15 Kasım 2011 Salı

Or'da bir Van var uzakta...

Depremde yıkılmış bir binanın üst üste yığılmış katlarının önünde durmuş, başını omzundan hafifçe sola çevirerek yukarıya kaldırmış, kendisinden büyük birisine doğru masumca bakan bir çocuk fotoğrafının kara kalem resmini yapıyorum bugünlerde.
Karelere ayırarak çizimini kolaylaştırdığım resmimin her karesinde o depremi bir kez de ben yaşıyorum sanki.
Her kareye düşen bir yıkıntı parçası, her kareden fışkıran ufalanmış betonlar, eğrilmiş demirler, paçavraya dönüşmüş perdeler depremin ta içine çekiyor beni.
Bu yıkıntının önünde duran çocuğun gözlerindeki ifadeye giriyorum karelerde. Biraz çaresiz, biraz üzgün ama yine de çocukça bir bakışı var. Masumiyeti var. “Ne oldu böyle?” dercesine bir çaresizliği var. Ama en çoğu da, umudu var.
Belki hayatı henüz yeterince idrak edememiş olmasının safça umudu bu.
Yok olan onca hayata, giden onca cana rağmen işte bu safça umutlarla yeniden dönmeye devam edecek oradaki dünya.
Çocuklar hayatı idrak edememiş olmanın cahilliğiyle, yaşlılar da artık yeterince idrak etmiş olmanın bilgeliğiyle üstesinden geliyorlar hayattaki her türlü zorluğun.
Gençlerin ve orta yaşlıların işiyse, zor.
Çok zor...
Gençler önlerinde ne var bilmiyorlar. Hayatları sadece okuldan, sınavlardan, derslerden, anne-babadan, arkadaşlardan, kıkırdamalardan, kaynamalardan ibaret görünse de, şimdi yaşadıkları o anlar onları geleceğe taşıyor.
Ama hangi geleceğe?
Daha okuyacaklar, çalışacaklar, kazanacaklar, kendi ayaklarının üzerinde duracaklar.
Belki bu depremde ailelerini kaybettiler, belki arkadaşları kaldı enkaz altında. Belki verilen naylon çadırların buz gibi ortamında hayata tutunamayan küçük kardeşleri zatürre olup kaydı gitti ellerinin arasından.
Okulları, dershaneleri hepsi yerle bir oldu. Ne kitap kaldı okunacak, ne de giyilecek esvap.
Çoluk çocuk sahibi orta yaşlılar hem işlerini, hem evlerini, hem de çocuklarını bıraktılar o yıkıntıların altında. Bıraktıkları her canla büyük acılara gark oldular, yok bırakmadılar ise bu sefer de hayatlarının bundan sonrasını nasıl yaşayacakları, ailelerini nasıl geçindirecekleri telâşesine düştüler.
Onlar bu felaketlerle boğuşurken yurdun dört bir yanından yardımlar sağanak olup yağmadı mı, kampanyalar çığ gibi büyümedi mi?
İnsanlar “Orda bir Van var uzakta, gitmesek de görmesek de, o Van bizim Vanımızdır” demediler mi?
Dediler...
O yapılan yardımların hangisi yerine ulaştı, hangisi ulaşmadı bilinmez.
Belki de yollananların çoğu kapanın elinde kaldı. Birer tane yetecek yerde beşer onar alınarak diğer ihtiyaç sahiplerine hiçbir şey bırakılmadı. Hayatta kalma içgüdüsüyle ‘önce ben ve benim ailem’ dendi sanki vahşice.
Yollananların bazıları da yollarda ya da vardıkları ilk merkezlerde yağmalandılar .
Taahhüt edilen paralar yatmadı, yattıysa da yerlerine ulaşmadı.
Hem; her ne kadar yardım gelirse gelsin bütün bu yardımlar şu an için, şu birkaç zamanı atlatabilmek için değil midir? Sonsuza kadar ne yardım gelir, ne de böyle yardım beklentisiyle yaşanır.
Yani; dökme suyla değirmen dönmez...
Bu insanların hayata tutunabilmeleri ve yaşadıkları bu büyük sarsıntıyı biran önce atlatabilmeleri gerek.
İşleri-güçleri, evleri-barkları, okulları, hastaneleri , otelleri, camileri, parkları, bahçeleri olması gerek.
Ve bütün bunlar yapılırken de eskisi gibi derme-çatma değil de adamakıllı, sapasağlam yapılması gerek.
Artık öldürücü olanın deprem değil de bina olduğu, binaları bu kadar çürük yapanların da ademoğullarından geldiği görülüp, bu kafadaki ademoğullarına iş yaptırılmaması gerek.
Her depremde yaşadığımız gibi bu depremde de enkaz altında kalan her canın (yardım için ya da vazife için oraya gidip de orada can verenler dahil) kanı o binaları yapanlardan, alanlara, ruhsat talep edenlerden, ruhsat verenlere ve hasar görmüş olmasına rağmen hâlâ daha hasarlı o binaların içine girilmesini teşvik edenlere kadar herkesin elindedir...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder