Galiba biz biraz fazla çoğaldık.
Çoğaldık ve bir türlü sığışamıyoruz olduğumuz yerlere.
Ne ekmek yetiyor ne de su. Ne kara yetiyor, ne deniz ve ne de gökyüzü.
Çoğaldık ve bir türlü sığışamıyoruz olduğumuz yerlere.
Ne ekmek yetiyor ne de su. Ne kara yetiyor, ne deniz ve ne de gökyüzü.
Parsel parsel bölüşmüşüz dünyayı. Kıta sahanlıkları, hava sahanlıkları, deniz sahanlıkları derken herkes kendisini kendi sınırlarına hapsetmiş. Kimse kimseyi kendi sınırları içinde istemez hale gelmiş.
Evler, bahçeler, parklar hep bölüşülmüş. Demir parmaklıklar, çitler, dikenli teller, duvarlar derken elimize geçen her şeyle kendimize sınırlar çizmişiz.
Bu sınırların içinde sonsuza kadar yaşamayı hedefliyoruz.
Bütün tıp emrimize amade. Nasıl daha uzun yaşarız, nasıl daha genç kalırız, nasıl hastalanmayız ve hâttâ nasıl ölmeyiz...
Biz ölmemek için bu kadar direndikçe ve bir yandan da son hızla üremeye devam ettikçe elbette ki dünya da üzerine yaşayanlarına dar gelmeye başladı. Çizilen sınırlardan taşılmaya başlandı. Bir yandan da bütün doğal kaynaklar kurumaya başladı. Haliyle savaşlar da kalan bu kaynaklar üzerinde yoğunlaştı.
Eskiden de bu kadar çoğul ölüm olur muydu bilmem ama sanki şimdilerde ölümler de birer birer değil de onar onar, yüzer yüzer...
Mesela icat ettiğimiz arabalar sayesinde yıllardır her gün mütemadiyen ölür hale geldik. Hele de yaz döneminde ya da uzatılmış tatiller döneminde bu ölümler o kadar fazlalaşıyor ki insan artık trafiğe çıkıp eve döndüğünde evine dönebildiğine şükreder hale geliyor. Ve bu dönüşün de hasbelkader olduğuna inanıyor. Yoksa kendi şoförlük becerisinden değil.
En yüksek teknolojiyle donatılmış arabayı en "duble" yolda kullanan kişinin yeterince yüksek donanımlı ve yeterince "duble" olmaması belki de bu kazaların en irdelenmesi gereken yanıdır.
Toplu ölümlerin olduğu bir başka mecra da deprem sebebiyle yıkılan binaların altında kalarak yaşanan ölümler. Hani “Deprem öldürmez bina öldürür” denir ya, kendi elimizle yaptığımız çok katlı ama bir o kadar da çürük binalar bizim toplu mezarlarımız oluyorlar.
Bu kadar çabuk yapılıveren binaların o kadar çabuk yıkılıvermesine de şaşırmamak lâzım elbette ki.
İçinde can yaşayacağını düşünmeden, deprem bölgesinde olduğu göz ardı edilerek sırf göstermelik yapılan binalar her türlü donanımdan eksik olunca, en ufak bir sallantıda da felaket kaçınılmaz oluyor.
Sonra gelsin yüzlerce, hâttâ binlerce ölüm...
Dere kenarlarına yapılan binaların su baskınlarında darmadağın oluşu, alt yapı yetersizliğinden dolayı biraz fazla yağan bir yağmur sonucunda suyla dolan binalar, iş yerleri ve alt geçitler. Ve buralarda boğulanlar...
Kadere inanıyoruz tamam da, bu kadar basitçe yaşanan ölümlerin hepsi de mi kader diye düşünmeden edebiliyor muyuz?
Askerlerimizin şehit oluşuna ne kadar içimiz yanıyorsa ihmalden kaynaklanan diğer toplu ölümlere de bir o kadar yanmamız lâzım aslında.
Yanmıyor muyuz diyeceksiniz, tabii ki yanıyoruz. Maalesef ki sadece o an yanıyoruz... Sonra her şeyi unuttuğumuz gibi onları da unutup geçiyoruz. Ta ki kendi başımıza gelene kadar...
Bütün bu ölümlerin hepsinin ardında bir vurdumduymazlık, bir iş bilmezlik, bir umursamazlık yatıyor olduğunu görmezden geldiğimiz ve bu ölümlerde kabahati olanları ortaya çıkartıp cezalandırmadığımız sürece her gün hepimiz birer “kaza kurbanı” adayıyız.
Alt yapısı bozuk olan her şey üzerinde ne kadar pırıltı taşırsa taşısın eninde sonunda altındaki bozukluğu bir yerden ele vermeye mahkûm.
Bu bozukluğun adına "kader" demek de bizim "kaderimiz" olsa gerek...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder