23 Kasım 2020 Pazartesi

Madalyonun Üç Yüzü

Bir kitabı hem konusuyla hem de anlatımıyla sever insan. Ne başlı başına konu, ne de başlı başına anlatım yeterlidir. 
Herkesin başına gelmiş ve gelebilecek olayları anlatırken okuyucuyu da kitabın içine alabilmek, bir yandan da okuyucuyu kendi hayatıyla baş başa bırakabilmektedir marifet.
Hem imlâsı, hem eksiksiz anlatımı, hem de kurgusunun sağlam olması lazımdır kitabın.
Yazar, okuyucunun aklını, "Şimdi burada anlatılan kim, bunlar buraya ne ara geldiler, e ama o çocuk ölmemiş miydi, hikâyede bu kadar önemli rolü olan bu adam mahalleye ne zaman taşındı, şu kadın aşağı mahallede yaşamıyor muydu?" gibi sorularla karıştırıp, mantığını ters yüz edip, olayları ve insanları çorbaya çeviriyorsa ve attığı düğümleri çözemiyorsa, atılan düğümler rastgele atılmış, o kitap rastgele yazılmış demektir.

Bu mantık kurgusunu filmlerde de ararız, şiirlerde ve şarkılarda da, hayatımızda da.
Hayatımızın kurgusunu kim yapıyor diye sorarız çok zaman. Bir bakmışız ki kurgucubaşı kendimiz çıkmışız. İnsan en büyük iyiliği de en büyük kötülüğü de kendisi yaparmış kendisine. O yüzden belki en güvendiğimiz dağlara kar yağdığında en çok kendimize kızarız.
Ama biz insanız. Güvenmeden ve inanmadan da yaşayamayız.
Güvenimiz kötüye kullanıldı diye hayata küsüp oturamayız.
Yıkılsak da, yıkıldığımız yerden kalkar, üstümüzü başımızı silkeler, dizlerimiz kanamış mı diye bakar, kanamışsa da canımız acıya acıya tekrar yola düzülürüz. Nasılsa zaman içinde o kan kuruyacak, o acı azalacaktır.
Lakin, yaranın derinliğine göre, o izler görünürlüğünü koruyacaktır.
****
Bana bu sözleri yazdıran, üç kadın ve bir adamın öyküsünün anlatıldığı Madalyonun Üç Yüzü romanıydı. Gazeteci-Yazar Sevinç Feyzioğlu'nun Dorlion Yayınları'ndan çıkan kitabını okurken, kendi iç sesim ile bu dört kişiyle konuştum durdum ben de.
Faruk ile karısı Neveser, sevgilisi Meliha ve diğer sevgilisi Sevgi
'nin hayatıydı anlatılan. 
Kadınlardan birisi evde çocukların ve evin başında, diğeri bir köşe başında, bir diğeri diğer bir köşe başında.
Ve bu sacayağının tam ortasında da Faruk.

Faruk, Neveser'i Meliha ile, Meliha'yı da Sevgi ile (ya da Sevgi'yi Meliha ile) aldatırken, daha doğrusu hepsini birden idare edip kedi aklınca keyif çatarken, işlerin sarpa sarması ve her şeyin çorap söküğü gibi ortaya saçılmasıyla başlayan, ayrılıklar ve acılarla devam eden, sonunda ise herkesin olması gereken yere yerleştiğini gördüğümüz bir olaylar dizisiydi.
Bir hayattı...

Feyzioğlu'nun dediği gibi, belki de pek çok erkeğin hayalindeki hayattı Faruk'unki. 
Öyle miydi gerçekten de? Daldan dala konmak mıydı erkeklerin hayali? Eşi olan dişi kuşun yaptığı yuvayı üs olarak kullanıp, başka başka yuvalara uçmak, oralarda biraz eşelenmek, biraz neşelenmek, hattâ o yuvaları karıştırıp dağıtmak, sonra da sessiz sakin ve güvenli üsse, yani limana dönmek ve sanki başka hayatlar yaşamamış gibi yaşamak mıydı arzulanan? Madalyonun dördüncü, beşinci, altıncı yüzleri de var mıydı?
Madalyondaki "diğer" kadınlar evliliği, dolayısıyla konforu bozmaya değmez miydi de bütün suları saman altından yürütüyordu?
Ya Neveser'in, Meliha'nın ve Sevgi'nin hayatı hangi kadının hayaliydi?
Kim hangisinin yerinde olmak isterdi?
Bu üç kadın içinde en çok acıyı çeken kimdi, en fedakâr kimdi, en çok aldatılan kimdi, en saf kimdi, en haksızlığa uğrayan kimdi, en kötü kimdi, en iyi kimdi?
Seçemediniz değil mi?
Seçemezsiniz.
Belki de o kadınlardan birisi zaten sizsiniz…
****
Altını çize çize, bir solukta okuduğum kitabı konuşmak ve kitabımı imzalatmak için 23 Kasım günü Sevinç Feyzioğlu'nun kapısını çaldım. 
Kahve eşliğinde kitabın hem içeriğini, hem de yazım aşamalarını konuştuk, romanın kahramanları üzerine tartıştık. 
Kitap üzerine konuşurken sohbetimize siz dostlarımızı da ortak etmek istedik ve ortaya böyle minik bir (röportaj videosu değil) sohbet videosu çıktı.

23 Kasım 2020
Madalyonun Üç Yüzü kitabını internette pek çok kitap markette bulabilirsiniz.
Pandemi günlerini atlatınca bir imza günü etkinliği de olacaktır. Ama şimdi sağlık her şeyin önünde.

35 yıllık Gazeteci-Yazar Sevinç Feyzioğlu
'nun ilk kitabı, Bursa'nın son yüzyılına ışık tutan, "Dibacenin Ertesi Günü" adlı romanımsı çalışmasıydı. Kitapta, Türkiye'nin ilk organize sanayi bölgesinin kuruluş sürecinin tanıklarından olan Ergun Kağıtçıbaşı'nın anıları yer alıyordu. Feyzioğlu'nun bu çalışması, Uludağ Üniversitesi, Atatürk İlkeleri Uygulama ve Araştırma Merkezi tarafından, "yerel tarih" açısından kaynak olarak değerlendirildi ve iki kez basıldı.

Biz ikinci kitap olan Madalyonun Üç Yüzü'nü konuşurken, Sevinç hanım üçüncü kitabın hazırlıklarına başlamış bile.
Anlaşılan o ki, Feyzioğlu yılların birikimini ardı ardına çıkartacağı kitaplar ile ölümsüzleştirecek.
Bize de o kitapları zevkle okumak düşecek.
Kalemine kuvvet Sevinç…

23 Kasım 2020 / C.E.Y.

Kadına Şiddet ve Kadın Cinayetleri Yazılarım

Nerde kalmıştık? / 4 Ocak 2011
Öyle bir ceza ki! / 1 Şubat 2011
Diğerleri’nin meraklıları / 8 Şubat 2011
Aşkım için yaptım Hakim Bey! / 18 Şubat 2011
Bugün kutlayacaksınız, ya yarın? / 8 Mart 2011
Meclis’te Kadın Olmak / 19 Nisan 2011
At — Avrat — Silah / 27 Mayıs 2011
Katil Kadınlar / 28 Haziran 2011
Şafak’ın Eteği / 5 Temmuz 2011
8 bin 372 / 12 Temmuz 2011
Taammüden / 26 Temmuz 2011
Gitmek mi zor, kalmak mı? / 6 Eylül 2011
İsyan bu, haykırış… / 16 Eylül 2011
O kadın bir kez de o manşette öldürüldü / 11 Ekim 2011
Suçlu, ayağa kalk! / 3 Kasım 2011
Tecavüzcüden koca olur mu? / 4 Kasım 2011
Son karar: Kendi rızası ile! / 18 Kasım 2011
Aklından bile geçirme! / 29 Aralık 2011
Hırsızın hiç mi suçu yok! / 2 Şubat 2012
Şiddete şiddetle karşıyım! / 18 Şubat 2012
Benden artık bu kadar… / 3 Mart 2012
Siz hiç dayak yediniz mi? / 24 Mayıs 2012
Şeytan da bir Melek ise… / 15 Haziran 2012
Tabancamın sapinu gülle donatacağum / 3 Aralık 2012
Toplumsal Cinsiyet Bilinci / 8 Aralık 2012
Onlar, toplu tecavüzcüler / 15 Aralık 2012
Anlayan anladı Bakan Bey, anlayan anladı! / 15 Nisan 2013
Kan Kırmızı, Ruj Beyaz / 30 Nisan 2013
Eline, beline, en çok da diline… / 13 Temmuz 2013
Göbek değil, bebek bebek! / 25 Temmuz 2013
4 parmakla değil, 5 parmakla STOP! / 22 Ağustos 2013
Kanla yıkanınca temizlenen namusumuz var bizim / 15 Eylül 2013
Ajda’yı sahneden kovan paralı adam… / 16 Eylül 2013
Anne 9 günlük tatilde, 2 aylık bebek evde! / 21 Ekim 2013
Şeytan bu işin neresinde? / 5 Kasım 2013
Allah da sizi güldürsün e mi! / 23 Ocak 2014
Bu kadar günahın vebali öte tarafta mı ödenecek? / 7 Mart 2014
Bu kez neyi kutluyoruz? / 8 Mart 2014
Kıyım kıyım kıyıyorlar hiç acımadan / 18 Nisan 2014
Anlaman için her gün sana ‘çüş’ mü dememiz gerek? / 23 Nisan 2014
Dişe diş, kana kan, hattâ idamsa idam! / 2 Mayıs 2014
Bırakınız gülelim, bırakınız sevelim / 1 Ağustos 2014
Susturamadığından korkar insan / 23 Ağustos 2014
Sen kimsin be adam! / 22 Eylül 2014
Duvağın altındasın, SOBE! / 14 Ekim 2014
Gelenekler binlerce olsa da gerçek tektir! / 15 Ekim 2014
Dünya’nın derdi ‘KADIN’ olmuş / 26 Kasım 2014
Her şeyin müsebbibi kadın! / 10 Aralık 2014
O kadınlar hep Anan, Bacın, Avradın! / 7 Ocak 2015
Bir 14 Şubat’a daha ulaştık sürünerek / 14 Şubat 2015
Soysuzun soyu kurusun, çoğalmasın / 15 Şubat 2015,
Artık utanan taraf kadın olmayacak! / 16 Şubat 2015
Kadın Doğdum Ben / 10 Mart 2015
Savaşın öteki yüzü… / 11 Mart 2015
Biz mi gidelim, siz mi gidersiniz? / 7 Mayıs 2015
‘Topuklularımı hiç çıkartmadım’ / 15 Mayıs 2015
Hoşgörüsüzleri hoş görmüyorum / 29 Mayıs 2015
"Oraya geri dönemem!" / 3 Haziran 2015
Bir insan olarak sus! / 1 Ağustos 2015
Sizin olsun bu dünya / 7 Kasım 2015
Bitmeyen savaş yapmışlar / 13 Aralık 2015
Çocuklar İYİYMİŞ! / 26 Aralık 2015
Hodri Meydan / 4 Ocak 2016
Namussuz! / 26 Ocak 2016
Beleşçisin arkadaş! / 29 Ocak 2016
Bu kadar günahın vebali kimin boynunadır? / 30 Ocak 2016
Benimle Dans Eder Misin? / 1 Şubat 2016
Kadın yiyen canavar / 24 Şubat 2016
Katil oldum ben… / 10 Mart 2016
“İffetli kadın olmak istemiyoruz!” / 16 Mart 2016
Zevk alıyor muyuz? / 31 Mart 2016
Çocuk sayını söyle bana porsiyonunu söyleyeyim sana / 6 Haziran 2016
Neye güldün arkadaş? / 28 Ekim 2016
Hesapta biz de varız! / 5 Aralık 2016
Ben erkek olsaydım / 9 Aralık 2016
Buz yanığı yürekler / 30 Aralık 2016
Eşitlik Berekettir / 7 Mart 2017
Seçmece bunlar! / 22 Eylül 2017
Bir kızım olsaydı eğer / 11 Ekim 2017
Ne nikâh bağlar bizi, ne mahkeme ayırır / 18 Ekim 2017
Yazık, çok yazık… / 15 Aralık 2017
Şeytan üflemekle kalmamış / 26 Aralık 2017
İzin verme, BEKLET! / 4 Ocak 2018
Fırsatçı yağmacılar / 9 Ocak 2018
Cennet-i âlâ / 18 Ocak 2018
Son Perde inmeden / 29 Ocak 2018
Tüyden Elbiseli Kadınlar / 25 Şubat 2018
Koş koş, asansörcü ağabeyi getir! / 28 Şubat 2018
Umutsuz değil, Umut Dolu Kadınlar / 6 Mart 2018
10 güncelleme onay gerektiriyor / 11 Mart 2018
Kadının Peşinde Şiir / 16 Mart 2018
Sahnedeyiz, İnmeyiz / 27 Mart 2018
Büyük Gözler Bizi İzler / 22 Ağustos 2018 
Kaç Çocuk Yedin? 2 Temmuz 2018
Kadın, Şiddet, Medya ve dahası / 30 Ekim 2018
Çocukları kanatmayın / 20 Kasım 2018
Perperişan! / 4 Ocak 2019
Kadınlar Burada, Erkekler Nerede? / 3 Mart 2019
Türk Kadınının Savaşı Başka / 19 Mart 2019
Yasalarımız Var, Evet! / 25 Mart 2019
Kırmızı Başlıklı Kız da Değişti / 25 Haziran 2019
Sistem Hata Veriyor / 2 Temmuz 2019
Tekdîri geçelim, tokmağa gelelim! / 23 Ağustos 2019
Ben Kendimi Anlayamıyorum! / 5 Aralık 2019
Yapabilirim, Yapabilirsin, Yapabiliriz / 12 Aralık 2019
Kapı / 20 Aralık 2019
Şiirin Peşinde Kadın / 9 Mart 2020
Cinsiyetçi Dilden Yılanlar! / 15 Haziran 2020
Trafikte Kadın Olmak / 14 Ağustos 2020
Madalyonun Üç Yüzü / 23 Kasım 2020
Kadının Adı Mezar Taşında / 30 Aralık 2020
Katil Kadınlar / 9 Ocak 2021
Baldan Tatlı Zehirli Öfke! / 7 Mart 2021
Kraliçe olmak mı, ASLA! / 11 Mart 2021

21 Kasım 2020 Cumartesi

Bizim Evin Hâlleri

Eski ve sağlam ve büyük bir evimiz var bizim. Doğuyu batıya bağlayan otoyolun tam üzerinde üstelik. Tam ortasında. 
Öyle ki, yolgeçen hanı gibi. Binlerce yıldır geleni gideni bitmemiş.
Yıllarca koynunda barındırdığı insanların kokusu sinmiş evimizin duvarlarına. Bodrum katı deseniz, evin önceki sahiplerinin eşyaları ve anılarıyla dolu. Bazen geçmiş meraklısı insanlar inerler bodruma, neler neler bulup çıkartırlar, aklınız almaz.
Temelden zenginiz desek yalan olmaz. Adeta bir hazinenin üzerinde yaşıyoruz.

Evimizin yeri iyi demiştim. Ne taraftan baksanız denizi görürsünüz mesela. Dağ isteyene dağ, ova isteyene ova manzaralı odaları var. Bir yanından dereler akar şırıl şırıl, bir tarafı yemyeşil orman. Bahçesine ne eksen büyür. Sebzeye meyveye para vermezsiniz. Karşıki dağlar kekik kokar buram buram. Güneşi boldur, pencerelerden süzülür durur sarı sarı. Bembeyaz karlarla örtülüdür yüksekçe yerleri. İster kay, ister yat yuvarlan eğlen.
Öyle bir cennettir güzel evimiz.

Bizim evin ötelerinde başka evler de var tabii ki. Yalnız değiliz. Kimi evlerin ışıklarının şavkı bizim evi de aydınlatır, kiminin perdeleri ise sımsıkı kapalı, kapkaranlık camları. Kiminin pencereleri deryaya bakar, kiminin kutba. Bazı bazı misafirliğe gelirler bize, bazen de biz onlara gideriz. Bazen evde tuz biter, şeker biter, yağ biter, gider birbirimizden isteriz. 

Bizim evde kalabalık yaşarız biz. Bütün odaları doludur evimizin. Herkes kendi odasında, kendi dünyasındadır. Bir kutlamada ya da üzücü bir durumda salonda buluşur, sevineceksek birlikte sevinir, üzüleceksek birlikte üzülürüz. Bazen birbirimizin odasına ziyarete gider, bazen de bahçeye çıkar, çay içer, kahve içer, içki içer, sohbet eder, hasret giderir, sonra yine odalarımıza çekiliriz.
Odasında kim hangi müziği dinlemiş, kim neye inanmış, kim nasıl ibadet etmiş, kim nasıl sevişmiş aldırmayız. Yeter ki bir oda sakini kendi sevdiklerini diğer odadakilere dayatmasın. Beğenilerini paylaşsın ama dinlediği müziği de, okuduğu kitabı da diğerlerinin kafasına kafasına çakmasın. 

Toz pembe bu tablonun grileştiği, hattâ karardığı günler de olmadı değil.
Evimizin yöneticisi, zaman zaman evi ihmal etti, hâl böyle olunca da ev ahalisi kazan kaldırıp isyan etti. 
Yönetici bağırdı çağırdı, isyan eden kim varsa bir bir toplayıp ya bir odaya tıkıştırdı ya da evlerinden attı. Düzeni tekrar sağladı.
Evdeki çocuklar büyüdü evlendi, dünyaya yeni çocuklar geldi. Lakin yönetici, gittikçe gençleşen hane halkının dilinden anlamaz olmuştu. Evi eskisi gibi bağıra çağıra idare ederim sanıyorduysa da edemiyordu.
Andropoza mı girdi, her ne ise, evin düzeni için gereken sermayeyi eve değil, kendi tutkularına ve gösterişine harcıyordu.
Arabasını sık sık değiştiriyor, kolundaki saatten ayağındaki ayakkabıya kadar her detaya bir servet harcıyor, kendi odasını saraya çeviriyordu. Soranlara da, "İtibardan tasarruf olmaz!" deyip, başka yöneticilere de bu aklı veriyordu.
Evin çatısı akıyormuş, çeşmeleri su damlatıyormuş, parkeler kabarmış, eşyalar eskimiş, bahçe tarumar olmuş, asansör çalışmıyormuş, sokak kapısı kapanmıyormuş, kimin umurunda. Onlar itibardan sayılmaz...
Aidatlara zam üzerine zam yaptığı yetmezmiş gibi, "Şöyle çocuk yapın, böyle doğurun, öyle uyuyun, onu konuşmayın, bunu söylemeyin, şunu dinlemeyin!" diyor. Odalarımızı mı izliyor ne...
Bu başı bozuk düzene isyan edip şikâyetlenen olursa, "Ananı da al git!" deyip çoluk çocuk herkesi evden kovuyor.
Nereye gitsin insanlar?
O yönetmeye başladığından bu yana bu evde doğanlar18 yaşına geldi. Burası onların yuvası.
Yöneticilik zor geliyorsa sen git. 
Değil mi ama?

Bizim evin hâlleri bugünlerde daha bir sarpa sardı.
Başka evin çocukları bizim evin çocuklarının aklına girip onları birbirlerine düşman etmezler mi!
"Yapmayın, siz kardeşsiniz!" desek de kardeşler birbirine girmez mi!
Yöneticimiz de hem içeride hane halkıyla, hem de başka evlerin yaşayanlarıyla kavgaya tutuşmaz mı!
"Bir durun, kavga etmeyin, ayrılın!" desek de hepsini diliyle haşlamaz mı!
"Bakın evimiz güzel, yerimiz güzel, şükredecek ne kadar çok şeyimiz var, didişmeyin, birlikte çalışıp birlikte kazanalım, kazançlarımızı paylaşalım, evimizin bakımını yaptıralım, burası bizim yuvamız, onu ayakta sapasağlam tutalım." diyenleri bir kenara itip onları görmezden gelmez mi!
Ona göre bunları söyleyenler "sevgi pıtırcığı, iflah olmaz romantiklermiş".
Barış, kardeşlik, dostluk, iyi niyet falan, hepsi hikâye imiş. Daha çok bağırıp daha çok kavga edenlerinmiş bu dünya.

Yöneticimiz uyuyor mu uyanık mı bilmem ama biz ev ahalisinin söylediklerini hiç dinlemiyor artık.
Belki de kulakları ağır işittiği için sesimizi duymuyor. Ya da duymamak işine geliyor.
Odasına kapattı kendisini, dışarıya adım atıp evde ne olup bitiyor diye bakmıyor. 
Birbirinden gösterişli koltuklarında oturup, kuştüyü yorganlar altında uyuyor. Kendisinin yediği önünde yemediği ardında, ancak kimsenin midesinin hatırını sormuyor.
"Açız, ısınamıyoruz, üşüyoruz!" diyen olursa da, "Abartma canım!" deyiveriyor.
Ona göre insan çay içerse açlığı da susuzluğu da üşümesi de geçermiş. Öyle diyor.
"Al sen bu çayı iç!" deyip insanların önüne birer paket çay atıveriyor. 
Bu ara bunu yapmayı çok seviyor...

Evin paraları pul oluyor, paraları pul eden "hamili kart yakınımdır" da, af dileyip, sırra kadem basıyor. Ara ki bulasın. Bul ki hesap sorasın...
Mevzubahis para pul olunca her odadan yüksek perdeden sesler yükseliyor, eski dostlar düşman, eski düşmanlar dost oluyor.
"Bırak artık sen de her şeyi tek başına yönetmeye çalışmayı. Ev sakinlerine yetki ver, sorumluluk ver. Bir futbol takımında her pozisyondaki oyuncu sen olamazsın, bir orkestradaki enstrümanların hepsini birden sen çalamazsın. Sen iyi bir oyun kurucu ol, iyi bir yönetmen ol, iyi bir orkestra şefi ol." diyoruz, sanki kötü bir şey söylüyormuşuz gibi, ona da kızıyor. 
İhtimal o ki, etrafta yerini dolduracak makbul bir zat göremiyor. Göremez çünkü olabilecek olanların olabilme ihtimallerini yok etme gibi bir huyu var malum.

Biz bir kişinin idaresinden bahsetmiyoruz ki, sen git yeni birisi gelsin de demiyoruz, eskisi gibi hep bir elden, hep bir ağızdan, el birliği ile, konuşa konuşa, tartışa tartışa idare edelim evimizi diyoruz.
Altın varaklı odada da yaşasan, çul çaput üzerinde de yaşasan, sonuç itibarıyla hepimiz bu evde, aynı çatı altında yaşıyoruz işte.
Demedi demeyin, kavga gürültüye dayanamayan evimiz çökerse sizin saray misali odanız da bu yıkılmadan nasibini alacak. Odanıza doldurduğunuz kıymetli eşyalarınız molozların arasında toza toprağa bulanacak.
Ha, sizin uzaktaki ev sahipleriyle yakınlığınız varsa ve oralarda kendinize yeni bir ev edindiyseniz onu bilemeyiz.
Ama evden vaktinde çıkmazsanız vallahi bizimle birlikte siz de yıkıntıların altında kalırsınız.

Demem o ki, yöneticimize kim akıl veriyorsa veriyor ama doğru akıl vermiyor. Bakın işler gittikçe sarpa sardı. 
Evin işlerine el alemler karışmaya başladı. Koridorlarda mafya babaları dolanıyor. Yöneticimizin, bu babaların evimizin içinde dolaşmasına neden ses çıkartmadığını kimse anlamıyor. Meslekleri gereği, ev ahalisinin aklıselim insanlarına hakaret ediyorlar, tehditler savuruyorlar; yöneticimizin ise evin gerçek sahibi insanlara ileri geri her sözü söyleyen dilleri lâl olmuş, ağzını açıp iki kelam edemiyor. Siz kim oluyorsunuz da böyle konuşuyorsunuz diyemiyor.
Biliyoruz tabii, onun derdi zoru yöneticilikten atılmamak, anahtarları kaptırmamak, kimseye hesap sordurmamak, yönetim defterlerini sonsuza dek gözlerden uzak tutmak. 
Ve hattâ ortadan kaldırmak.
Onun için de bugünlerde bir yumuşama, bir yeniden yapılanma, bir geri adım, bir, bir şeyler bir şeyler.
Hani hiçbir şey olmuyorsa da yöneticimize bir hâller oluyor.
Sonumuz hayrola...

Neyse;
Lâfı çok uzattım ama şöyle bir dertleşeyim istedim sizlerle.
Bizim evin hâlleri işte böyleyken böyle. 
Ya sizin evin hâlleri ne alemde?

21 Kasım 2020 / C.E.Y.

3 Kasım 2020 Salı

Afet Değil Cinayet!

24 Kasım 2011 / C.E.Y.

Bir yandan gördüğüm mucizevi görüntüler ile içim kabararak duygularım boğazımda yumruk yumruk olup, gözlerimi yaşlarla dolduruyor, diğer yandan içimdeki camdan kafese kapatılmış bir martı, kafesin içinde bir o yana bir bu yana uçuşurken canhıraş çığlıklar atıyor, mavi göklerde kanat çırpabilmek için kendini camlara vururken kan revan içinde kalıyor.

Enkazdan mucize kabilinden kurtarılan çocuklara kendi evladımmışçasına sarılırken, enkaz altında can veren masumlara yanıyor, enkaz başında 
bin bir ümitle bekleyen yüreği paramparça ailelerinin acılarını ta içimde duyuyorum. Yıkıntılar altından bir nefes sesi duymak için, bir canı sağ salim çıkartabilmek için canlarını dişlerine takarak didinen ekiplerin gözyaşları kâh sevinçle akıyor kâh acıya bulanıyor.
Ambulans kâh sessizce ayrılıyor enkaz alanından, kâh alkışlarla, sirenlerle, dualarla.
Yurdun dört bir yanından gelen itfaiyeciler, STK üyeleri, AFAD, AKUT, farklı şehirlerin belediye arama kurtarma ekipleri, madenciler, köpekler dur durak bilmeden mucizelere imza atıyorlar.

Emrah Apartmanı'ndan 58 saat sonra sağ çıkarılan 14 yaşındaki İdil Şirin ile Doğanlar Apartmanı'ndan 65 saat sonra çıkartılan 3 yaşındaki Elif Perinçek ve Rıza Bey Apartmanı'ndan 91 saat sonra çıkartılan 3 yaşındaki Ayda Gezgin mucize kavramına anlam katıyorlar. Metanetleri ve şirinlikleri ile herkese ibret oluyorlar.
Lakin yakınları arasında onlar kadar şanslı olmayanlar var.
İdil'in kız kardeşi yanı başında sessizliğe gömülmüş. 
Elif'in annesi Seher Dereli Perinçek ile ikiz ablaları 10 yaşındaki Elzem ve Ezel de depremden 23 saat sonra sağ kurtarılmış, ağabeyi 7 yaşındaki Umut'un ise cansız bedenine ulaşılmış. 
Ayda, enkazdan kurtarılan 107'nci kişi. Ayda'nın annesi Figen Gezgin ise maalesef yıkıntılar altında can vermiş.
Gencecik anneler, tazecik çocuklar, torunlarına bakan bir babaanne ve gözünden sakındığı dört torun.
İzmir depreminde hayatını kaybeden her isim bir ateş. Ki en çok düştüğü yeri yakar.

Sorular sorular sorular
Bu kadar acıyla karşı karşıya kalmak zorunda mıyız, yıkılmak depremin fıtratında mı var, kurtulanları dualar ve melekler kurtarıyorsa, kurtulamayanlar için yeterince dua mı edilmedi, melekler onları kurtarmak istemedi mi diye de sorabilirsiniz;
6,9
'luk bir depremde yüzlerce, binlerce bina yıkılmaz ve hasar almazken, niçin bazı apartmanlar un ufak oldu ve bir moloz yığınına döndü, niçin bazıları ağır hasarlandı, niçin bazılarının yarısı çöküp yarısı ayakta kaldı diye sorabilirsiniz.
İnşaatlarda kullanılan malzemeler, alınan izinler (!), onaylanan belgeler, atılan imzalar, makyajlanan binalar, denetlenmeyen binalar, boşaltılmayan binalar, uygulanmayan yasalar, boşverler, boşverler, boşverler, dualar, melekler, takdiri ilahiler, Allah korusunlar, inşallahlar, maşallahlar, bize bir şey olmazlar ve dahası.
Ve 6,9...
İşte şimdi imtihan zamanı.
Kime ne olur, kime ne olmaz, kim yıkılır kim yıkılmaz görme zamanı.
İşini dua eder gibi, her gereğini yerine getirerek yapanlar ile işini Allah
'a havale edenlerin arasındaki farkı anlama zamanı.
Doğruluktan şaşarak kaderciliğe yaslananların hesap verme zamanı.

Deprem sürpriz değil
Deprem, ülkemizde beklenmeyen sürpriz bir doğa olayı değil. Yüz binlerce yıldır dünyayı şekillendiren depremler, Anadolu
'da aktifliğini sürdürüyor. Kara parçaları Anadolu'yu doğudan ve güneyden batıya doğru itip duruyor.
Çok yıllar öncesine gitmeyelim; 1999 Gölcük depremi, 2011 Van depremi, 2020 Elazığ depremi hafızalarımızda tüm tazeliğini koruyor.
Her depremin ardından deprem profesörleri ekranlarda depremi ve alınması gereken önlemleri anlatmak için çırpınıyorlar. Deprem mevzusu güncelliğini yitirince de yeni bir depreme kadar unutuluveriyorlar. Adeta rafa kaldırılıyorlar.

Doğanın sesine kulak ver
Böyle hareketli bir coğrafyada doğmuşsan ve bu coğrafyada yaşamaya devam etmek istiyorsan o coğrafyanın sesine kulak vereceksin. O ne seni ne de bir başkasını düşünmeyecek, o kendi düzeninde hareket edecek, sen ona uyumlanacaksın.
Binalarını yaparken bilimden yararlanacak, çaktığın her çivinin kalitesini koruyacaksın.
Yaşam alanı dahi oluşturamayacak çökmenin hesabını, betonu karana, demiri bağlayana, temeli atana, izni alana, izni verene, işi 
üç kuruş daha ucuza mal etmek için malzemeden çalmayı marifet sayan akla soracaksın.

Mucizelere de inan, aklını da kullan
Mucize kurtuluşlara delice sevinirken en önemli detayları atlamayalım. Mucizeyi can kurtarmakta aradığımız kadar, yıkılmamakta arayalım. Arama kurtarma yaparken gösterdiğimiz çabayı, binaları yaparken gösterelim. Nerede yaşadığımızı ve neyle karşı karşıya olduğumuzu bir an bile olsun aklımızdan çıkartmayalım.
Aklı bilim ile çalışmayan, kalbi ahlâk ile atmayanların diktiği binaların bir gün gelip mezarımız olabileceğini anlamak için yüzlerce kez yıkılmayalım.

Doğa olayı afet değildir, sadece doğa olayıdır. Doğa olayının afete dönüşmesi insanın elindedir.
Doğa olaylarında yaşanan can kayıpları afet değil, cinayettir.
Cinayet silahı binadır.
Silahı dolduran insandır...

3 Kasım 2020 / C.E.Y.

Kapak fotoğrafı (zannedersem 17 Ağustos 1999'da yaşanan Gölcük depremi sonrası çekilen bir fotoğraftan) benim bir karakalem çalışmam.

DEPREM ve AFET YAZILARIM
‘Deprem’i Seyrediyoruz / 15 Mart 2011
Hepsi mi kader? / 22 Temmuz 2011
Kazma kürek kurtar’MA!! / 23 Ağustos 2011
Eşeğin sağlam kazığa bağlı mı? / 14 Kasım 2011
Or'da bir Van var uzakta… / 15 Kasım 2011
Subasmanınızın kotu nedir? / 5 Temmuz 2012
Acı bir yıldönümü… / 17 Ağustos 2013
En büyük afet ‘azgelişmişlik’ / 12 Kasım 2014
Öküz başını salladı / 21 Temmuz 2017
“Japonlar yapmış ağbi!” / 17 Ağustos 2017
Çokbilmiş Beceriksizler / 10 Ağustos 2018
Afet Değil Cinayet / 3 Kasım 2020
Sarsıldık ve Yıkıldık / 9 Şubat 2023