12 Temmuz 2011 Salı

8 bin 372

11 Temmuz 1995 - 11 Temmuz 2011
Srebrenica Katliamı'nın on altıncı yılı.

II. Dünya savaşında Almanlar'ın Yahudilere uyguladığı soykırımdan sonra Avrupa'da yaşanan en büyük soykırım 11 Temmuz 1995'de Yugoslavya'nın Srebrenisca kentinde gerçekleşmişti.
Resmi rakamlara göre 8372 kişinin katledildiği soykırımda ölenleri anmak ve yaşanan bu vahşeti kınamak için Genç Boşnaklar Derneği bu yıl Türkiye'de eylem yapıyor. 8 bin 372 çift ayakkabı toplayan ve bu ayakkabıları Taksim'de BM'nin İngilizce kısaltması olan 'UN' (United Nations) şeklinde sergileyecek olan dernek üyeleri bu yolla dünyanın bu katliama kayıtsız kalışını bir kez daha bütün dünyaya hatırlatacak.
Serginin ardından, kullanılır durumda olan bütün bu ayakkabılar, Suriye'den kaçıp Türkiye'ye sığınan muhtaçlara dağıtılacak.

Tarihe dönersek; Osmanlı Padişahı I. Murat, Prens Lazar komutasındaki Sırp kuvvetlerini 1389'da Kosova Meydan Muharebesinde yenmişti. Fethedilen yeni topraklara Anadolu'dan getirilen Türkler ve Müslümanlar yerleştirilmişti. 500 yıllık Osmanlı Yönetiminde çeşitli ırk ve dinlere mensup bu  insanlar barış içinde kardeş gibi yaşamışlardı.
Ta ki Kosova savaşının 600. yıl dönümü olan 1989'da on binlerce Sırp faşistini bir açık hava mitinginde bir araya getiren Miloseviç'in onlara şu ibretlik çağrıyı yapmasına kadar.
"İslâm vebası ülkemize tam buradan yayıldı. Ve biz Sırp vatanseverleri onu yine aynı yerden başlayarak yurdumuzdan kazıyacağız."
Bosna İç Savaşı işte bu sözler başlamıştı.
Bosnalı müslümanlar bütün uluslar tarafından bu savaşın ortasında yapayalnız bırakılmışlardı. 1991 yılında Küveyt halkına sahip çıkarak Körfez Savaşı'nı başlatan devletler Bosna'da yaşananları görmüyorlardı bile. Çünkü onların ‘petrol'leri yoktu. Çünkü onlar her türlü hakarete ve aşağılamaya layık bir ırka ve bir dine mensuplardı.
Oysa ki Bosnalı müslümanlar şehirlerde yaşayan, sanat ve kültür ile uğraşan kendi halinde insanlardı.
Nisan 1992'de Srebrenisca'nın hemen dışında bulunan Bratunac köyünde yaklaşık 350 Bosnalı Müslüman, Sırp paramiliterleri ve özel polis güçleri tarafından ölümcül işkenceye tabi tutulmuş ve katledilmişti. Sırplar hafta içi rutin işlerinde çalışırlarken hafta sonları pikniğe (müslümanları işkence ile öldürmenin adı piknik idi) gidiyorlardı..
Ülkede Fransız İstihbaratçıları tarafından tecavüz kampları kurulmuştu. Bosnalı kadınlara en iğrenç işkencelerin yapıldığı bu kamplarda tecavüze uğrayarak hamile kalan kadınlar, kürtaj yaptırabilme zamanları geçinceye kadar serbest bırakılmıyorlardı. Böylece Müslüman Boşnak soyunun Sırplaştırılması hedefleniyordu.
Savaşta her yol mubahtır psikolojisiyle zıvanadan çıkmışçasına vahşileşen insanlar, yıllarca yan yana yaşadığı, komşuluk ettiği masum insanların can düşmanı oluvermişlerdi.
Engeller, yasaklar, cezalar, kanunlar olmadığı zaman demek ki insanların içinde uykuda olan o alt benlik kana doymaz bir yaratığa dönüşebiliyordu.

İşkenceye maruz kalmak başka bir şey, onu uygulayan olmaksa çok daha başka bir şey.
Bir canın can çekişmesine seyirci kalabilmek, onun acılar içindeki haykırışlarını duymazdan gelebilmek, parçalanmış cesetlerle yaşayabilmek, onları birer çöpmüşçesine kepçelere doldurarak çukurlara atabilmek, ölüp ölmediğine bakmadan canlı canlı dozerlerle üzerlerinden geçebilmek, kırılan kemiklerin sesleriyle, kan kokusuyla yaşayabilmek ve üstüne üstlük bütün bunlardan haz alabilmek...
Kısacası; insan olma vasfını kaybetmek...

İnsanı bu kadar zalim yapan nedir?
Bu kadar zalim olabilenler aslında kendilerine yetersiz ve basiretsiz insanlar mıdırlar?
Bu katliamların emrini verenler belki de çocukken hayvanlara işkence edenlerdi. Karga yavrularını yalaklara batırıp çıkartarak boğanlar, kedi köpek yavrularına eziyet edenler, oyun arkadaşlarına saldıranlardı. Emri uygulayanlar da kendi başlarına olunca ‘hiçbir şey' olup, toplulukla birlikte hareket edince 'her şey' olabilenlerdendi.
İçlerindeki bu ezilmişlikle kendilerinden güçsüz gördükleri her canlıya zulmedebilen bu insanlar için savaş halinin oluşması bulunmaz bir nimet oluyor demek ki. İçlerinde taşıdıkları bütün o irini rahatlıkla boşaltabiliyorlar. Ne bir korku, ne de bir suçluluk duygusu taşıyorlar.

Genelde bu tip insanların savaş haline gerek duymadan yaptıkları işkenceler de o kadar çok ki. Onlar için karşılarındakinin düşman olup olmaması hiç önemli değil. Kendilerinden zayıf olması yeterli.
Mesela çocuğunun annesini de, çocuğunu da üzerlerine benzin döküp yakabilirler onlar. Çok ağlıyor diye minicik bebeklerini duvara fırlatabilirler. Öğrencilerine attıkları tokatla öğrencilerinin kulaklarını sağır edebilirler. Kendi halinde yaşayan zararsız bir kediyi tekmeleyip, kafasını ezebilirler. Trafikte yol verme tartışması yüzünden bir kadına tekme tokat girişip, yerlerde sürükleyebilirler. Toprağa yarı beline kadar gömdükleri bir kadını taş yağmuruna tutabilirler.

Genç Boşnaklar Derneği'nin yaptığı gibi biz de ülkemizde yaşanan kadın cinayetlerinde ölen kadınların kendilerine ait ayakkabılarını toplasak. Bütün o ayakkabıları sahiplerinin hikâyeleriyle birlikte şehir şehir, köy köy sergilesek. O ayakkabıların capcanlı sahiplerinin yaşama haklarının ellerinden alınışını gazetelerin üçüncü sayfa haberlerinden öteye taşısak.
Belki bu bahaneyle bu gidişata bir DUR denilebilir. Belki cezalar ağırlaştırılır, engeller çoğaltılır ve en önemlisi de temele dayanan bir eğitim sağlanır. Yoksa bu hızla giderse kadın soykırımının önüne geçemeyeceğiz ve erkekler kadınsız bir toplumda yaşamak zorunda kalacaklar.

Kadın ya da erkek, yaşlı ya da genç, erişkin ya da çocuk, savaşın ortasında kalmış ya da kalmamış hiç kimse, ne canlıyken ve ne de ölüyken bu kadar aşağılanmayı hak etmiyor...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder