31 Mart 2013 Pazar

Kıl tüy muhabbetler

Başlığa bakıp da ironi yapacağımı sanmayasınız. Gerçekten de kıl tüy muhabbeti yapacağım size bugün.
“Kadınların kaşlarını almaları caiz midir?” sorusuna görüş veren Diyanet, “Mecbur değilsen kaşını, bıyığını, tüylerini aldırmak günahtır. Ama psikolojini bozacak kadar kötüyse aldırabilirsin” demiş ya, ordan geldi aklıma bu yazı da... 

Hayvanların postlarıyla hiç dertleri yok malum.
Yaz gelince tüy dökerek yazlıklarını giyiyorlar, kış gelince yine eski hallerine geri dönüyorlar.
Ne aslan yelesine fön çektiriyor, ne de tilki kürkü ıslanmasın diye şemsiyeyle geziyor.
Zımpara misali dilleri kişisel bakım için yetiyor da artıyor.
İnsanlarınsa kıl tüy muhabbeti bitmek bilmiyor.

Saçlar mesela başlı başına bir konu.
Kurusundan yağlısına, kısasından uzununa, sarısından karasına, düzünden dalgalısına ve dahi kıvırcığına…
Yandan mı ayırsak ortadan mı, uzatsak mı kısaltsak mı, sabunla mı yıkasak şampuanla mı?
Ah bir de ıslak ıslak dışarı çıkmasak…

Saçı az olanın derdi bir türlü, çok olanın başka bir türlü.
Olmayanınsa bambaşka bir türlü.
En rahatı onlar aslında da, farkında değil.
Ne şampuan, ne de saçımı ne tarafa yatırsam derdi.
Kadınların saçlarına vurdukları sıra dışı renkleri.
Kâh boyadan yıpranmışı, kâh henüz boya dokunmamışı.
"Yıka ve Çık"çılar ise arada en şanslısı…
Ya Orta Çağ'da, suyla sabunla meşk etmeyen Avrupalıların başlarındaki bitleri saklamak amacıyla ürettikleri lüle lüle perukları!
Eski Mısır’da da aristokrat sınıfa mensup erkekler saçlarını kazıtıp, daha uzun insan saçından yapılma ya da insan saçı-at kılı karışımından yapılma peruklar giyerlermiş başlarına.

Kıl tüy demişken istenmeyen tüylere de iki laf etmeden geçmek olmaz hani.
Yüzyıllardır alınmalarına rağmen inatla çıkmaya devam etmelerine bakacak olursak istenmediklerinin farkında değiller anlaşılan.
Nasıl bir aymazlık ya da nasıl bir inatsa artık.
Tabi yılmaksızın çıkmalarının sebepleri çok.
Onları yolmakta ısrarcı olan, hatta daha da azdıran bizleriz. Fetvada dendiği gibi bıraksak kendi hallerine aslında, onlar da rahat, biz de rahat.
Kadınların istenmeyen tüyleri bir yana, erkeklerin de hem belalısı hem de olmazsa olmazı sakalları- bıyıkları var.
Yaşlandıkça kulaklarından ve burunlarından fışkıran kılları ile, hele de kaşlarına gelen son gürlüğü ile daha bir heybetli durmaya başlıyorlar giderayak. Göğüs ve sırt dekoltesi kılları ona keza. Gömlekten dışarı taşacak ki şanı yürüsün...
Kadınların kaş derdi ise ergenlikle birlikte başlıyor.
Bir elinde cımbız, bir elinde ayna.
Hele de kaşlar Boğaz Köprüsü kıvamındaysa…

Tek tük de olsa kaytan bıyıklı kadınlar da var arada.
Kirpiklerinin gölgesi güllerle bezenmiş kadınlar da.
Kaş aldıran erkekler de var bu arada, saklanmayın hiç arkalara, görüyoruz...

Saça başa tekrar dönecek olursak;
Saç teli tehlikelidir de bir yandan. İnsanın başını belaya sokar.
Ceketin omuzuna yapışmış tek bir tel mesela!
Söyle, kim bu kadın!!
Akıllı adam evdekiyle dışarıdakinin saçını aynı renge boyatan adammış.
“Sana kızıl çok yakışır hayatım, bir denesen diyorum….”
Peki ya yemeğin içinden çıkan saç teline ne dersiniz?
Tamam tamam, ne dediğinizi duydum.
Sustum, saçının bir teline kurbandınız hani demedim.

Bakın kıl tüy derken ne kadar çok laf ürettik değil mi?
Demiştim size kıl tüy deyip geçmeyin diye.
Bitti mi sandınız, bitmedi…

Saçı uzatmak ya da çoğaltmak için postişler, çıt çıtlar, kaynaklar var pek çok  kafada.
Doğum sonrası ya da kemoterapi esnasında tutam tutam dökülen saçlarına hazin hazin bakan insanlar var.
Sonra saçların yeniden çıkmasına sevinmek var.
Başı sıcaktan-soğuktan korumasının dışında görsel olarak insanın kendine güvenini kazandıran bakımlı ve temiz saçlar var.
Düğünlerde aynı kuaförün elinden çıkan telefon kablosu kılıklı tek tip saçlar var.
Sıradan günlerde sakin durup, ne tarafa istersek o tarafa yatan ama özel bir güne hazırlanırken inada bindirip şaha kalkan saçlar var.
Özgür bırakılan ya da bazen bir kalemle başın üzerine toplanıveren, rengarenk aksesuarlarla neşelenen, şık bir topuzla asilleşip, çılgın buklelerle şirinleşen saçlar var.
Sık sık değiştirilen modeli ya da rengiyle kişinin ruh halinin aynası saçlar var.
Tepeler açılmaya başlayınca yandakileri uzatıp, dağlar tepeler aşırtıp, karşı yakaya ulaştırılan yapıştırma saçlar var. Dökülen saçlara inat ekilen saçlar olduğu kadar, bir yandan da inatla kazınan saçlar var... 
Uzun saçlı Samson ile meşhur dazlak Yul Brynner var.
Saçının tellerine…. diye başlayan şarkılar var.

“Ne güzel enseyi geçmemesi saçların, 
Alnımızda bitmesi. 
Tane tane olması kirpiklerin, 
Tel tel olması kaşların. 
Ne güzel insan yüzü…” diyen Oktay Rıfat şiiri var…
Var oğlu var.
****
Gökteki yıldız ile baştaki saç sayılmazmış.
Şeytanın işi olmayınca işte böyle kuyruğunu tartarmış...

31 Mart 2013 / C.E.Y.

26 Mart 2013 Salı

Affetmekle büyür bazen hatalar...

Mağdurum da mağdurum der dolaşırdı Simge.
Bazen ufak mağduriyetlerimizde dilimize düşer bu  sözler şakayla karışık.
Ciddi mağduriyetlerimizde ise aklımıza dahi gelmez.
Kendi hiçbir katkısı olmadığı halde başına gelen olumsuzluk sonucunda mağdur olur kişi.
Kaldırımda yürüyen yayaların arasına dalan bir araç, balkondan bakınan bir kişinin şakağına saplanan serseri bir kurşun, sokakta oynayan bir çocuğu kaçırıp ırzına geçen bir sapık, aşkına karşılık vermeyen kızın canına kasteden cani bir aşık!!!
Ve daha niceleri...
Acı sonuçlar doğuran büyük mağduriyetler bir yana, gün içinde ufak ufak mağduriyetler yaşarız kurnazlar sayesinde.
Diğerleri kadar büyük olmamaları affedilmelerini gerektirmez.
Siz ufağını affettikçe daha büyüğü gelecektir.
Siz görmezden geldikçe bir başkasının mağduriyeti gerçekleşecektir.
Görmek ve diğerlerine de göstermek lâzımdır demek ki.
Ben mağdur oldum bari diğerleri olmasın demelidir...
Düşünün bir; aracınızı bıraktığınız otoparka aracınızı almaya gittiğinizde aracınızın arka tamponunda epey  güzel bir göçükle karşılaştınız, göçüğü görmeyin diye aracınızın ters park edildiğini anladınız, otopark yetkililerinin suçu -işe kendilerinin aldıkları- otopark görevlisine yıkmak için ellerinden geleni yapmalarına şahit oldunuz.
Ödemeyi yaptığınız otopark görevlisinin promil sınırlarını aştığına hayretler ederken; bir yandan da yetkililerin 'Şahidin mi var, kamera kaydın mı var, belgen mi var?' sözleriyle karşılaştınız.
Gelmeseydin, park etmeseydin nidalarını duydunuz.
Sanki otopark kapısına Viyana Kapılarına dayanır gibi dayandınız, kapıyı da koç başıyla kırarak açtınız, "Yok ben illa ki bu otoparka park edeceğim, benim de hobim bu" dediniz.
Utanmasalar "Aracı kendi kendine çarptın suçu da bize yüklüyorsun!" diyecekler.
Pes...!
Yaptığınız şey aracınızı pırıl pırıl bir halde otoparka bırakmak, eğri büğrü bir halde bulmak...
Üstelik bu vak'anın neredeyse otomatiğe bağlandığını ve tek sizin başınıza gelmediğini öğrenmek.
Eğer ki şimdiye kadar bu teröre maruz kalanlar seslerini çıkartmış olsalardı ruhsatsız çalışan o otopark şu an orada olmazdı diyerek, susanların ve göz yumanların da en az diğerleri kadar suçlu olduğunu teyit etmek.
Bu inanışla da bir lokma ekmek (ya da bir-iki şişe şarap) parası uğruna orada çarpışan arabalar oynayan otoparkçıya acıma hislerini bir tarafa koymak, onu işe alanlara da sorumluluk denen şeyin ne menem bir şey olduğunu anlatmak adına polis çağırıp resmi işlemleri başlatmak...
****
Eminim ki bu yazıyı okuyan her bireyin ufak da olsa bir çok mağduriyeti olmuştur hayat içinde.
Allah'ından bulsun diyerek dönüp gitmeyin mümkünse...
Yanlışın yanlışlığını vurgulayın ki yanlış tekerrür etmesin.
Hırsızın hiç mi suçu yok dedirtecek kıvamda suçlamalarla karşılaşacaksınızdır muhakkak.
Haklıysanız yolunuzdan dönmeyin.

Demem o ki; her işi Allah'a havale etmeyelim.
Allah az-çok hepimize akıl vermiş.
Önce aklımızı kullanalım, sonrasını son merciye havale edelim...

23 Mart 2013 Cumartesi

Besle kargayı kutlasın baharı

Bugünler ta o günlerden belliydi malum.
Yıllarca yakalanamamıştı da sonra birden "buyrun" denilip ikram edilmişti pamuk ellerimize.
15 Şubat 1999.
Yer Kenya...
Biz de sevinmiştik hani.
Hemen tıkmıştık içeri.
Üzerine asalım mı yoksa besleyelim mi diye didişmiştik bir de.
Asın denilirse asılacağını, asmayın denilirse asılmayacağını bilmezmiş gibi...
Asamadığımıza göre besleyecektik elbet.
Rahatına rahat katmak için kuş tüyleri serdik kafesine.
Terörist başına değil başkanlara layık ağırladık bir güzel.
Adını bile unutturduk, İmralı dedik kendilerine.
Daha bir masum, daha bir legal...
Elindeki kanları yıkadık, karşı gelenleri de içeriye attık.
Hadi şimdi yolun açık.
Yürü ya kulum..!
Havalanmaya hazırlanan bir balon misaliydi sanki her şey.
Balonun sepetini ilmek ilmek örenler, yükselmek için gereken sıcak havayı körükleyenler ve balonun halatlarını çözenler...
Sepete doluşarak havalanmaya başlayan balonun daha yükseklere çıkabilmesi için de, bu havalanmaya baş koyduklarına aldırmaksızın "kendilerinden" olmayanların başlarının safra olarak balondan atılması lazımdı elbet.
Atılmaya başlandılar da...
Sizinle işimiz buraya kadar.
Bay bay...
Bu balonun hepimiz için mi şişirildiğini zannetmiştiniz yoksa?
Size yetmez ama evet, safdilliğinizin kurbanı oldunuz.
Üzgünüm...
****
Nevroz'u kutlamayı kendilerine bayrak yaparak devletin bayrağını yok sayan ve baharın yalnızca kendilerine geldiğini var sayarak bahar sarhoşluğuna kapılan her kim varsa en kısa mevsimin bahar olduğunu unutmasın derim...
Ne bahara güven olur bu memlekette, ne de havalanan balonlara...
İkisinde de biraz fazla ısınmaya görsün hava...

20 Mart 2013 Çarşamba

Ah Montania, ah sevdalı kız...

Eskiye rağbet olsa bit pazarına nur yağarmış derler.
Bu söylemi kendi meşrebine uydurup da sahiplenen bir memlekette mi yaşıyoruz yoksa?
Yeni akım olarak Osmanlı'ya ait ne varsa yenileyip, ondan öncesini yok mu sayıyoruz?
Bursa'nın geçmişinin M.Ö. 2 bin yıllarına dayandığını, Trakya'dan gelen Bitiniler'in Bursa ve civarına yerleştiklerini ve Bitinya Krallığını kurduklarını, M.Ö. 1500 senelerinde Bitinya kralı Prosyas'ın Bursa'yı kurarak şehre Prosa dediğini, M.Ö. 700'lerde İyonlu Kolonistlerden Kolofonlular tarafından kurulan ve ilk adı Myrlea olan Mudanya'nın Makedonya Hükümdarı 5. Filip tarafından yıkılarak yerine Apameia şehrinin inşa edildiğini, Apemia'nın  denizden gelecek tehlikelere karşı Trilye'den Siği'ye dek hisarlarla çevrili olduğunu, Apemia'nın işgalinin ardından kentin tekrar imar edilerek bu yeni kente Montania adı verildiğini ve son olarak da 1321 yılında Orhan Bey tarafından fethedilerek Osmanlı topraklarına katıldığını biliyor muyuz?
Kurtuluş Savaşı öncesinde iki yıl, iki ay, iki gün Yunan işgali altında kalan Mudanya'nın 12 Eylül 1922'de düşman işgalinden kurtarıldığını biliyoruz en çok değil mi?
Her yıl kutluyoruz o kurtarılışları.
Ya öncesi?
****
Bunca tarihi bilgiyi niçin anlattığıma gelince;
1071 Malazgirt Zaferi'nden sonra Türkler'in eline geçen Bursa civârında,
1071'e dek yaşanan 2571 yıl ve ondan sonra yaşanan 942 yıl -belki de daha çok yıl- öylece yatmakta.
Uyuyan bu tarih zaman zaman karşımıza çıkmakta, bazıları değerini bulmakta, bazılarının üzeriyse sessizce kapatılmakta.
Mudanya'da yapılacak olan bir AVM'nin temel kazılarında karşılaşılan Myrlea'nın liman kalıntılarının da üzerine beton dökülerek modern bir AVM yapılıyor şu günlerde.
Niyeyse belediyenin ne büyüğü, ne küçüğü, ne de Anıtlar Kurulu engel olmuyor bu hoyratlığa.
Galiba eski püskü o taşları yeni dünyayla tanıştırmaya yeterince layık bulmuyorlar.
Halk bir yandan, Sivil Toplum Kuruluşları bir yandan bu duyarsızlığa karşı çıkıyorlar.
İnşaatın dibine çadırlarını kurmuş, gözlerini valiliğe çevirmiş, seslerine bir ses veren çıksın diye bekliyorlar.
Tek arzuları var;
Yeter ki yıllar sonra gün ışığına kavuşan bir medeniyet bir kez daha karanlıklara gömülmesin...
****
Ha bu arada; kazı sırasında önlerine çıkıp yollarına taş koyan o taş parçaları, AVM'nin içerisine yerleştirilecek olan bir fanus içerisinde sergilenecekmiş.
Geçmişe saygıya yeter de artar bile, değil mi?
Birkaç kişinin derdidir zaten geçmişteki o hayatların nefeslerini soluyamamak, o limanda yapılan ticaretlerin pazarlık seslerini duyamamak, o limanda koşturan çocukların ayak izlerine dokunamamak, o limana yanaşan teknelerin pruvalarını görememek, o limanda sevdalısını bekleyen kadının hasretini hissedememek, bereketli bir seferden dönenlerin denize duydukları minnetin enginliğini bilememek...
Sadece onlar için önemlidir geçmişe gidememek.
Bazıları içinse bir yerden sonrasına gitmek istememek...
****
Oysa ki tarihin ne dili, ne dini, ne milliyeti ne de bedeli vardır.
Tarih fanilere değil, dünyaya ve dahi evrene aittir.
Yeni de gün gelip eskiyecektir.
Eskiye sahip çıkan her millet kendisine kalan hazineyi daha bir zenginleştirecek, geleceğe akarken ardında aşınmaz izler bırakacaktır.
Cisminin olmayacağı dönemlere o izlerle ulaşacaktır...

17 Mart 2013 Pazar

Her derde deva bir koro

İnsan çoluk çocuğu büyütüp de yuvadan uçurdu mu, hele emekliliği de yakaladı mı, o zamana dek yapmak isteyip de yapamadığı ne varsa, gitmek isteyip de gidemediği neresi varsa bu dünyadan temelli gitmeden hepsini birer birer gerçekleştirmek istiyor.

Ki gözü arkada kalmasın.
Ardında kendi iç dünyasını yansıtan izler bırakabilsin.
Eskinin "ununu eleyip eleğini asma, işi gücü oğlana geline bırakma, torunlara ninelik dedelik yapmaya başlama" yaşlarında yeni bir hayatın kapıları aralanıyor şimdi.
Eskiler gibi kenara çekilmek ne kelime, hayatın tam ortasına dalınıyor.
Evin dört duvarı arasında sıkışıp, sıkılarak yaşamak yerine dışarıya çıkılıyor.
Dışarıda bazen erkek erkeğe, bazen kadın kadına, bazen de hep birlikte yapılabilecek o kadar çok sosyal paylaşım var ki.
Yeter ki insan istesin...
****
2005 yılından beri sadece kadınlardan oluşan, koristleri gibi yaş ortalaması da 4x4'lük olan bir korosu var Bursa'nın.
"Nilüfer Kadın Korosu"
Emekli öğretmeninden bankacısına, ev hanımından ressamına kadar farklı ortamlardan gelmiş kadınların oluşturduğu bu koronun bir içi geçmişler korosu olduğunu düşünmeyin sakın.
Onların yaşı yok.
Müzikle uğraştıklarına bakıp, hepsinin bir eli yağda bir eli balda hayatlar yaşadıklarını da zannetmeyesiniz.
Aralarında evde hastası olanı da var, kendisi hasta olanı da.
Ya da bilmediğimiz daha ne dertleri olanı da.
Lakin onlar evde oturup dertlenmek yerine dışarı çıkıp iyileşmeyi seçmişler.
Üstelik kendilerini iyileştirmekle kalmayıp çevrelerini de somut olarak iyileştirmeye başlamışlar.
Konser gelirlerini sosyal sorumluluk projelerinde değerlendiren koronun 1 yılda yaptığı bağış 50 bin lira.
İlk konserini 9 Eylül 2005 tarihinde veren koro, kurulduğu günden bugüne 50 küsur konsere çıkmış.
20 kişiyle yola çıkan koronun şu andaki korist sayısı 105.
Koro şefi olan veteriner hekim Aysel Gürel'in gönüllü yönetimiyle bugünlere gelen koronun ilk adı "İkinci Bahar Kadın Korosu" imiş.
1 Ocak 2010 tarihinden itibaren de Nilüfer Kadın Korosu adını almış.
Huzurevinden cezaevine, açık alanlardan kapalı salonlara kadar her yerde söylemişler şarkılarını.
Farklı konseptlerde konserler veren koronun 9 Mart gecesi Dünya Kadınlar Günü kutlamaları kapsamında Nazım Hikmet Kültürevi'nde verdikleri konserin içeriği "Rast Makamından Roman Havasına" idi.
Ve bu konserin gelirini de Saniye Rıza Kız Yetiştirme Yurdu Koruma Derneği'ne bağışladılar.

Konser izlenimlerine gelirsek;
"Konser rast gitsin diye şarkılarına rast makamıyla başlarmış Münir Nurettin Selçuk" diyerek girdi söze Aysel Hoca.
Sonra da rast makamından şarkılar sundular.
İlk bölümde klasik korolardan pek farkları yoktu doğrusu.
Hepsi siyahlar içinde.
Eller göbeğin biraz altında kavuşmuş.
Sakin sakin söylediler şarkılarını.
Arada sololar da oldu ve perde kapandı.
İkinci bölümün başlaması niyeyse biraz gecikti. Sabırsızlanan izleyici tempo tutmaya başladı.
Ve nihayet perde...

Perde açılınca gecikmenin sebebi de anlaşıldı tabi.
Bizim siyahlar içinde halim selim halleriyle kulise yolladığımız koristlerimizin hepsi olmuş mu size birerroman kızı..!
Takıp takıştırmışlar, sürüp sürüştürmüşler, rengarenk kıyafetler içinde hepsinde bir eda bir cilve ki sormayın.
Roman olmayan ilk Roman Korosu'nun şefi Aysel Gürel de ilk bölümde giydiği kar beyaz tuvaletini değiştirip, dore ışıltılarla bezeli al bir tuvalet giymiş.
Manzara böyle olunca haliyle alkışlar da şelale oldu...
Roman havalarının 9/8'lik ritminin başlamasıyla birlikte kanlar da ufak ufak kaynamaya başladı.
Birkaç dakika sonra kim daha çok söylüyor, kim daha çok oynuyor, kimin sesi daha yüksek çıkıyor, kim daha iyi kıvırıyor  birbirine karıştı.
Bir koro sahnedekiler, diğeri de izleyicilerdi..
Ne protokol vardı ortada şimdi, ne yaş, ne statü, ne cinsiyet.
Müzik herkesi koynuna almış, bağrına basmıştı.
Gecenin sonunda sahneye davet edilen Nilüfer Belediye Başkanı Mustafa Bozbey de koristlerden az değildi hani.
Repertuarını daha bir genişletmiş, mikrofonla daha bir bütünleşmişti.
Sözü ve müziği koro şefi Aysel Gürel'e ait ve Türkiye'nin ilk kadın marşı olarak tescillenecek olan marşla başlayan gece yine aynı marşla sona eriyordu.
"Onurumuzla, gururumuzla, yaşamak hakkımızdır bu güzel dünyada"
****
Onlar, onurlarından ödün vermeden çıktıkları bu yolda kendilerine köstek değil destek olan ailelerine gurur üzerine gurur yaşatıyorlardı.
Ve ben onları izlerken hem daha önce konserlerine katılmadığıma, hem de evlerinden dışarı adım attırılmayan kadınların böyle mutluluklardan ne kadar mahrum kaldığına ziyadesiyle hayıflandım...

2013'ten 2022'ye Bursa Nilüfer Kadın Korosu yazılarım
Var mı böyle bir koro? / 31 Ocak 2017
Su Gibi Aziz Olun... / 17 Mart 2017


11 Mart 2013 Pazartesi

Hasta mı oldun, hasta mı baktın?

Bugünkü yazımda lösemi hastası çocukların annelerinden bahsedeceğim size biraz.
Hani yüzlerinde maskeleri, saçları-kaşları-kirpikleri dökülmüş, yaşadıkları acının izleri gözlerine sinmiş ama yine de masum masum bakan o çocukların.
Onlar eğer yakınımızda değillerse bize çok uzaktadırlar değil mi?
Yaşadıkları sıkıntılarını tahmin edebiliyor olsak da içinde olmadığımız sürece onları yeterince anlayamıyoruzdur.
Hastanede tedavi oluyorlardır ya, dahasını düşünmeyiz.
Ya da düşünmek istemeyiz.
Aslında biliriz ki o çocuklar hastanelerde tedavi oluyorken aileleri de onlarla birlikte zorlu bir süreç yaşıyordur.
Artan maddi yükümlülükler babayı, çocuğun yanında bulunma mecburiyeti ve arzusu anneyi, bu ortamda kendisine yeterince zaman ayrılmaması ise evdeki diğer çocuğu epey yoruyordur.
****
Yorulan bu ailelere bir nefeslik dahi olsa can vermeye gayret eden LÖSEV panelini izledim Cumartesi sabahı.
LÖSEV, LÖSEV Bursa İl Koordinatörü Füsun Emecan Özcan ile birlikte Ankara, İstanbul, İzmir, Bursa ve Konya’da yüzlerce anne için Kadınlar Günü etkinliği düzenlemiş.
Bursa'da gerçekleşen ve iki gün süren bu etkinliğe Marmara Bölgesi’nden katılan 50 kadına, 50 de Bursalı kadın eşlik etmiş.
Bu etkinlik dahilinde yapılan panele katılan Bursa Barosu Çocuk Hakları Komisyonu ve Kadın Hukuku Komisyonu’ndan Avukat Nevin Canbaz, Türk Üniversiteli Kadınlar Derneği Bursa Şubesi Başkanı Gülnur Üçel, Uludağ Üni. Psikoloji Bölümü Öğretim Görevlisi Banu Elmastaş Dikeç ve girişimcilik yönü ile pek çok ödül alan iş kadını Nurcan Özdemir konuşmalarında “Kadının toplumdaki önemini ve değerini” vurguladılar.
Moderatörlüğünü Limon Tanıtım Genel Müdürü Gönül Uman Yiğit’in yaptığı paneldeki sunumları dinleyen kadınlar ile konuşmacılar arasında yaşanan diyaloglarda öne çıkan en önemli konu, eşlerinin kendilerini yeterince anlamadıkları ve yalnız bıraktıkları üzerineydi.
Ve bir de kendilerine iş alanı sağlanması...
****
Görülüyordu ki hastalık karşısında yalnız kalan kadın zayıfladıkça aile daha bir parçalanıyordu.
Anne zayıfladıkça çocuk eriyordu.
Annesinin bakışından da, dokunuşundan da annesinin gücünü ya da güçsüzlüğünü hissediyordu çocuk.
Hasta olmayan diğer çocukta tırnak yeme hastalığından okul problemine kadar uzanan tepkiler baş gösteriyordu.
O da ilgi istiyordu.
O da sevilmek istiyordu.
Lakin annesi hep diğerinin yanındaydı.
Bu arada karı koca ilişkisi de rafa kalkmış, evlilik de erimeye başlamıştı.
Oysa şimdi daha bir kenetlenme zamanı değil miydi?
Erkekten daha dirençli olmasına rağmen kadın da insandı.
Yavrusu için herkesten çok çırpınıyordu.
Destek bulamadığında ise çözülüp dağılıyordu.
Anlaşılmalıydı ki ne hastalık bir suçtu, ne de anne suçluydu.
Bu doğal ve ağır seyir el birliğiyle atlatılmalıydı.
Ve eğer ki çocuk-doktor ve anne-baba ilişkisi güçlüyse çocuklar psikolojik olarak  daha dayanıklı oluyorlardı.
Hem bu durumlarda Sağlık Bakanlığı ile Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’nın  ortak bir çalışma içinde olması gerekmiyor muydu?
Lösemi tedavisiyle paralel olarak hem hastaya hem de yakınlarına psikolojik destek sağlanması gerekmiyor muydu?
Hangi yolu izleyeceğini bilemeyen ebeveynlerin psikologlara yönlendirilmesi, psikoterapinin de tedaviye dahil edilmesi ve bu sayede aile bütünlüğünün muhafaza edilmesi gerekmiyor muydu?
Evde bakılan hastalar için verilen maddi destekler kadar, hasta sahiplerini bilinçlendirmek ve psikolojik destek vermek de önemsenmeliydi.
Ki hasta bakan kişi, baktığı hastadan daha hasta olmasın...