışlardı), hani ortamda baloncu, macuncu, simitçi-kahveci-gazozcu da olsa tam olacaktı...
Nasıl bir törendi bu, nasıl bir ruhtu ya da nasıl bir ruhsuzluktu?

Kilometrelerce uzaktan gelerek bu topraklarda can vermiş atalarını yâd eden Yeni Zelandalılar'dan da mı ibret alınmamıştı.

Kısa bilgi: Anzak, Birinci Dünya Savaşı başlarında Avustralya ve Yeni Zelanda Kolordusu (Australian and New Zealand Army Corps) 
kelimelerinin ilk harflerinin kısaltılmasıyla oluşuyor.
Geçen yıl Avustralya ve Yeni Zelanda'dan gelerek Anzak koyunda toplanan ve Anadolu Ajansı'na göre sayıları 10 binden fazla olan grup, şafak vaktinde uyku tulumları ve battaniyeler içinde, tören alanına kurulan dev ekranlarda Çanakkale Savaşı'na ilişkin belgesel, film, röportaj ve çeşitli şehirlerdeki Anzak Günü törenlerini izleyerek ayinin başlamasını beklemişti. Mustafa Kemal Atatürk'ün "Uzak diyarlardan evlatlarını harbe gönderen analar, göz yaşlarınızı dindiriniz. Evlatlarınız, bizim bağrımızdadır" sözleri ne kadar da doğruydu. Onlar da bizim evladımızdı. Torunları da atalarını hiç yalnız bırakmıyordu.
5 bin kişi yerine bin kişi gelseydi oysa törene. Tören alanında herkes oturabilseydi. Kireçtepe'de yaşananlar kısa da olsa anlatılsa ve anlatan kişi huşu içinde dinlenseydi. Eğer ki insanlara Çanakkale anlatılmak isteniyorsa, bu peyder pey de yapılabilirdi.
Şehide saygı, vatana saygı, şehitliğe sahip çıkarak yenileyene saygı, kısacası geçmişe ve geleceğe saygı panayır misali sayı bolluğu ile değil, ancak böyle olurdu.
****
Eve geldikten sonra çektiğim fotoğraflar hakkında uzun uzun araştırmalar yaptım. Fotoğrafları sosyal medyada paylaşırken yaptığım araştırmalardan edindiğim bilgileri de fotoğraf altlarına yazdım. 
Bu şekilde gidip görmek beni ikna etmemişti çünkü. O ruhu yakalayamamıştım.
"Yaptık Oldu" mantığı bana uymadığından ve bu gidişi gidişten saymadığımdan en kısa zamanda "bir bilen" ile gitmek üzere söz verdim kendime.  

Fotoğraf albümü için tıklayınız:

Çanakkale Zaferi Üzerine:
Savaşın öteki yüzü / 11 Mart 2015
Ben ikna olmadım! / 26 Nisan 2016
Anlat Atam, Sen Anlat! / 18 Mart 2022

19 Nisan 2016 Salı

Ben olsana bir günlüğüne

Dün bir film izledim.
Bol silahlı, bol kanlı, bol heyecanlı, şiddet içeren, teknolojinin ve siber dünyanın sonuna kadar kullanıldığı bir film; "Suçlu / Criminal"...
Film Londra'da çekilmiş. 
Başrollerinde Kevin Costner, Gary Oldman, Gal Gadot ve efsane isim Tommy Lee Jones var.
Ajanlık, CIA, acımasızlık, manyaklık, satıcılar, kurtarıcılar; kısacası böyle bir filmde kimler ve neler olması gerekiyorsa onlar vardı. Havaya uçma, araba çarpıştırma, patlama, yangın vs vs vs... 

Filmin sonunu söylemeyeceğim merak etmeyin.
Hep olup olmayacağını merak ettiğim bir konu hayata geçirildi filmde, ondan bahsedeceğim ben size. 
Ölen ajanın hafızası, aktarım başarısız olduğu takdirde gözden çıkartılabilecek, çocukluğunda geçirdiği bir kaza sonucunda beyninin ön bölgesi gelişmemiş, empati duygusundan yoksun ve acımasız bir katil olan Jericho'ya aktarıldı.
Film bu aktarım üzerinden ilerledi.


Kafa aktarımı değil 
Ki 30 yaşındaki kas hastası Rus bilgisayar mühendisi Valery Spiridonov, ölmeden önce sağlıklı bir bedende yaşama şansını değerlendirebilmek için Aralık 2017'de İtalyan cerrah Sergio Canavero'nun önüne yatacak ve kafasını sağlıklı bir bedene aktaracakmış. Okuduğum kadarıyla Canavero, operasyon sırasında hastanın ve donör vücudun kesilen omuriliklerinin 'polietilen glikol' adlı yapıştırıcı benzeri maddeyle birleştirileceğini söylüyor. Kasların ve damarların dikilmesinin ardından hasta 4 haftalık bir koma dönemine sokulacakmış. Bu sayede vücut iyileşme sürecindeyken hasta başını oynatamayacakmış. İtalyan cerrah, yaklaşık 150 doktor ve hemşirenin kullanılması beklenen operasyon için şu ana kadar gerekli finansmanı sağlayamamış. Birçok doktor ve tıp uzmanı ise kafa naklinin halen mümkün olmadığını savunuyormuş. Oysa Canavero, bir maymun üzerinde başarıyla kafa nakli yaptığını, önümüzdeki iki yıl içerisinde insanlar için de bunu gerçekleştirmeye hazır olduğunu söylemiş.

Bu da beyin sildirme
Bakın nasıl yapılıyormuş bu sildirme. Bu işlemi yaptırdığını söyleyen Ebru Polat anlatıyor: "Bu Amerika'da 12 yıldan beri yapılan bir uygulama. Başınıza bir alet koyuyorlar. Sağ ve sol beyin arasında geçişi sağlıyor. Sol beyin duygu, sağ beyin de mantık. Duygusal anlarda sağ beyin yoğunlaşıyor. Bu alet iki tarafı dengede tutuyor. Dolayısıyla sağ beyindeki duygusallık azalıyor. Sildirme dediğimiz böyle bir şey. İlaç kullanmana hiç gerek kalmıyor. Bittikten sonra biraz baş ağrısı oluyor. Bu 'şunu sildirdim, bunu sildirdim' gibi bir olay değil. Kendini çok rahat hissediyorsun."
İlginç...


Konuyu dağıttım biliyorum, tekrar hafıza ve his aktarımına dönelim.
Üstelik aktarımın detaylarını biraz daha genişletelim. Hatta biraz da uçalım...
Mahkemedeki hakime geçici bir şekilde mağdurun yaşadıkları aktarılsa mesela. Ya da bir doktora hastasının hissettiği sıkıntılar.
Karar verici kişilere artık unuttukları zorluklar hatırlatılsa arada. Hani öğrencilik halleri, iş arama, iş bulma, işe uyum sağlama günleri...

"Bir kereden bir şey olmaz" diyen birisi o "bir kereyi" en azından 1 kere yaşasa mesela. O acıyı bir kez tatsa. O bir şeyin zaten ilk bir kerede olduğunu, devamında olanların ise işkenceyi arttırdığını anlasa.

Gırtlağına kadar doymuş birisine açlık, banka hesapları tıka basa dolu birisine yokluk yaşatılsa. Gidip bir lokma ekmek için çöpleri karıştırsa.
Savaş diye bas bas bağıran bir silah tüccarı savaşın en ortasına atılsa. İliklerine kadar yaşasa o korkuyu. Bombalar dört bir yanda patlarken, sevdikleri gözlerinin önünde havaya uçarken, evi barkı yerle bir olurken bulsa kendini. 
Üzerine çullanan bir adamın tecavüz ettiği kadın olsa, bir genç olsa, bir çocuk olsa. Yaşadığı vahşet yetmezmiş gibi bir de toplumda suçlu ilan edilen biri olarak bir de bununla savaşsa. Mecali kalmadığında gidip kendini bir yerlerden atmaya kalksa.
Gözleri çıkartılıp bacakları kırılan bir hayvan olsa. Tekmeler altında inlerken çaresizce kaçmaya çalışsa. 


23 Nisan yaklaşırken en çok da çocuk olsa...
Tornacıdan marangoza, çöp toplayıcıdan ayakkabı boyacısına, AVM’lerde aylak aylak gezeninden tatil günü dershaneye gidenine kadar her çeşit çocukla çocukluk hayallerini, ilk aşklarını, heyecanlarını, şımarıklıklarını ve acılar içinde büyümenin sancılarını bir kez daha yaşasalar…

Kısacası çocuklar birkaç saatliğine makam sahibi olacaklarına, makam sahipleri bir günlüğüne çocuk olsalar da dünyaya tepeden değil, aşağıdan bakmayı hatırlasalar.

Ve sonra hiçbirisini unutmasalar...

Son sözü Mevlâna söylesin o zaman:
"Benim hayatımı yargılamadan önce, benim ayakkabılarımı giy ve benim geçtiğim yollardan, sokaklardan, dağ ve ovalardan geç. Hüznü, acıyı ve neşeyi tat. Benim geçtiğim senelerden geç, benim takıldığım taşlara takıl. Yeniden ayağa kalk ve aynı yolu tekrar git, benim gittiğim gibi. Ancak ondan sonra, beni yargılayabilirsin." 

18 Nisan 2016 Pazartesi

"Do'nun yerini gösterir misiniz bana?"

Dünyanın en yaygın olarak kullanılan enstrümanlarından birisi nedir bilir misiniz desem, taşınmazlığı nedeniyle piyano hiç aklınıza gelmez değil mi? Taşınabilir bir enstrüman olmamasına ve genelde pahalı olmasına rağmen çok yönlülüğü ve aynı anda birçok yerde bulunma özelliği ile dünyanın en yaygın olarak kullanılan enstrümanlarından biridir oysa piyano.

Peki piyano nasıl bir çalgıdır desem, bilenler hariç şöyle bir düşünürsünüz. 
Yaylı desen yaylı değil, telli desen telli ama tam tanım telli değil, üflemeli desen üflemeli değil.
Geriye vurmalı çalgı olabilirliği kalıyor, ama nasıl?
Piyanoda herhangi bir tuşa bastığımızda keçe ile kaplanmış çekiç o tuşa ait tellere vurur ve ardından geri gelir. Çekiç eski konumuna gelmesine rağmen teller titreşmeye devam eder. Bu titreşme bridge (köprü) yoluyla ses tahtasına iletilir ve ses tahtası sesi yükselttikten sonra havaya yayar. Parmak tuştan çekildiğinde damper (titreşim azaltan parça) tellerin titreşmesini durdurur ve sesi keser. Herhangi bir akustik piyanoda 52'si beyaz, 36'sı siyah olmakla birlikte toplam 88 tuş vardır.  
Piyano, içerisinde bolca tel bulundurmasına rağmen vurmalı çalgı (telli vurmalı) olarak sınıflandırılır. Çünkü teller çekme yoluyla değil vuruş yoluyla ses çıkartır. 
Örneğin arp telleri çekme yoluyla, gitar telleri tıngırdatma yoluyla, keman yayı tellere sürtme yoluyla çalınır.
Piyano pedallarının kullanılması da önemlidir. Bu konuda Fransız Kompozitör Albert Lavignac: "Pedal sanatı ayağın nasıl konulacağını değil, nasıl çekileceğini bilmektir" öğüdünü vermiş.
Piyano hakkında edindiğim bilgileri en kısa hali ile paylaştım sizlerle. 
**** 
Bu bilgileri niçin paylaştığıma gelirsek;
Bursa Kent Konseyi Müzik Eğitim Çalışma Grubu'nun Dünya Müzik Derneği DMD işbirliğiyle Merinos ATATÜRK Kongre ve Kültür Merkezi'nde düzenlediği ‘7. Bursa Ulusal Piyano Günleri’nde, üç gün boyunca saat 10:00 - 19:00 arasında, toplamda 780 minik piyanist dünyaca ünlü eserleri seslendirerek yeteneklerini sergilemişti. 
Bu etkinliğin son gününe katılarak, o gün içerisindeki katılımcılardan yaklaşık 70'ini dinledim ben de. DMD Başkanı Sezan Kaya'nın ricasını kırmayarak 15:00 seansının sunuculuğunu üstlendim ve 34 piyanisti sırasıyla sahneye davet ettim.
Sahne, seyirci koltuğundan ayrı güzel görünüyordu, sahneden ayrı...
Çocuklardan kimisi daha hakimdi enstrümana, kimisi daha yabancı. Kimisi henüz yeni başlamıştı çalmaya, kimisi yaşına göre uzun zamandır dokunuyordu tuşlara.
Çocuklarını sanata yönelten ve bu yolda emeğini esirgemeyen ebeveynler bir yandan çocuklarını aşkla izliyor, bir yandan da o anları kaydediyorlardı. Büyükanneler büyükbabalar da torunları için kalkıp gelmişlerdi salona. Çocukları yetiştiren öğretmenler sahnedeki öğrencilerini pür dikkat izliyorlardı. 
Kısacası, heyecan karşılıklıydı...
****
Benim için bu kıymetli günün imzasını Do'nun yerini göstermemi isteyen genç piyanist Melis Başa attı.
Piyanosuna ilerlerken bana yöneldi ve 'do'lu bir şeyler söyledi. Önce anlamadım ne demek istediğini. Kendisinden sonra ablası Duru vardı ve ablası ile yer mi değiştirmek istiyordu acaba? Yoksa ben ismini mi yanlış söylemiştim?
Sonra anladım ki "Do'nun yerini gösterir misiniz?" diyormuş bana. Telaşlıydı, heyecanlıydı, tek istediği Do'nun yerinin neresi olduğunun gösterilmesi idi.
Öğretmeni yetişti hemen imdada, Do'nun yerini gösterdi Melis'e ve gerisini Melis getirdi.
Melis eserini icra etti ve yerine geçti lakin ben Do'da dondum kaldım...

Do'nun yerini bilmek ne kadar da önemliydi. 
İnsan Do olarak yanlış bir tuşu bilir ve o tuş üzerinden diğer notalara ulaşırsa melodi nasıl da farklılaşırdı, şarkı nasıl da başka çalınırdı.
Do'nun yerini  öğreten de önemliydi o zaman.
İşaretçi işaret ettiği tuşun sorumluluğunu bilmeli ve yanlış tuşu işaret etmemeliydi.
Do'lu düşüncelerimin sonu gelmiyordu. Do'yu hayatın her alanına yayıyordum. Eğitim sisteminden girip, hukuktan çıkıyordum. 
Çocuklar piyanoda birbirinden seçkin eserler çalıyorlardı, ben hâlâ üretiyordum...
****
34 öğrencinin icralarının bitimiyle ben dahil her katılımcıya ve öğretmenlere DMD tarafından katılımcı belgesi ve armağanlar takdim edildi. 
Hemen ardından da diğer seansın öğrencileri sahnedeki yerlerine geçti.
****
Ne tarafında olursa olsun sanatla haşır neşir olmak ruhuna iyi geliyor insanın. 
Ben de bu iyileşmiş bir ruh haliyle DMD'li dostlarımla vedalaşarak ayrıldım salondan.
Onların sanata verdikleri emek, ülkenin geleceğine verdikleri emekti.
Doğru bir başlangıç yapılmasını istiyorlardı bu konuda.
Çocukların hayat şarkılarının doğru çalınmasını istiyorlardı.
İşte onların dokundukları bu tuş, Melis'in gösterilmesini istediği Do tuşu idi.

15 Nisan 2016 Cuma

Halasından iki bilezik

İslam İşbirliği Teşkilatı 13. İslam Zirvesi kapanış oturumundan bir kesitin ekrandaki görüntüleri görüp konuşmalara kulak verince, "Allah Allah," dedim, "telefonla bağış toplanan bir programda mıyız, yoksa bir açık arttırmada mı?"
Mikrofonda Cumhurbaşkanımız, elindeki kâğıttan bir bildiri okuyor.
"Aidat borcumuz yok hamdolsun" diyor önce, sonra da ülke olarak teşkilata toplam 2 milyon dolar katkı koyduğumuzu açıklıyor. Alkışlıyoruz...
Ardından da 
“Bağışlarını açıklayacak ülkelerin temsilcileri ellerini kaldırıp, mikrofona bağış miktarını söylesin” diyerek üye ülkeleri İİT’ye bağış yapmaya çağırıyor.

ZONK!
Seçtiğim kelimenin kusuruna bakmayınız, salonda esen hava ve bu davete gelen tepkileri başka türlü dile getiremezdim.
Suudi Arabistan, Endonezya ve Kuveyt çat çat veriyorlar cevaplarını.
“Biz bağışlarımızı ikili düzeyde doğrudan İİT’ye yaparız. Canlı yayında açıktan rakam söylemeyi uygun bulmuyoruz."

MORT!
Diplomatik bir dille, art arda gelen uyarılar üzerine, Cumhurbaşkanımız Erdoğan canlı yayında bağış açıklama yönteminden vazgeçmek durumunda kalıyor.
Vazgeçerken bir yandan da fikrinde ısrar ediyor ama: "İnancımızda nafile ibadetler gizlidir, farz olan açıktır ki diğerlerini de teşvik etsin." 
56 ülkeden teşkilata borcu olmayan 20 ülke varmış. 36 borçlu ülke utanıp yerin dibine geçsin ve borçlarını ödesin diye böyle düşündü ihtimal...
****
Ah be usta, hiç olur mu öyle?
Kim emrivakiye gelir, kim keser göbeğini kendi bildiğine?
Herkes sen kadar "rahat" mı?
Hesap kitap işleri malum; sormak lazım, danışmak lazım, gelire gidere bakmak, ortak bir karar çıkartmak lazım.

"Halasından iki bilezik" der gibi attın sen kendini ortalara ama, onlar senin 
dilinin ucundan accık kesiverdiler bir anda.
Biz böyle etsek bize demediğini komazdın ya, neyse.
Yine de o anda refüze olmasaydın keşke...

14 Nisan 2016 Perşembe

Ya bir gün dirilirse bu cesetler?

İstanbul'da kaybolan 39 yaşındaki Alman vatandaşı Rita Darı Winkler'ın cesedinin Kocaeli'nin Gölcük ilçesinde, içerisinde beton dökülen bir varilde bulunmasıyla "ceset yok etme" üzerine neler neler geldi aklıma...
Öldürüp gömme eylemi, cinayeti örtbas etmek için başvurulan en kolay yöntem olmalı.
İnternette ziyadesiyle bol haber var bu konuda. Birkaçını yazıvereyim hemen.
* Adana’nın Kozan ilçesinde 2014 yılı Haziran ayında ilçe emniyet müdürlüğüne kayıp başvurusu yapılan kızın ağabeyi tarafından öldürüldüğü, eşekle çuval içerisinde ormana götürüp gömüldüğü ortaya çıktı.
* İstanbul'dan gezmek için Sakarya'nın Sapanca ilçesine gelen 19 yaşındaki gencin tartıştığı sözlüsünü boğarak öldürdüğü öne sürüldü. Cesedi ağaç dallarıyla gizlediği ileri sürülen katil zanlısı gencin, cinayetten bir gün sonra tekrar olay yerine gelerek cesedi gömdüğü, sonrasında pişmanlık duyarak olayı ailesine anlattığı iddia edildi. (9 Temmuz 2014)
* 26 Ocak 2016 Yumurtalık ilçesinde meydana gelen olayda, iddiaya göre, uyuşturucu ticareti yapmak suçundan girdiği cezaevinden çıkan 19 yaşındaki Ali Yiğit, 15 gün sonra 3 Ocak 2016 tarihinde Emek Mahallesi’ndeki dayısının evine gitmek için evden çıktıktan sonra kayboldu. İddiaya göre karısının eski sevgilisi olduğunu söylediği kişi tarafından pompalı tüfekle öldürülüp kumsala gömüldü.
* Karasu ilçesinde on gündür kayıp olan belediye işçisinin, ortağı tarafından öldürüldükten sonra ormanlık alana gömüldüğü ortaya çıktı. (9 Ekim 2012)
* 
Malatya’da 34 yaşındaki kadını öldürdükten sonra yakarak toprağa gömmekten yargılanan sanık, mahkemedeki savunmasında olayın kazayla olduğunu, cesedi vicdanen rahatsız olduğu için toprağa gömdüğünü söyledi. (30 Kasım 2015)
Bu kadar veri yeter, çünkü kayıtların sonu gelmiyor. 

Ceset yok etme yollarına göz atalım biraz da.
Benim okurken dahi içim ürperdi ama yine de en makul olanları yazayım.
Varile atılıp üzerine beton dökülerek, odanın içine ya da evin bahçesine gömülerek, hatta evin temeline gömülerek (en sağlamı da bu galiba), su ya da kireç kuyusuna ya da bedenine bağlanan bir ağırlık ile denize atılarak, fırında yakılarak, aside yatırılarak, parçalanarak, çöp kutusuna ya da çöplüğe bırakılarak...

Kısacası, öldürerek ama kendi hayatını ve kendi düzenini bozmadan yaşamaya devam ederek...
Sanki o kişi hiç var olmamış, sanki hiç yaşamamış ve dolayısıyla hiç ölmemiş gibi...

"Şefler" dizisini hatırlar mısınız?
Öldürülüp gömülenleri gördükçe hep bu dizi ve bu diziden bir replik düşüyor aklıma.
Küçük bir kasabanın üç kuşak şerifi ile kasabada işlenen ve faili bir türlü bulunmayana seri cinayetleri anlatılırdı hani bu dizide. Yalnız yaşayan, dindar ve sessiz sakin görünen seri katil Foxy (Keith Carradine, öldürdüğü kişilerin cesetlerini bahçesine gömmekteydi.
Kasabanın üç kuşak şerifinden ilkini Charlton Huston, ortancasını Brad Davis, sonuncu şerifi ise zenci aktör Billy De Williams canlandırmıştı. İkinci kuşak şerif katilin Foxy olduğunu anlamıştı fakat katil daha hızlı davranıp şerifi motosikleti ile birlikte bahçesine gömmüştü.
Üçüncü kuşak zenci şerif katilin bahçesinde gezerken ayağı bir şeye takılıp düşünce ve toprağı eşeleyince bunun daha önce öldürülen şerifin motosikleti olduğunu anlamıştı. Böylece katilin Foxy olduğu ortaya çıkmıştı. Durumun anlaşıldığını gören Foxy çaresizce silahına sarılmıştı fakat şerif ve yardımcıları tarafından vurulmaktan kurtulamamıştı. 
Replik ne miydi?
Öldürülen polisin Foxy'ye alaycı tavırla söylediği, "Hey Foxy, ne ekiyorsun oraya bakayım?"
****
Kim bilir kaç cinayet işlendi böyle kuytu köşelerde. Kim bilir kaç ceset çürüdü atıldığı ya da gömüldüğü yerde. Kim bilir kaç kişi döner diye bekledi öldürülen kişiyi çaresizce...


Ya öldürenler?
Hiç mi akıllarına gelmedi o anlar, hiç mi girmedi rüyalarına, hiç mi pişman olmadılar, hiç mi vicdanlarının sesini duymadılar, hadi vicdanlarını geçtim, hiç mi ettiklerinin ortaya çıkacağından korkmadılar? 

Millet öyle bir zıvanadan çıktı ki artık, yolda bile yürüyemez oldu sıradan insanlar.
Vicdanı ve merhameti ara ki bulasın.
Ne insan dinliyor bu yaratıklar, ne hayvan. Tüm kavramların üzerinden dozer gibi geçiyorlar.

Halimiz, ahvalimiz
2014 verilerine göre ülkemiz 167 ülke arasında insan hakları açısından 132’inci sırada yer almış.
Verilere daha detaylı bakarsak:
Türkiye ifade özgürlüğünde 180 ülke arasında 154’üncü sırada. 
Basın özgürlüğünde 197 ülke arasında 137’inci sırada. 
İnternet özgürlüğünde, ‘internetin kısmen özgür olduğu’ ülkeler arasında. 
Cinsiyet eşitsizliğinde 142 ülke arasında 125’inci sırada. 
Kadınların iş gücü katılımında 142 ülke arasında 128’inci sırada. 
Eğitim kalitesinde 65 ülke arasında 62’nci sırada. 
Çocuk yoksulluğunda OECD ülkeleri arasında son sırada. 
Çocuk gelin sayısında dünya üçüncüsü. 
İnsan hakları ihlalleri sıralamasında en kötü 5’inci ülke.
Gazetecilere karşı kötü muamelede 117 ülke arasında en kötü 3’üncü ülke. 
Doğum sırasında anne ölümlerinde 183 ülke arasında 142’inci sırada. 
Bebek ölümlerinde 221 ülke arasında 84’üncü sırada. 
Türkiye iş kazalarındaki ölümlerde Avrupa birincisi, dünya üçüncüsü. 
Yolsuzluk Algı Endeksine göre Avrupa’da 38 ülke arasında 27’nci sırada. 
Kadına şiddet, ABD’nin 2 katı, bazı Avrupa ülkelerinin 10 katı oranında.
****
Anlaşılan o ki;
Toprağın üzeri yaşayan cesetlerle, altı ise öldürülüp gömülmüş cesetlerle dolu bir ülke haline gelmişiz de haberimiz yok...
Merak ediyorum; ya bir gün üzerlerindeki ölü toprağını silkeleyip dirilirse bu cesetler?
Zombiler peşlerine düşmüş iken memleketi bu hale getirenler nerelere kaçacaklar, nerelere saklanacaklar bakalım o zaman?