31 Ekim 2020 Cumartesi

Kaşınan Karışık Kafalar


Virüsle mücadele edip, ondan nasıl korunacağımızı şaşırmışken felaket felaket üzerine gelmeye devam ediyor. 2020 bir geldi pir geldi, gidene kadar bakalım daha nelerle karşılaşacağız. Tam, bundan kötüsü olmaz derken ertesi gün daha beter bir manzara ile karşılaşıyoruz.
Fransa ile karşılıklı itişip Müslüman-Hristiyan kavgasını yaparken bu kez doğa duruma el koydu ve Ege
yi, öyle böyle değil, epey bir salladı.
Yaşanan depremin 6,6
’dan 7,0’ye kadar uzanan bir büyüklükte olduğu söyleniyor. Neden her kurum farklı açıklama yapıyor diye sorarsanız, onun cevabını da Boğaziçi Üniversitesi Kandilli Rasathanesi ve Deprem Araştırma Enstitüsü sayfasında bulabilirsiniz.  Arada 0,4 puan olduğuna bakmayın, o 0,4 puan felaketin dozunda büyük rol oynuyor. 

Bugün anlatacağım konu deprem değildi aslında. Zülfü Livanelinin 19 Ekim 2007 tarihli Karışık Kafalar ve (yazılma tarihini bilmediğim) Kutsal Kavramlardan Korkarım yazılarını anlatmak üzere kameranın karşısına oturduktan 15 dakika kadar sonra depreme yakalandım. Epey uzun süren depremin ardından yayını kestim ve akşam saatlerine kadar deprem haberlerini takip ettim.

Livanelinin yazılarında anlattıkları ile deprem konusu birbirinden pek de uzak değildi. Anlatılan bir anlayış ya da bir anlamayış idi. Ne yazık ki yazıların bağlantı adreslerini internette bulamadım. (Birisinin linki var lakin link artık aktif değil.) Yıllar önce kendi dosyalarıma kaydettiğim için o yazıları o kayıtlardan paylaşmak isterim. Livanelinin kendisine de bu yazıların ona ait olduğunu teyit ettirmek istedim ancak henüz sorumu cevaplamadı. Biz de Ataol Behramoğlu hadisesini yaşamayalım dedim. Hadise neydi derseniz, şuydu:
Bir kullanıcı “(…)Öğrendim ki/Bazen başkalarını affetmek yetmiyor/Bazen insanın kendisini affedebilmesi gerekir…” şeklindeki bir metni Şair Ataol Behramoğlu imzasıyla paylaşır. Behramoğlu, Twitter’da kendi imzasıyla paylaşılan şiiri “Benim böyle bir sözüm yok” diye yanıtlar. Başka bir kullanıcı ise Behramoğlu’na, “Hayır var, araştırmanızı öneririm” diye yazar. (Fıkra bu kadar)
Yarın bir gün Livaneli de çıkıp "Canan Hanım benim böyle bir yazım yok" derse, ben de kendisine 
“Hayır var, araştırmanızı öneririm” diyebilirim. 😊

Paracelsus der ki; Her şey zehirdir, mühim olan dozdur.

Kafalar Karışık (başlık böyleydi ihtimal) Zülfü Livaneli
19-10-2007 - http://haber.gazetevatan.com/haberdetay.asp?Newsid=142572&Categoryid=4&wid=5

Sokakta yüz kişiyi durdurup “Ermeni soykırımını kabul eden parlamentolar hakkında ne düşünüyorsunuz?” desem; en az 98 kişi bu parlamentolar hakkında açar ağzını yumar gözünü...
Sonra ikinci soruya geçsem ve desem ki:
“Lübnan’ı mı seversin İsrail’i mi?”
Yine 98 kişi Lübnan’ı sevdiğini söyler.
“Peki” desem sonra; “Lübnan Ermeni soykırımını kabul etti ama İsrail etmedi. Sence hangisi daha iyi?”
Yüz kişiden 98’i önce duraklar, sonra kafasını kaşır.
***
Birinci Dünya Savaşı’nda Avrupalı ülkeler tarafından yıkıma uğratılan bu halk, Amerika’yı sever Avrupa’yı sevmezdi.
Şimdi Amerika’yı da sevmiyor.
Çünkü çuval, PKK, Irak olayları bu sempatiyi neredeyse nefrete çevirdi.
Amerikalıların yaptıkları araştırmalara göre, dünyada kendilerinden en fazla nefret eden ülke Türkiye.
Peki Amerika’nın bu ülkede en çok desteklediği parti hangisi?
AKP!
Seçmenin yüzde 47’si AKP’ye oy verdiğine göre, bu durumu nasıl açıklayacağız.
Yine yollara düşüp yüz kişiye sorsam:
“Amerika’yı seviyor musun?”
“Hayır!”
“AKP’yi?”
(Yüzde 47’si) “Evet!”
“Peki, Amerika AKP’yi destekliyor. Sence bu durumda bir çelişki yok mu?”
Bu sefer kafa kaşıma sırası, yüzde 47’dedir.
***
Yine yollara düşüp yüz kişiye sorsam: “Televizyondaki Televole programlarına çıkan starları seviyor musun?”
Herhalde 98 kişi “Evet!” der; çünkü reytingler bunu gösteriyor.
Sonra bu insanlara desem ki: “Peki çocuğunun bu acayip giysili, tuhaf insanlara benzemesini, o hayatı yaşamasını, öyle konuşmasını ister misin?”
Yine 98 kişi “Hayır!” der “Allah korusun hayır!”
Sonuç; yine kafa kaşımadır.
***
Bu ülkede kafa karışmasın da hangisinde karışsın:
Memleket bir yandan muhafazakârlaşıyor, öte yandan çıplaklık ve seks dozu artıyor.
Bir yandan ramazanda oruç tutmayana meydan dayağı atılıyor, öte yandan kutsal ay boyunca medyada memeden popodan geçilmiyor.
Kadın şarkıcılar bariton, erkek şarkıcılar soprano gibi söyleyince makbul oluyor.
Aynı politikaları savunan iki partiden birine milliyetçi, ötekine sol deniliyor.
Yeni palazlanan İslami burjuvazinin kadınları başlarındaki Hermes türbanla Amerikan cipinden inmiyor.
En nefret edilen ülke Amerika oluyor ama millet Amerikan taklitçiliğine bayılıyor.
Bu yüzden de kafalar karıştıkça kaşınıyor, kaşındıkça karışıyor.

KUTSAL KAVRAMLARDAN KORKARIM... (Bu yazının tarihini kaydetmemişim, dosya kayıt tarihi 2015 görünüyor)

Çıkarlarına dokunmadığınız sürece, insanların çoğunun içinde bir iyilik eğilimi olduğuna inanırım ben.
Kimse kendisini ateşe atmaz, ailesinin, çoluğunun çocuğunun cehennemde yaşamasını istemez.
Yine de insanlar sık sık kendilerine bir cehennem yaratır ve onun ateşinde kavrulurlar.
Dünya tarihine baktığınız zaman insanoğlunun savaş, zulüm, işkence belâlarından hiçbir zaman kurtulamadığını görürsünüz.
İnsan bu kanlı tarihe bir çocuk gözüyle bakabilse şaşırır: Toplumların niye durup dururken kendilerini ateşe attığını anlayamaz.
Bunu kavrayabilmek ancak bir yetişkin olmakla mümkündür.
Beyni kutsal kavramlarla yıkanmış ve kafası hurafelerle doldurulmuş bir yetişkin.
Yetişkinlerin çoğu, çocuklardan aptaldır; çünkü aptallaştırılmıştır.

Din
Büyük insan topluluklarını kana ve dehşete boğmak için kullanılan kutsal kavramların başında din gelir.
Ortadoğu'dan çıkan tek tanrılı dinler, Dünya'ya aktarılınca büyük dramlara neden oldular.
Otuz Yıl Savaşları, Yüz Yıl Savaşları, katliamlar, engizisyon işkenceleri gibi çeşitli yöntemlerle insanoğlunun hayatını kararttılar.
Dini maske edinen çatışmalar şimdi bile savaş ya da terörizm adı altında sürüp gidiyor: Her gün oluk oluk kan akıyor.
İnsanın ruhunu kurtarmak bahanesiyle bedenini yok ediyorlar.
Eli diyen Yahudilerle, İlah diyen Müslümanlar dünyanın tadını çıkarmak yerine birbirlerini kırıyorlar.
Bu yüzden ben siyasallaşmış, toplumsallaşmış ve ideoloji haline gelmiş "Din" kavramından korkarım.
Dünyaya ahlâk getirmeye çalışan peygamberlerin, bu din bezirganlarının cinayetlerine bahane kılınması içimi ürpertir.

Milliyetçilik
İnsanoğlunun en saf ve içten duygularından birisi de çevresine, bölgesine, ailesine, ulusuna bağlılıktır.
Bundan daha masum bir şey olamaz.
Zaten bu nedenle yüreğinde az ya da çok milliyetçilik duygusu bulunmayan insana rastlamak zordur.
Kitleleri önlerine katıp bir sürü gibi gütmek isteyenler, din olgusu kadar milliyetçiliği de kendilerine kalkan yaparlar.
Tarih, milliyetçilik maskesi altında işlenen cinayetlerle doludur.

İdeoloji
Din ve milliyetçilik kadar tehlikeli bir başka savaş aracı da ideolojilerdir.
İnsanları komünizm, faşizm, Nazizm adı altında örgütler ve marşlarla, söylevlerle heyecanlandırırsanız, yine aynı sonuç ortaya çıkar: Ölüm, savaş, cinayet, işkence.
İdeolojiler hiç kimsenin kendi kafasıyla düşünmesine izin vermezler.
Sizin yerinize düşünecek birileri vardır mutlaka.

Demokrasi
Şaşırtıcı geleceğini biliyorum ama ben kutsal demokrasi kavramının da istismar edildiğini düşünüyorum.
Demokrasi çoğunluk diktatörlüğüne dönüştüğü anda, uzun vadede toplumları zehirliyor.
Çünkü seçme-seçilme olgusu, demokrasi kurumunun sadece bir unsuru.
Bunu öne alıp mekanik bir biçimde işlettiğinizde, "millet iradesi" kavramı faşizmle sonuçlanıyor.
Seçimle iş başına gelen Adolf Hitler bunun en çarpıcı örneklerinden biri.

Basın Özgürlüğü
Geçen yüzyılın en büyük ve kutsal mücadelelerinden birisi "Basın Özgürlüğü" alanında verildi.
Gazeteleri baskılardan kurtarmak gerekiyordu ama iş bugün insanları medyanın baskısından kurtarmak noktasına geldi.
Birkaç yıl önce, Rusya'daki en büyük patronlardan birisi, dev boyutlardaki yolsuzluklarını örtmek için bir iki gazete satın aldı ve kendisine yapılan her haklı eleştiri ya da soruşturma girişimini "Basın özgürlüğü elden gidiyor!" feryatlarıyla karşıladı.
Bugün yaygın olarak başvurulan bir yöntem bu.

Yukarıda saydıklarımın hepsi özünde doğru, güzel ve insanı iyiliğe götürecek kavramlar.
Zaten bu yüzden bunca yaygın ve dokunulmazlar.
Ama kavramların gücü, aynı zamanda bu kavramları insanoğlunun karşısındaki en büyük tehlikeler haline getiriyor.
Bu yüzden nerede kutsal kavramlarla siyaset yapıldığını görsem korkuyorum.
Arkasından bir kötülük bekliyorum.
****
Yazıları okurken, hem depremi hem de Fransa ile yaşanan krizi bir kez daha değerlendirdiniz değil mi?
Konuyla ilgili videoda da bahsettiğim gibi, 
Suriyelilerin kendi Müslüman ülkelerinden Avrupa’ya kaçarak Avrupa’yı İslamlaştırmaya, daha doğrusu Araplaştırmaya çalıştıklarına bakınca aynı karışıklığı görmüyor muyuz? Neden diğer Müslüman ülkelere değil de bir Avrupa ülkesine kaçıyorlar diye sorguluyoruz. Genelde bizi atlama taşı olarak kullanıyorlar. Büyük bir kısmı memleketimizde kaldı. Kendi dillerini ve kendi kültürlerini dayatmaya başladılar.
Kendilerine kucak açan ülkelerin temellerini sarsıyor, 
sığındıkları ülkenin çatısı altında, o ülkenin kanunları ile yaşamaları gerektiğini düşünmüyorlar.

Deprem deseniz, aynı sitedeki bloklar ayakta kalırken niçin bir tanesi çöküyor da moloz yığınına dönüyor sorusu herkesin aklını kurcalıyor? Deprem olduğu anda gündeme deprem vergileri geliyor. Geldiği gibi de Siz susun! denilerek geri gönderiliyor.
Pek çok dış ülkede afet olduğu zaman devlet erkanının afet bölgesine gelmesi istenmiyor, makamlarında oturup çalışmayı yönlendirmeleri, afet bölgesine gelip 
protokol oluşturmamaları isteniyor.
İzmir
de ise halk, devlet adamları bölgeden giderse çalışmaların aksayacağını düşünüyor.
İşte size bir fark daha.
Birbirine karşılıklı hırlayan insanlar ise bir afet anında birbirine kenetlenip, can kurtarma derdine düşüyorlar.

“Her şey zehirdir, mühim olan dozdur” 
Gücün etkisinin kimin elinde olduğu ile değiştiğini hepimiz biliyoruz. 
“Her şey zehirdir, mühim olan dozdur.” der Paracelsus. 
Ateş, tencerenizi kaynatır, suyunuzu da sizi de ısıtır, çayınızı demler, kahvenizi yapar; ve fakat evinizi de yakar, ormanı de yakar, sizi de yakar.
Su ona keza, sizi hayatta tutar, temizler, enerji sağlar; ve fakat boğar, sel olup önüne çıkan ne varsa hepsini yutar.
Ateş yakar, su söndürür.
Neyi nasıl hangi dozda kullandığınızdadır sır.
Sevincin de fazlası öldürür, elemin de.
Deprem öldürmez, bina öldürür. Binaları depreme uygun olarak değil, kaptıkaçtı metoduyla yapmak öldürür. 
O yüzden;
Yaşadığın coğrafyayı bilecek, onu anlayacaksın. 
Dünya sallansa da sen yıkılmayacaksın.
Kurtarma çalışmalarına verdiğin önemi, felaketin oluşmaması için de aynı derecede vereceksin.
Hayatın özü denge derim hep. Dengeleri bozmayacaksın...
31 Ekim 2020 / C.E.Y.

DEPREM ve AFET YAZILARIM
‘Deprem’i Seyrediyoruz / 15 Mart 2011
Hepsi mi kader? / 22 Temmuz 2011
Kazma kürek kurtar'MA!! / 23 Ağustos 2011
Eşeğin sağlam kazığa bağlı mı? / 14 Kasım 2011 
Orda bir Van var uzakta... / 15 Kasım 2011
Subasmanınızın kotu nedir? / 5 Temmuz 2012
Acı bir yıldönümü... / 17 Ağustos 2013
En büyük afet 'azgelişmişlik' / 12 Kasım 2014
Öküz başını salladı / 21 Temmuz 2017
"Japonlar yapmış ağbi!" / 17 Ağustos 2017

MÜLTECİ YAZILARIM
STRUMA 2011 / 17 Mayıs 2011
Yok aslında birbirinizden farkınız / 18 Ağustos 2013 
Araplaştıramadıklarımızdan mısınız? / 13 Ekim 2014

Onlar mı, onlar Suriyeli... 7 15 Eylül 2015
Kardeş de Bir Yere Kadar / 28 Ocak 2016 



25 Ekim 2020 Pazar

Bir Virüs Hikâyesi

Korona virüsün adı Uzak Doğulardan Çin’in Wuhan kentinden duyulmaya başladığında, biz Batı ahalisi virüse mirüse pek de aldırmadık aslında. Yine yeni bir Uzak Doğu salgını dedik, bize gelmez dedik, bize gelene kadar biter gider dedik.

Ama bu kez virüs bizi yanılttı. Yanılttı ve ışık hızıyla kapımıza dayandı!

Mart ayına geldiğimizde, dünya Korona virüsün pençesine düşmüş, tir tir titremeye başlamıştı. Söylendiğine göre, Dünya üzerindeki Korona virüslerin toplamı 1 gram ediyordu ve o 1 gram tüm dünyaya diz çöktürmüştü.

11 Mart 2020 günü Karacabey’deki imza günüme katılan dostlarla birbirimize sarılmaktan, tokalaşıp öpüşmekten imtina eder hâldeydik. Kâh sarıldık, kâh uzak durduk. Henüz ne yapacağımızın, nasıl davranacağımızın, virüsten nasıl korunacağımızın bilincinde değildik.

O günün ardından İstanbul’a, çocuklarıma gittiğimde onlarla sarılıp öpüştük. Üç gün sonra ayrılırken ise birbirimize dokunamadık, uzaktan vedalaştık.

Üç gün içinde tavrımız değişmişti.

“Yasaklamalar” konuşulmaya başlamıştı. “Ne olur ne olmaz, karantinaya alınırız, evden dışarı çıkamayız, ben buralarda tutsak kalmayayım, evime döneyim.” diyerek, belki birkaç gün daha kalabilecekken, apar topar Bursa’ya döndüm.

Korona virüslü Dünya, mayın döşeli bir denizdi sanki. Virüsün görüntüsü de deniz mayınına benziyordu üstelik. Korku had safhadaydı. Çıplak gözle görülmeyen bir düşmanla karşı karşıyaydık. Tehlike nereye sinmişti, bizi nerede bekliyordu, ne yapmalıydık, ne tarafa dümen kırmalıydık bilmiyorduk.

Sonra öğrendik…

Zaman durdu, hayat durdu, dünya durdu, adeta her şey dondu...

Birinci Dünya Savaşı esnasında yaşanan İspanyol Gribi’nden bu yana dünya böyle küresel bir felaket ile karşılaşmamıştı.

Uzak Doğu’ya uzak olan ülkelerdeki yönetimler de insanlar da böyle bir salgın karşısında ne yapılacağını, nasıl davranılacağını bilmiyordu.

Komplo teorilerinin bini bir paraydı. Lakin “büyük oyunu bilmek” sorunu çözmüyordu.

Sonra başladı “Maske-Mesafe-Hijyen” destekli karantina günleri.

Temizlik imandan gelirdi ama bizim insanımız maskeye, mesafeye ve hijyene pek alışık değildi. Hele hele sokağa çıkmamak, söz konusu dahi olamaz!

Ama oldu…

Eskiden nüfus sayımı günlerinde eve kapanırdık sadece. Beş yılda bir yaşanan o kapanma bile ahaliyi gerer, sinirlendirir, makarna ve una hücum ettirirdi. Çerez, meyve, içecek vesaire ona keza. Sanki yasak bir gün değil de bin yıl sürecekti…

Salgında yaşadığımız karantina günlerinde, özellikle de hafta sonlarında uygulanan sokağa çıkma yasaklarında, yasağın bitme saati yaklaştığında, pek çok insanın yasağın kalkışını arabalarının içinde beklediklerini düşündüm hep. Zamanın dolmasını gözleri saatte, sanki 100 metre koşusuna başlayacakmış gibi heyecanlı, gergin, sabırsız ve arada gaza basarak bekliyor olmalıydılar. Gonk vurduğu anda yollara çıkıyor, (Bu sahne bana Truman Show filminde, trafiğin aniden tıkanması ve aniden açılması sahnesini anımsatır.) esaretten kurtuluşlarını şöyle bir turlayarak kutluyorlardı.  İhtiyaçtan çıkan da vardı, sıkıntıdan çıkan da. Onların dışarıya adım atmasıyla, 23:59 itibarıyla bir anda dünyanın sesi  değişiyordu ve dünya yeniden uğultu bulutunun içine giriyordu.

Oysa yasaklı günlerde doğanın sesi daha çok duyulur olmuştu.

Kuş sesleri, tatlı esen rüzgârda devinen yaprakların hışırtıları, yağmur damlalarının o sevimli pıtırtısı dünyanın kaba saba patırtısına karışır giderdi hep. Günlük hayatın uğultusu olmadan geçen sakin, dingin günlerdi. Hani aspiratörü kapatırsın da o anda onun ne kadar gürültü ettiğini ve seni ne kadar yorduğunu anlarsın ya, tam da öyleydi. O sükûnet hoşuma gitmedi değil açıkçası.

İnsanların evlerine kapandığı karantina günlerinde, sahillere kadar yaklaşarak özgürce oynaşan yunuslar, bir şehrin sokaklarında salına salına dolaşan geyikler, çoluğunu çocuğunu toplayıp şehre inen domuz ailesi ve yollara inen ayıların fotoğraflarını gördük sosyal medyada. Dünya onlara kalmıştı...

Bazıları açlıktan iniyorlardı şehre, bazıları da ortada gezinmeyen insanlardan istifade geziyorlardı ulu orta.

Denizde motor gürültüsü yoktu, karada motor gürültüsü yoktu, havada motor gürültüsü yoktu. Bir gün, Gölyazılı bir balıkçıya çocukluğumun devasa yayın balıklarının hâlâ var olup olmadığını sorduğumda, balıkların motor gürültüsünden kaçarak dere ağızlarında yaşamaya çalıştığını söylemişti. Gürültüden kaçanların hepsi birer birer ortaya çıkıyordu.

Fabrikaların pek çoğu çalışmıyordu. Bu sayede derelere dökülen zehirli atıklar yoktu. Balıklar nefes alıyordu.

Hep derdim dünya ayda bir kez kendisini kapatsa ne olur diye. Ve eklerdim:

Üzerinde yaşadığımız şu dünyanın canına okuyoruz yüzyıllardır...

“Benden sonra tufan!" diyerek gittikçe daha yaşanmaz bir dünyaya doğru hızla yol alıyoruz.

Ağaçları kesiyoruz, yeraltı sularını çekiyoruz, dere yataklarını değiştiriyoruz, denizleri dolduruyoruz. Dünya yüzündeki diğer canlıları yok saymakta ve hoyratlıkta sınır tanımıyoruz.

Kendimize yapay cennetler yaratma sevdasıyla gerçek cennetimizi hızla cehenneme döndürüyoruz.

Üstelik bunu da gayet iyi başarıyoruz.

Ve bunun için o kadar uğraşıyoruz ki, dünya bize direnmekten bîtap düşüyor, yalpalıyor, savruluyor.

Bir yandan toprağa geçirdiğimiz kimyasalları sindirmeye, derelere boşalttığımız atıkları süzmeye gayret ediyor; bir yandan da atmosfere karışan onca zehirli gazı arıtıp bize solunacak hava yaratabilmek için var gücüyle çalışıyor.

Ne yazık ki artık dünya bunlarla kendi doğal korunma yöntemleriyle baş edemiyor.

Bizi daha fazla taşıyamıyor...

Sonunda onu da organları bozulmuş bir canlıya döndürdük.

Suyumuzu süzemeyen böbrekleriyle, havamızı temizleyemeyen ciğerleriyle, kimyasalları öğütemeyen midesiyle adeta can çekişiyor.

Kalbi bu gidişata daha ne kadar dayanır bilmem...

Bu gidişle insanoğlu ya evrim geçirip şekil değiştirecek ya da toptan yok olup gidecek.

Milyarlarca yıl sonra fosillerimiz bulunup incelenecek.

Bizim dinozorlara yaptığımız gibi iskeletlerimiz orda burda sergilenecek, endamımız merakla seyredilecek.

Ah o endamlarda ne anılar, ne acılar, ne sevdalar...

Lâkin görünen sadece bir çuval kemik...

Dünya çok büyük ve ona bir şey olmaz demeyin. Oluyor işte. Bunca yükü taşıyamıyor. Ve kendisinden çaldıklarımızı ziyadesiyle geri alıyor. Dünya belki itinalı bir bakımla kendini toparlayıp bir nebze olsun eski haline dönebilir. Bu özenli bakımın sürekliliği halindeyse eski neşesine ve verimliliğine kavuşabilir.

Bu iyileşmenin olabilmesi için neler yapmak gerektiği konusunda insanın aklına çılgınca fikirler de gelmiyor değil hani.

Hani olmaz ya; arada bir bütün dünya şalter indirse mesela.

Yine başka bir gün kimse arabasını kullanmasa. Bir gün şehrin bütün vanaları kapatılsa ve bir damla bile su harcanmasa. Bir gün ne ısıtıcı, ne soğutucu çalışmasa.

Bir günlük tatil versek dünyamıza.

Bir gün de o izin kullansa...

Kim bilir, belki o zaman şöyle bir oh çeker içinden. Ertesi gün daha bir neşeyle, daha bir şevkle dönmeye başlar kaldığı yerden...

Tabii benim sesimi kimse duymadı, beni kimse dinlemedi ama bir virüs sebebiyle dünya mecburen şalter indirdi.

Bu sayede sular temizlendi, hava temizlendi, toprak temizlendi.

Bir yandan da Covid-19 virüsünü öldüreceğiz diye evler, dükkânlar, caddeler ve sokaklar kimyasala boğuldu, evlerde su sarfiyatı arttı, sabundu, deterjandı, dezenfektandı köşe bucak stoklandı.

Bir gün, “Ah!” dedim, “Keşke bizim gezegenimizde de her sabah etkin durumda olan yanardağların küllerini süpüren, sönmüş yanardağların kurumunu temizleyen, Baobabların gezegenimize kök salmasına izin vermeyen bir Küçük Prens olsaydı.” “İnsan kendi temizliğini yaptıktan sonra, gezegeninin bakımını da yapmalı özenle.” derdi hep Küçük Prens. Ondan öğrenecek ne kadar çok şeyimiz varmış meğer.

Lakin yasaklar uzadıkça dünyanın yoğun temposunu ve yorucu sesini dahi özler oldum ben.

İnziva kişinin seçimiydi, karantina ise mecburiydi ve o yüzden üzücü, yorucu ve sıkıcıydı.

Yasaklı günlere uyum sağlamak çok güçtü hâliyle. (Hâlâ daha tam sağlayabilmiş değiliz ve bu sebeple hasta sayısında zirveyi görmüş durumdayız ya neyse.)

Hayatımızı eve sığdırmıştık sığdırmasına da ruhumuzu hiçbir yere sığdıramıyorduk.

Yurt dışına çıkış yasağı gelmiş, ülkeler kapılarını kapatmıştı. Gezginler bir anda, bırakın ülkeden çıkmayı, evlerinden çıkamaz olmuşlardı. “Ferrari’mi sattım, artık gezeceğim!”  diyenlerin ise hevesleri kursaklarında kaldı.

“E daha karpuz keseceydik!”

Turizmciler ayakta kalabilmek için cam ekran üzerinden geziler düzenlemeye başladılar. Lakin gezenleri de gezdirenleri de cam ekran gezileri kesmedi. Gidilen yerin havası derin derin solunmadıktan, topuk üzerinde 360 derece dönülüp panoramik görüntü beyne kazınmadıktan, bin bir tane “selfie” çekmedikten sonra ne anlamı var, değil mi ama efendim?

Evlere kapanan insanlardan yalnız yaşayanlar yalnızlık bunalımına girerken, evli olanlar geçimsizlik krizine girdiler. Hır gür arttı, kadına şiddet vakalarında gözle görülür bir artış yaşandı.

Yapılan araştırmalar, pandemi döneminde kadınların daha fazla şiddete maruz kaldığını, işini kaybetme riski ile daha çok karşılaştıklarını ve evde iş yüklerinin daha çok arttığını ortaya koydu. Üsküdar Üniversitesi İnsan ve Toplum Bilimleri Fakültesi Sosyoloji Bölümü Dr. Öğretim Üyesi Tuğba Aydın Öztürk, "Özellikle karantina döneminde şiddet vakalarının ve buna bağlı olarak acil yardım hatlarına yapılan başvuru sayılarının arttığını biliyoruz." dedi.

İş güç kapandı, çocuklar okula gidemez, evin annesi mutfaktan çıkamaz oldu.

Temizliği ve hijyeni paranoyaya çevirenler bir yanda, bize bir şey olmazcılar bir yanda, ekmeğimi kendim yaptımcılar bir yanda, canlı yayın üzerine canlı yayın yapanlar bir yanda derken, “Evden Onlayn” günler başladı.

Fırından yeni çıkmış, dumanı üzerinde sıcacık ekmekler sosyal medyada servis edilirken, kokusu taa evlerimize kadar geldi. Yutkunduk…

Ekmek, börek, poğaça yapanlar, yaptıklarını yiyince ve evden dışarı adım atamayınca, kilolar üçer beşer alınmaya başladı.

Arada verilen sokağa çıkma izinlerinde marketler hınca hınç doldu, raflarda ne varsa silinip süpürüldü. İki ekmek, bir kutu süt için sokaklarda meydan savaşı yaşandı. Açlık korkusu bir şeye benzemiyordu. Bu dönemde tarımın, yani kendi karnını doyurabilecek üretime sahip olmanın önemi bir kez daha ortaya çıktı.

Dünya ise bu savaşı tuvalet kâğıdı üzerinden verdi.

ABD Başkanı Donald Trump bir konuşmasında Korona virüse karşı 'vücuda dezenfektan enjekte edilmesi' ve 'ultraviyole ışık verilmesi' gibi bir şeyler önerdi, daha doğrusu sesli düşündü, Beyaz Saray’ın Korona virüsle mücadele ekibinden Dr. Deborah Birx başta olmak üzere, “dünya” kulaklarına inanamadı.

Çok da şaşırmayalım, bizde de basit bir sabunun öldürdüğü virüsün nasıl olup da yok edilemediği sorgulandı.

Evlerde öyle kapalı kaldık ki, “Bu pandemiden yaşlı ve şişman olarak çıkacağız, bebekler büyüyecek, gençler orta yaşa gelecek, sokağa çıkınca kimse kimseyi tanımayacak!” demeye başladık.

Neyse ki sosyal medya vardı da suretlerimizi unutmuyorduk.

Sosyal medya demişken, o kapalı günlerde imdadımıza “Facebook/Instagram Anılar” özelliği yetişti. Ana sayfadaki akış, “İki yıl önce bugün tatildeymişiz, geçen sene bugün konserdeymişiz, üç yıl önce bugün gezideymişiz, beş yıl önce bugün evlenmiştik!” paylaşımlarından geçilmez oldu. Sonra ona da doyuldu.

İlk günlerde, Korona virüs ile ilgili eğlenceli bildirimler, videolar, fotoğraflar ve yazılar WhatsApp mesajlarının olmazsa olmazı oldu.

Lakin ölümler artmaya, hele hele de sağlık çalışanları birbiri ardına hastalanmaya ve ölmeye başlayınca ayaklarımız biraz da olsa suya erdi.

Endişe, korku ve güvensizlik hücrelerimize kadar işledi.

Bu işin hiç de eğlenceli bir tarafı yoktu!

Günler geçti, korkularımıza rağmen ufak ufak açılmaya başladık. 11 Mayıs’ta açılan AVM’ler “canı sıkılanlarla” doldu. 1 Haziran’da başlayan sıralı sekili açılışlar yerini, barajdan boşanmışçasına çağıldayıp akan taşkınlara bıraktı. Düğün derneklerde halay başılığı Korona virüs yaptı. Demem o ki, virüs güle oynaya, elindeki oyalı mendili sallaya sallaya yayıldı.

Yayılmada birincilik umrecilerde idi, ardından düğüncüler, halaycılar, tatilciler, asker geçirmeciler, particiler geldi.

Açıldık demiştim ama açılmada da istikrarı tutturamadık. Cami açılışına izin vardı millî bayram kutlamalarına yoktu, insanların üzerine çay fırlatılan mitinglere izin vardı, kadın cinayetlerini protesto eden toplanmalara yoktu, AVM’lere vardı restoranlara yoktu. Türk insanına yasak vardı, turiste yoktu. Şehirlerarası yola kendi aracınla çıkmak yasaktı, otobüs ile yolculuk etmek serbestti.

Anlaşılan o ki, “kontrollü sosyal hayat süreci” her yerde farklı işliyordu.

Ya hastalığını saklayanlara ne dersiniz?

“Hastalığım duyulursa düğüne kimse gelmez!” diyen kaynana sebebiyle, düğüne katılanların çoğu düğünden çıktı, karantinaya girdi.

Düğün yapılmış, altınlar takılmış, hasılat toplanmıştı, Korona da geçer giderdi Allah’ın izniyle!

Doktorlar ve sağlık personelleri, önlerine yığılan hastalarla baş edebilmekte zorlanmaya başladı. “İşiniz yoksa evde kalın, çıkmayın, tükeniyoruz, siz eğleniyorsunuz, biz ölüyoruz!” demeye başladılar. Her akşam balkonlara çıkıp alkışlamakla olmuyordu. Sağlık sistemi çökerse ne yapacaktık?

Beni Allah korur, virüse inanmıyorum, maske takmıyorum, mesafeyi korumuyorum diyenler arasından da virüs kapanlar, hatta ölenler oldu.

Virüs son derece eşitlikçiydi. Ne yaşlı ne genç, ne siyah ne beyaz, ne fakir ne zengin, ne kadın ne erkek, ne başkan ne vekil tanıyordu.

Düz ara, önüne kim gelirse, yoluna kim çıkarsa ona bulaşıyor, zayıf bulduğunu indiriyordu.

Aman virüsün yoluna çıkmayalım diyerek evlerden çıkmaz, çıksak da koşa koşa kendimizi evimize atar olduk. Yanımızda biri aksırıp öksürse tüylerimiz diken diken oldu, gözlerimiz yuvalarından uğradı.

Maske takmayanlar düşmanımızdı!

Maske takmayanlara göre ise maske takanların hepsi “takıntılıydı”.

Salgının başladığı günlerin birinde, bilinen bir giyim firmasından gelen mailde yüz aksesuarı tanıtımını gördüğümde şaşkınlıkla, “Yüz aksesuarı da ne ola ki?” dedim. Aksesuar dediği maske imiş.

Akabinde tekstil sektörü maske üretime yöneldi, çarşı pazar tezgâhları envaiçeşit maske ile doldu.

Envaiçeşit maske ile birlikte, envaiçeşit maske takma şekli çıktı ortaya.

Çene altında, dirsekte, bilekte, burun açık, burun kapalı, ağız açık, ağız kapalı, yandan havalandırmalı, tam korumalı, türbana tutturulan, kulakları kepçe yapan, ensede bağlanan...

Rengârenk, model model maskeleri birbirlerinde görüp birbirleriyle değiş tokuş yapan çocuklar ile ayağını vuran ayakkabının acıttığı yere maske desteği yapan teyzeleri dahi gördük.

Maskesiz görmediğimiz Çinli turistleri maske ile gördüğümüzde yüzlerine garip garip bakarken, bugün bizim de aile bütçemizin gider hanesine “maske” kalemi girdi.

Kolonya, karbonat, sirke, çamaşır suyu ve dezenfektan satışları patladı. Su sayaçları deli gibi döndü, cebimizdeki para oluk oluk su faturalarına aktı.

Vitaminlerle ve destek gıdalarla bağışıklığımızı güçlendirmeye çalıştık. D vitamini ihtiyacımızı balkonda “güneş peşinde koşarak” karşıladık.

Dünya, pandemi ile ekonomi arasına sıkışmışken ülkeler neyi açıp neyi kapalı tutacaklarını şaşırdı. Bazen açtıklarını tekrar kapattılar.

Okullar ve eğitim alt üst oldu. İş dünyası ona keza.

İş yerleri, işverenler, çalışanlar, kira ile geçinenler, hepsi ama hepsi birbirine bağlı olarak birbirlerinin üzerine devrilmeye başladı. Çarkı döndürecek akar kesilmişti ve çark susuz dönmüyordu. Lakin değirmenin giderleri yerinde durmuyordu. Su gelene kadar değirmenin bakımını yapmak ve onu yaşatmak gerekiyordu.

Uzaktan dijital eğitim, dijital toplantılar, dijital alışveriş, dijital bankacılık derken dijital yaşama keskin bir virajla, sert bir geçiş yaptık.

Doğuştan dijital ya da yarı dijital olanlara yabancı olmayan, hatta bazen diğerleri tarafından kınanan dijitalleşme, toplumun tümüne yayıldı. Toplum, dijitalleşebilenler ile dijitalleşemeyenler olarak ikiye ayrıldı.

Dijitalleşmeyi Instagram’a “story” atıp, akıllı telefonun bilmem kaç mega piksellik kamerasına dudak büzerek poz vermek olarak algılayanlar, Zoom toplantılarına katılımda sınıfta kaldılar. Zaman zaman ekranlarda bazen komik, bazen trajikomik Zoom kazaları yaşandı.

Milli Eğitim dahil neredeyse her kurumun dijitalleştiği, uzaktan eğitimin yaygınlaştığı şu günlerden birkaç yıl önce, 23 Nisan 2017 tarihli bir paylaşımımda bakın neler yazmışım:

Telefona tablete bakmak yanlış bir şey diyorsun da o şu anda yanlış. İlerleyen yıllarda bunlar bile nostalji olacak. Biz annelerimiz gibi anneler miyiz? Bizim çocuklarımız da bizim gibi çocuklar değiller. Değişim kaçınılmaz, değişimle birlikte yol almayı ve yenilikleri kendine fayda sağlar hâle getirmeyi bilmek lazım.

Bu paragraf ile başlayan “Öğretmenler, Dünya Koptu Gidiyor!” başlıklı o yazımı:

Ey devlet, ey öğretmenler!

İstikbal ‘WEB’lerdedir!

Cumhuriyet sizden fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür ve kodlama bilen yeni nesiller ister!” sözleriyle tamamlamışım.

Okula gitmekten şikâyetlenen öğretmen ve öğrenciler okullarını özler oldu. Salgın döneminde Zoom başta olmak üzere internetten pek çok program uygulaması indirildi. EBA günlerinde öğrenciler bir cephede, ebeveynler bir cephede, öğretmenler bir cephede savaş verdi. Dijitalleşme dengeleri de değiştirdi. Sınıfın sessizi bir çocuk dijital eğitimde parlarken, sınıfın çalışkanı sayılan bir çocuk derse girmeyi beceremedi.

Her ev bir okula, her oda bir sınıfa dönüştü. En büyük sıkıntıyı, çok çocuğu olanlarla; interneti, televizyonu, bilgisayarı, telefonu olmayanlar yaşadı ve yaşamaya devam ediyor.

Okul sadece “ders-ödev-sınav” değil hâliyle, hayatla tanışmanın ilk adımları. Disiplin, uyumlanma, sosyalleşme, eğitim ve öğretim, oyun, spor ve dahası yüz yüze eğitim ile öğreniliyor. Canı isteyenin ders yayınına katıldığı, canı istemeyenin katılmadığı, pek çoğunun gözünün çapağı ile ekran karşısına oturduğu dijital eğitimde bu ayaklar eksik kalıyor.

Çocukları dersliklerde bile derse odaklı tutmak zordur, varın ekran karşısında tutabilmeyi siz düşünün.

Çocuklar Korona virüs karşısında daha şanslıydı ancak yaşlılar ve kronik hastalığı olanlar virüsten daha fazla etkilendi. 65 yaş üzerine kesin yasaklar kondu. Bazen de sapasağlam insanlar kayıp gittiler elimizden.

Hem de ne gitmek.

Yoğun bakımlarda o hastaların nasıl yaşatılmaya çalışıldığını, hastaların nefes alabilmek için nasıl ızdırap içinde kıvrandığını gösteren görüntüler, doktorlara ve sağlıkçılara yapılan saldırılarla “taçlandı”.

Ölen doktor arkadaşlarını anmak için yakalarına siyah kurdele taktıkları ve açıklanan Korona virüs verilerinin ne kadar doğru olduğunu sorguladıkları için, “Türk Tabipleri Birliği kapatılsın, TTB Korona kadar tehlikeli!” söylemleri havada uçuştu.

Ankara TTB Başkanı, “Kurtuluş Savaşı'nda bile bu kadar sağlık çalışanı kaybetmemişiz!” dedi bir konuşmasında.

TTB, “Pandemi günlerinde insanlar ölüyordu, birinciliği beyaz önlüklülere verdiler!” sloganıyla isyanını dile getirdi.

Hükümetin, verileri doğru açıklayıp açıklamadığı tartışmaları, insanların hem güvensizliği hem bilinçsizliği hem de aldırmazlığı ile birleşince, kasım ayına geldiğimizde veriler mart-nisan dönemini aratmaz oldu. Bir de üstüne üstlük “Hasta başka, vaka başka!” denmez mi, kime ve neye inanacağımızı şaşırdık.

Okullar ve iş yerleri açılınca okula ve iş yerine ulaşabilme sorunu baş gösterdi. İnsanlar, “Kırık dökük de olsa kendi aracıma bineyim, toplu taşıma ya da servis kullanmayayım.” düşüncesi ile ikinci el otomobillere hücum etti.  İkinci el otomobillerin fiyatı ışık hızıyla yükseldi.

Aracı olmayanlar mecburen sıkış tepiş bir hâlde işlerine ulaşmaya çalıştı. Mesailer için, “Esnek saatler belirlensin, herkes aynı anda toplu taşımaya yüklenmesin.” önerisine cevap verilmedi. Cevap verilmediği gibi otobüse ya da minibüse doluşan insanlara ceza kesildi. Toplu taşıma yerini özel araca bırakırken, toplu yaşanan sitelerden müstakil evlere kaçış başladı.

Şehre gelme mecburiyeti olmayan, işlerini ya da eğitimlerini elektronik ortamdan yapabilen insanlar yazlıklarından dönmeyip, şehrin nüfusunu daha fazla arttırmadı. Böylelikle yazlık kasabalar tatilcilerin gidişinin ardından kapıldığı hüzne kapılmadı, yaş ortalaması biraz yüksek de olsa sahiller boş kalmadı.

 Biz tüm bunlarla boğuşurken bir de üzerine 30 Ekim 2020 tarihinde Ege Depremi yaşandı. İzmir’de pek çok bina yıkıldı. Yıkılan binaların katbekatı içlerine girilmeyecek derecede hasarlandı. Evlerinden çıkmaması gereken insanlar çulsuz çaputsuz sokaklarda kaldı.

İnsanlar enkaz altından can kurtarma derdine düşmüşken, başlarını sokacak bir evleri kalmamışken ve yıllardır ilmek ilmek dokudukları hayatları moloz yığınına dönüşmüşken, Korona virüs tedbirleri ikinci sıraya düştü hâliyle. Ama virüs deprem dinlemezdi ve dinlemedi de.

Şimdi 2021 yılına umutla bakarak, belki aşı bulunur diyoruz. O zamana kadar da MMH kurallarına uymaya devam ediyoruz.

Dünya Tabipler Birliği Başkanı, “2021 yazını unutun!” demiş de 2020 yazını unutmayanlar 2021 yazını unuturlar mı hiç? 

****

Eskisi gibi virüs tehlikesini düşünmeden yaşayabilecek miyiz bilmem.

Filmleri izlerken dahi iç sesim, “Çok yakınlaşmayın, mesafeli durun!” diyor durmaksızın. Meğer ne kadar rahatmışız, ne kadar özgürmüşüz, sıradan sandığımız ve farkında olmadan yaşadığımız o hayat ne kadar da konforluymuş.

Virüssüz günleri yaşayanlar olarak bizim şu hayatta özlediğimiz o kadar çok şey var ki.

Virüslü günlere doğan çocuklar bugünleri nasıl hatırlayacak acaba?

“İlk anılarımız anılarsızlığımızdır.” der Murathan Mungan Harita Metod Defteri kitabının bir bölümünde. Nedenini bilmeden bir şeyleri sever ya da sebepsizce bir şeylerden ürkersiniz ya hani, ihtimal ki hatırlamayacak kadar küçük olduğunuz günlerin anılarının izleridir onlar.

Çevresindekilerin çoğunun, yüzünün yarısını kapatan maske ile dolaştığı bir hayata doğan çocuğun hatırlamayacağı ilk anılarının, ilerideki hayatında nasıl izler olarak ortaya çıkacağını düşünüyor insan.

Korona Günlerinde Ben

Adeta birbirine eklenerek devam eden etkinlikler sıfıra inmişti. Virüsün tedirginliği başka bir konuya odaklanmaya izin vermiyordu. Yaklaşık bir ay hiçbir şey okuyamadıktan, izleyemedikten ve salgın haberlerine kilitlendikten sonra, karantina günlerini “okuma-izleme-anlatma” olarak değerlendirmeye başladım.

“Korona Günlerinde Ben” başlıklı videomun ardından diğer videolar geldi. Kâh yazarak kâh konuşarak, anlattım, anlattım, anlattım.

Yaz bitip de balkonlardan, bahçelerden evlerin içine dönünce, ikinci kitabımı hazırlama çalışmalarına başladım.

Bu kez kitabın içeriğini “Kadına Şiddet” yazıları oluşturacaktı.

O yazıları toparlarken baktım ki Korona Günleri yazılarım da epey birikmiş. Tarihe not düşmek adına, onları bir araya getirip kitaplaştırmak istedim.

Korona günlerinde neler düşündüm, nasıl davrandım, neler yaptım, neler bekledim, neler umdum, neler buldum, hepsi o yazılarda.

****

Allah sevindireceği kuluna önce eşeğini kaybettirir, sonra buldururmuş.

Şimdi biz, eşeğini kaybetmiş kullar olarak, bir an önce eski konforlu günlerimize dönmek ve o günlerin değerini anlamış olarak hayatımıza yeni bir anlayışla devam etmek istiyoruz.

Eşeğini Kaybedenler Kulübü üyeleri olarak, hepinize keyifli okumalar diliyorum...


22 Ekim 2020 / C.E.Y.


(23 Ekim itibarıyla kitap yayınevine gitti ve bu yazı kitabın giriş yazısı oldu.)

21 Ekim 2020 Çarşamba

Askıda Kalp

MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin “Askıda ekmek” etkinliği, askıda milletvekili, askıda iktidar, askıda iyilik, askıda namus, askıda ahlâk, askıda insan ve benzerleri olarak çeşitlenerek devam ediyor.

Partisinin grup toplantısında konuşan Bahçeli, askıda ekmek çağrısına yönelik eleştirilere, “Askıda ekmek kavgası manevi bir görevi ifa hassasiyetidir. Biz askıya ekmek koyduk, ekmeksizler saklandıkları delikten çıktı.” sözleriyle cevap verdi.

Ekmeksizler derken?
Açlar mı dediniz sayın Bahçeli?
Delik derken?
Fareler mi dediniz sayın Bahçeli?
“Askıda ekmek” ipe ekmek asmak değil, yardım yaparken veren eli de alan eli de ifşa etmemek değil midir sayın Bahçeli?
Sizler bu açlığın neresindesiniz sayın Bahçeli?



Öyle bir Dijital Teşhir Çağı’na geldik ki, verenler verdiğini belgelemezlerse vermiş sayılmıyorlar malum.
Ya alanlar…

BirGün gazetesinde yer alan habere göre; MHP’nin askıda ekmek uygulamasını başlatmasının ardından partinin Çankaya İlçe Başkanı Serkan Damar, kampanya kapsamında bir ‘askıda ekmek’ noktasının fotoğraflarını Twitter hesabından, “Genel Başkanımız Sayın Devlet Bahçeli’nin talimatları doğrultusunda ‘Askıda Ekmek’ kampanyasını Çankaya ilçemizde başlatmış bulunmaktayız” diyerek paylaşmış. KRT’nin aktardığına göre, söz konusu stant kaldırılmış.


Anlatmaya askıda ekmek ile başladım, La Révolution, İki Şehrin Hikâyesi, Overlord, Pervitin, Seveceksen Radikal Sev, The Post, Vietnam, Johnson, Nixon, Watergate Skandalı, Richard Nixon, David Frost, Kafamda Bir Tuhaflık, Boza, Ne Zor Şeymiş, Namuslular, Namussuzlar ve sonunda İnönü ile zor tamamladım…

(Bir minik düzeltme: Frost&Nixon röportajı Vietnam üzerine değil, Watergate skandalı üzerine. Karıştırmışım.)


Dün gece “La Révolution” dizisini izlerken kirlenen kanları düşündüm. Dizide, tarihin yeniden yazıldığı 18. yüzyıl Fransa’sında, insanları pençesine alan gizemli bir hastalık, Versay Sarayı’nda doğar, halk ve aristokrasi arasında acımasız bir çatışmaya yol açar. (Dönemi daha iyi anlamak için Versailles dizisi ile Marie Antoinette dizilerini izleyebilirsiniz)
Hastalığın adı Mavi Kan Hastalığı’dır. İsterseniz bunu aristokrasinin simgesi olan Mavi Kan ile ilintilendirebilirsiniz. (Mavi kanın, işçiler gibi güneşe çıkmayan asilzadelerin, güneşe çıkmadıkları için tenlerinin porselen gibi bembeyaz olmasını ve mavi damarlarının görünmesi olduğunu okumuştum bir yerlerde. Yanık ten fakirlik göstergesi, beyaz ten zenginlik. (Şimdi ise tam tersi.) Ki bu iş yüzlerini pudralamaya kadar gidiyor. Geniş bahçeler içinde evler de zenginlik göstergesi imiş. Çünkü geniş bahçeleri yemyeşil tutabilmek için büyük bir maddi güç gerekiyormuş.)
Kaldığımız yerden devam edersek, Mavi Kan hastalığı için, “aristokrat olma ve halkı sömürme hastalığı” diyebilirsiniz. Hiç doymayan bir “açlık” hastalığı da diyebilirsiniz. Öyle ki, halkın her şekilde kendilerini besleyeceğine inanan bu hastalıklı aklın, halkın etini yemekte de sakınca görmediğini görebilirsiniz.
Tüm bu düzenin bozukluğu; gerçek açların sefaletinin yanında, sürekli açlığı pompalayan, zengini bir türlü doymak bilmeyen hâle sokan sistemden dolayı haliyle.
Lakin değişim kaçınılmazdır.
1789 devriminde Fransa’nın Mavi-Beyaz-Kırmızı bayrağının ortaya çıkışını da, ölülerin üzerine örtülen beyaz çarşafların, yani halkın ve aristokratların kanlarına, yani mavi ve kırmızı kanlarla renklenmesine bağlıyor.


Fransa İhtilâli’ni anlatan bu kitapta da, ihtilale giden yolu ve ayaklanan halkın yaşadığı ve yaşattığı katliamı okuruz. “Ufak pencereden bakıp çuvala aksırdılar” başlığı ile yazdığım kitapta; “Açlıktan kırılan halkı görmezden gelerek vergileri arttırdıkça arttıran, sokaktaki insanı zerre kadar umursamayan, halkın açlığından beslenerek yarattığı aristokrat hayatı gerçek hayat sanan bir idareci, sokağı bu kadar görmezden gelir ve sokağa bu kadar eziyet ederse, gün gelip gücü ele geçiren ‘canından başka kaybedecek bir şeyi olmayan sokak’ da kendisine reva görülen muamelenin bin beterini malum kitleye uygulamaktan zerre kadar imtina etmez. Yılların hıncı ve yılların acısı bir anda çığ olup yuvarlanmaya başladığında önüne çıkan ne varsa ezer geçer.” demişim.


Overlord Harekâtı, 6 Haziran 1944 günü Müttefikler’in milyonlarca askerle yaptığı Normandiya Çıkarması ile başlayan ve Paris’in Kurtuluşu ile biten harekâttır. 2. Dünya Savaşı’nda, müttefik güçlerin Normandiya’ya asker çıkarması yapacağı günün arifesinde, bir grup Amerikalı paraşütçü, düşman hattının arkasında bırakılır. Askerlerin buraya bırakılmasının amacı saldırının başarısı için önemli bir görevi gerçekleştirmektir. Fakat askerler hedeflerine yaklaşırken beklenmedik bir şeyle karşılaşırlar. Nazi işgali altındaki köyde, sadece bir askeri operasyondan fazlasının olduğunu fark ederler. Köyde, Almanlar tarafından askerlere ölümsüzlük ve sınırsız güç bahşeden (ilginç!) çalışmalar yapılmakta, askerler zombileştirilmekte, bunun için de bu (özel) köyde yaşayan köylülerin kanları kullanılmaktadır.


Nazilerin, ölmek üzere olan askerleri canlandırmak için kullandığı madde Pervitin. Alman ordusunun, savaş dönemindeki ilaç seçimi, metamfetaminden üretilen Pervitin adlı haptı. 1941’de başlayan Sovyetler Birliği’ne saldırı sırasında yüz binlerce askerin bu haplara bağımlı hale geldiği belirtiliyor. Askerlere toplamda 200 milyon Pervitin dağıtılmış.


Ateş İlyas Başsoy’un Seveceksen Radikal Sev kitabında Türkiye’nin kentleşme sürecinin ve bugünlere varan yansımasının fotoğrafı çekilir. Diyalektik dil ile Diyolojik dil anlatılır. Kitapta, köyden kente göçü, ne köylü ne kentli olamayan halkı, itelenen, ötelenen, görmezden gelinen öfkeli halkın zaman içindeki değişimini, AK Parti kitlesinin yaşlanmasını ve AK Parti zihniyetinin gençleşememesini, İstanbul seçimlerinde bile Ekrem İmamoğlu karşısına genç bir aday çıkartamamasını, kısacası AK Parti’nin her şeyi kontrol etmek isterken kontrolü kaybetmesini okuruz.
Bize belki de çok uzak gelen, kolayca yargılayıp yaftaladığımız, 24 yaşındaki genç bir kadının anlattıkları karşısında insanlığımızdan soğuruz.


Seçimlerde çaresiz halka elini uzatan, onu tutup insanca yaşama çizgisine taşıyan kim olursa seçimi o kazanır. Halkı kazanan, seçimi kazanır. Zaten seçim yarışının aslı da “halka hizmet etmek için” değil midir?
Tabii asıl hedef unutulup da yarış şahsileşince işler sarpa sarıyor.

Film,1971'de Pentagon belgeleri etrafında dönen yasal süreci konu alıyor. Washington Post çalışanları, ordu analisti Daniel Ellsberg tarafından yazılan ve sızdırılan Pentagon belgelerini yayınlama kararı alırlar. Belgelerin, Johnson yönetiminin Vietnam Savaşı’nda ABD askerlerinin rolü hakkında kamuoyuna ve kongreye yalan söylediğini, Nixon yönetiminin gizlice savaşı tırmandırdığını ortaya koymaları büyük skandal yaratır. Nixon yönetimi The Post’un bunları yayınlamasını durdurmaya çalışır ve ABD Savunma Bakanı Yardımcısı davayı Yüksek Mahkemeye sunar. Belgelerin yayınlanabilmesi ve özgür basın kavramının korunabilmesi için gazete ile ordu arasında büyük bir hukuk mücadelesi başlar. Dava kazanılır.
The Post filminin bir sahnesinde ordu analisti Ellsberg, “Bugüne dek ortaya çıkan en önemli şeyleri sordum. Bence alacağımız ders, ülke halkının ABD Başkanı’nın ülkeyi tek başına yönetmesini kaldıramayacak olması. Kongre’nin yardımı olmadan ne iç işlerini ne de dış işlerini yönetebilir. Başkan Johnson’un bu ifşaları vatana ihanet gibi görmesi beni şaşkınlığa uğrattı. Çünkü bu bende, bir iktidarın, bir bireyin itibarına zarar veren şeyin vatana ihanet olarak görüldüğü izlenimini uyandırdı. Bu da, “Devlet benim!” demek gibi bir şeydir.”


Yıllar sonra David Frost’un Richard Nixon ile Watergate Skandalı üzerine yaptığı günler süren röportajlar esnasında, karşısında yandaş, karaktersiz ve çanak sorular soran bir genç yerine, gerçeğin peşinde gerçek bir gazeteci bulmasını izleriz. Frost’un kurt politikacıyı zorlayan soruları sonrasında Nixon artık kendini savunmaktan yorulduğunu söyler ve her şeyi itiraf eder.


Ateş İlyas Başsoy’un kitabından devam edelim. Bu kitap bana Orhan Pamuk’un İstanbul’da bir boza satıcısı olan Mevlut’un 40 yıllık hikayesini anlattığı romanını hatırlattı.
9 Şubat 2015 günü, Nilüfer Belediyesi Kütüphane Müdürlüğü’nün organizasyonuyla Nâzım Hikmet Kültürevi’nde izlediğim Orhan Pamuk, üzerinde altı yıl çalıştığı romanını anlattı. Kitap, bozacı Mevlut ile üç yıl aşk mektupları yazdığı sevgilisinin İstanbul’daki hayatlarını hikâye ediyor.
1969 ile 2012 arasında, kırk yılı aşkın bir süre Mevlut, İstanbul sokaklarında bozacılık, yoğurtçuluk, pilavcılık, otopark bekçiliği gibi pek çok iş yapar. Bir yandan sokakların çeşit çeşit insanla dolmasını, şehrin büyük bölümünün yıkılıp yeniden inşa edilmesini, Anadolu’dan gelip zengin olanları izler; diğer yandan ülkenin içinden geçtiği dönüşümlere, siyasi çatışmalara, darbelere tanık olur. Onu başkalarından farklı kılan şey’in, kafasındaki tuhaflığın kaynağını hep merak eder. Ama kış akşamları boza satmaktan ve sevgilisinin aslında kim olduğunu düşünmekten hiç vazgeçmez.
Orhan Pamuk kitapla ilgili:
“Kafamda Bir Tuhaflık kitabı yine bir İstanbul romanı. Bu romanda şehrin dokusunu, değişen akımları, siyasi, ideolojik akımları ele aldım. Ben bir şehir romancısıyım ama günlük hayatı ve değişimi yazıyorum. Günlük hayattan bazı kesitleri, hatta siyasi düşünceleri de kitaba taşıyarak cesur olmaya çalışıyorum. Post modernizim hayatımda çok önemli değil. Bir romancının görevi ülkedeki herkese eşit mesafede bakmak ve anlamaktır. Dünya değişiyor ve yaşam tarzları da buna paralel değişim gösteriyor. Türkiye’nin hayatı dünya hayatına örnek olmaya başladı. Ülkemizdeki çatışmalar, din, gelenekler dünyanın da sorunu olmaya başladı. Türkiye her yönüyle cennet ama tanıtamıyoruz. Kısacası Türkiye’nin sorunları ve hayatı dünyanın bildiği bir durum olmaya başladı. Onun için kitaplarım ve içerdiği konular dünyanın çeşitli ülkelerinde sevilmeye başladı. Dünyanın her yerindeki insanlar kitaplarımda kendilerinden bir şeyler bulmaya başladı. Bizim hayatımız herkese benziyor ve herkes okuyor.” der.
Daha çok doğuda okunmasının sebebinin de doğu insanıyla olan benzerliklerimiz olduğunu söyler.
O günkü söyleşide kitabın boza satışlarını arttırdığı söylentisi olduğunu da söylemişti.
O günü sizlere Hepimizin Kafasında Var Bir Tuhaflık başlığı ile anlatmıştım.

Kitap; tarihe düşülen bir not.
Kitap; tek tek bireylere inen sosyolojik bir araştırma.
Kitap; sorma soruşturma, araştırıp inceleme, bol bol konuşup bol bol dinleme.


Eskiden bozacılar kış geceleri mahallelerinde gezer, boza satarlardı. Leblebi ve tarçın da bozanın olmazsa olmazıdır malum. Bu bozacılarda biri tatlı, diğeri ekşi olmak üzere iki çeşit boza olurmuş. Halkın çok sevdiği tatlı boza haricinde alkol miktarı çok olan ekşi boza da bazı İstanbullular tarafından sevilerek içilirmiş. Ekşi bozayı seyyar olarak satmak yasakmış. Hatta bozacıya gidip ekşi boza içenlere de meyhaneye gitmiş muamelesi yapılırmış.
IV. Murad ve III. Selim zamanında ekşi boza o kadar sakıncalı görülmüş ki, ekşi ve tatlı bozanın kontrolü zor olduğundan, alkol satan mekanlarla birlikte bozacılar da tarihe karışmış…


Dünya ile derdi olanın dünya kadar derdi olurmuş. Bizim derdimiz de insanıyla, hayvanıyla, çiçeğiyle böceğiyle, havasıyla suyuyla dünya.
Dünyayı kendine dert edinen iyi kalpler kopyalansa, kötüler iyilerle değiştirilse, kötü bir kalp, içinde, kötülüğünün farkına varabilecek iyilik barındırsa ve kendisine askıdan iyi bir kap alsa.
Olmaz mı?
Çok mu zor?


Namuslu olmak ne zor şeymiş meğer! Bir gün Almanların pabucunu yalayan ertesi gün İngilizlere takla atan, daha ertesi gün de Amerika’ya kavuk sallayan soysuzlar gibi olmak istemedik.
Yalnız ve yalnız bir tek milletin önünde secdeye vardık. O da kendi cefakeş milletimizdir.
Meğer ne büyük günah işlemişiz! Kanunlu kanunsuz baskılar altında ezile ezile pestile döndük.
Bugünün itibarlı kişileri gibi, kese doldurmadık, makam peşinde koşmadık. İç ve dış bankalara para yatırmadık, han, apartıman sahibi olmak, sağdan soldan vurmak ve milleti kasıp kavurmak emellerine kapılmadık. Bütün kavgamızda kendimiz için hiçbir şey istemedik. Yalnız ve yalnız, bu yurdun bütün yükünü omuzlarında taşıyan milyonlarca insanın derdine derman olacak yolları araştırmak istedik.
Bu ne affedilmez suçmuş meğer! Neredeyse, yoldan geçerken mide uşakları arkamızdan bağıracaklar: “Görüyor musun şu haini! İlle de namuslu kalmak istiyor ve ahengimizi bozuyor…”
Çalmadan, çırpmadan, bize ekmeğimizi verenleri aç, bizi giydirenleri donsuz bırakmadan yaşamak istemek bu kadar güç, bu kadar mihnetli, hattâ bu kadar tehlikeli mi olmalı idi?
Namuslu olmak ne zor şeymiş meğer! Bereket, zora katlanmasını bilen bu millet de namuslu.

Sabahattin Ali — Ne Zor Şeymiş
Ali Baba, (1), 25 Kasım 1947

Bugünkü bu uzun yazıyı, İsmet İnönü’den bir söz ile nihayetlendirelim;
“Bir ülkede namuslular, namussuzlar kadar cesur olmadıkça, o memlekette kurtuluş yoktur.”

21 Ekim 2020 / C.E.Y.