27 Ağustos 2016 Cumartesi

Serseri mayın misali

Hani çocukluğunu, gençliğini, yetişkinliğini bilmediğin insanlar vardır. Geçmişini bilmediğin yani.
Hayatının son evrelerinde rastlaştığın sıradan bir yaşlı olur o senin için. 
Senin gibi düşünemeyen, senin kadar seri hareket edemeyen, senin bildiklerini bilmeyen, hâttâ sana göre "hiçbir şey" bilmeyen.
Dünyaya yaşlı olarak gelmiştir sanki.
Hiç annesi babası olmamıştır.
Hiç ayakları öpülen bir bebek olmamıştır.
Hiç kanı deli deli akan bir genç olmamıştır.
Hiç top peşinde koşmamıştır.
Hiç okulu kırmamış, dersi hiç kaynatmamıştır.
Hiç sinirlenmemiş, hiç kavga etmemiş, hiç gençlik dedikodusu yapmamıştır.
Hiç aşık olmamış, bağrı hiç yanmamıştır.
Hiç iş güç için savaşmamış, hiç çalışıp para kazanmamış, hiç parasını nasıl kullanacağını hesaplamamış, hiç kimseyle sevişmemiş, hiç çocuk sahibi olmamış, çocukları için hiç endişelenmemiş, hiç onları yetiştirmenin meşakkatini yaşamamış, evliliği boyunca eşiyle hiç tartışmamıştır...
Müzikten habersiz, teknolojiden habersiz, eskimiş, modası geçmiş, bitmiş tükenmiş bir yaşlıdır karşısındaki.
Öncesi olmayan, sonrası ise meçhul bir yaşlı...

Tarih bilmezler için de hayat böyledir işte.
Kendisi doğduğu anda dönmeye başladı zanneder onlar dünyayı. 
İnsan ömrü ortalama 70 sene, dünyanın yaşı 4,5 milyar yıl, insanlık ise anatomik olarak 200 bin, sosyal davranış olarak 50 bin yaşında ise; düşünmez ki 50 binin içinde kaç milyar 70 var.
Amerika'yı ilk kez o keşfeder, Ay'a ilk o iner, dünyanın yuvarlak olduğunu bile ilk o söyler.
Albert Einstein'in tespitindeki gibi; "Cehalet ne güzel be, insan her şeyi biliyor"dur... 
****
"Tarih bilgi değil, bilinçtir" demişti bir konuşmasında İlber Ortaylı. "Tarihsel bilgi birikimine sahip olmak, tarih bilincine sahip olmak anlamına gelmez" diyerek anlatmıştı uzun uzun.
Bilinç olmayınca bilgi de kifayetsiz kalıyor ne yazık ki. Bir türlü sindirilemiyor.
Kişi gelmişini geçmişini bilmeyince kim ne söylerse ona inanıyor. 
Ailesinin bir nesil öncesini dahi merak etmediği gibi, milletinin, memleketinin, dünyanın ve evrenin tarihini de merak etmiyor.
Tarih dersinde ders olarak okuduklarının yaşanmış gerçekler olduğunu idrak edemiyor.
Hele bir de dersi anlatanda iş yoksa...
****
Yıllardır okullarda sayısalcılara ağırlık verilip, sözelciler aşağıya çekiliyordu farkındaysanız. 
Sanattan, spordan, tarihten, coğrafyadan, felsefeden çalınan saatler sayısal bilgilerin "ezberletildiği" derslere aktarılıyordu. Bir yandan da el kadar bebelerden başlayarak tüm gençlere soyut kavramlar yükleniyordu.
Denge bozulmuş, ayar kaçmıştı.
Emperyalist sisteme düşünen beyinler değil, kendisi için durmaksızın çalışan robotlar lazımdı ne de olsa. Dengeyi düşünen kimdi...

"Cumhuriyet sizden fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür nesiller ister." demişti oysa Atam öğretmenlere.
Kurtuluş Savaşı sonrası gibi Cumhuriyet'e sahip çıkma ve "hür" nesilleri yaratarak dört bir yanımıza vurulan prangalardan kurtulma zamanıdır şimdi.

Demokrasi diyerek baş örtüsünü kadın polislerde serbest bırakma zamanı değildir.
Demokrasi diyerek tarihin belli bir kesimine mal olmuş isimleri GATA gibi, Boğaziçi Köprüsü gibi ülkeye mal olmuş isimlerle değiştirme zamanı değildir.
Demokrasi diyerek toplumu bir bilinmeze sürükleme zamanı değildir... 
****
Düşünmeyen, öğrenmeye kapalı ve at gözlüğü takmış insanların serseri mayın misali ortalarda dolaştıklarını düşünürseniz;
Eşeği önden salmak da fayda etmez onlara...

23 Ağustos 2016 Salı

Hani koç inmişti...

IŞİD’le bağlantılı sosyal medya hesaplarını inceleyen uzmanlar, 1 Ocak 2015 ile 1 Ocak 2016 arası en az 89 çocuk askerin öldüğünü ortaya çıkarmış. 
En az'ı 89, ötesi, bilinmiyor... 

Gaziantep'teki sokak düğününü kana bulayan canlı bomba da 12-14 yaşlarında bir çocuk dendi. Patlamada ölenlerin çoğu da kadın ve çocuktu.

Irak'ın kuzeyindeki Kerkük kentinde üzerinde intihar yeleğiyle yakalanan çocuk, korku ile bakan gözleriyle maskeli kişilerce kaçırıldığını ve üzerindeki bomba düzeneğini kalabalık bir yerde patlamaya zorlandığını söylüyordu.

ABD merkezli Terörizmle Mücadele Merkezi'nin bu yıl başında yayınladığı bir rapor, hava saldırıları ve kara harekâtlarıyla büyük kayıplar veren IŞİD'in çocuk askerlere yöneldiğini ortaya koymuştu.
****
2006 yapımı Kanlı Elmas filminde elmasın peşine düşenlerin yanı sıra, Afrika'daki çocuk askerlerin dramını izlemiştik. 
Ailelerinden kaçırılmış, askeri araç üzerinde, ağzında sigara ya da keyif verici bir ot ve elinde silah ile gezinen birbirinden acımasız yüzlerce çocuk vardı filmde. Nasıl bir yıkandıysa artık zihinleri, bazıları büyüklerinden beter olmuştu. Pek çoğu ise ürkek, korkak, sinmiş, bazılarınınsa ibret olsun diye kolu ya da bacağı bir pala darbesiyle kesilivermiş...
**** 
Ardı ardına sıralandığında çocuklar üzerinden yaşatılan terör; 
Çocuk onlar diyor insan, adı üzerinde çocuk.
Elinde kalem defter kitap olması gereken çocuk.
Sokakta top koşturması gereken çocuk. 
Evinde bez bebekleriyle oynaması gereken çocuk.
Gece uyumamaya direnip de yorgunluktan bir köşede sızıp kalıveren çocuk. 
Bazen neşeli, bazen hırçın, bazen tembel, bazen çalışkan, ama hep masum çocuk... 

Eline silah verilip, beline bomba sarılmaması gereken çocuk.
Taşla sopayla sokağa salınmaması gereken çocuk.
Annesinin eteğinde düğün izlerken, belki de arkadaşlarıyla çığlık çığlığa oynaşırken paramparça olmaması gereken çocuk.

Bir çocuğun siyahı da çocuk, beyazı da çocuk, zengini de çocuk, fakiri de çocuk.
Gözyaşları sümüklerine karışmış, kahkahaları ile evleri çınlatan güzel gülüşlü milyonlarca bakir çocuk.
Kin ve nefret yerine sevgi ve şefkat ile büyütülmesi gereken milyonlarca nahif çocuk.
Ayrışmayı ve eşitsizliği büyüdükçe öğrenen milyonlarca eşit çocuk.
Hain büyüklerin dünyasına itinayla hazırlanan boynu bükük milyonlarca kurban çocuk...

16 Ağustos 2016 Salı

Muhalifi bırak, haine bak

Bu lafın üzerine laf konmaz ya, yine de edelim iki laf.

Bir ay önce kalkışılan işin ardından birbirine karışan yaftalama işi, hain ile muhalifin aynı kefeye konmasına ve çıkan her muhalif sesin susturulmasına dayanır oldu.
Muhalif hep açıkta yaşıyordu, gizlenmiyordu.
Her daim açık ve net bir şekilde sıkıntısını dile getiriyordu. Bundan da gocunmuyordu. 
Sonuçta memlekette demokrasi yok muydu?

Darbe girişimine bakınca gördük ki esas düşman içeride imiş.
Hain, koyun postuna bürünmüş, sinsi sinsi, sessiz ve derinden yol almakta imiş.
Bu durumda düşman olan muhalif kişi midir, yoksa içerideki hain mi?
Kilit dediğin hırsız içindir. Hırsız evin içindeyse o kilit etkisizdir.

Şimdi; hainlerin pek çoğu itirafçı olup bülbül gibi şakırken, muhalifliğinden ödün vermeyen sesler birer birer avlanıyor.
Cemaatle uzak yakın ilişkisi olmayan insanlar sırf muhalifliklerinden dolayı cezalandırılıyor.
Bakınız açığa alınan tiyatrocular, yuhalanan sanatçılar...
Fırsat bu fırsatken öyle mi?

Cemaate referans olan hükumete güvenerek giriştikleri işlerde hükumetin elini çekmesiyle iyot gibi açıkta kalan iş adamlarının mağduriyeti de işin başka bir boyutu. E kanmayacaktınız diyeceğim ama, hırslarınıza kapılıp sorgusuz sualsiz ardından koşturduklarınıza kanmayıp da ne yapacaktınız. 

Bakın bu acımasız hainlerin kimisi kaçtı, kimisi sindi, kimisi cezaevine yerleştirildi.
Muhalif ise hep muhalif.
Buyurun vurun...
****

Yıllardır kendim dahil gördüğüm odur ki, hiçbirimiz muhalif sesi sevmiyoruz. Eleştiriye zinhar tahammülümüz yok. Ayrıca eleştiri yapmayı da bilmiyoruz. Dediğimiz dediktir, bizden gayrı herkes de çaldığımız "düdük"tür.

Kendi adıma konuşacak olursam; 
Zaman içinde eleştiri ya da uyarı yapmayı da öğrendim, eleştiri ve uyarıları değerlendirmeyi de.
En çok da, eleştiride kızdığım şeyin aslında kendim olduğunu fark ettim. "Nasıl olur da ben böyle bir hata yapabilirim"den, "hatalarımı söyleyenlere şükran duymaya" uzanan yolculukta hatalarımdan ders almayı öğrendim. 
Demek ki hamdım, piştim, daha da pişeceğim...

Murathan Mungan'ın Harita Metot Defteri isimli kitabının tanıtımında ettiği ders gibi birkaç söz hiç aklımdan çıkmaz. 
"Bende benden çok var" başlığı ile yazdığım yazıdan alıntılayalım hemen.

"Eleştiriye açığım ama hoşlanmam"
"Beklenti güzel bir şeyler duymaktır. Kulağını kime açıp kime kapatacağına karar vereceksin. 'El içinde saç kesme, kimi uzun der kimi kısa"'derler. Herkesin sözüne kulak verirseniz siz siz olmaktan çıkarsınız. Eleştiri yapanın hangi taraftan eleştiri yaptığına dikkat ederim. Benim uzayımda yapmasını beklerim. Kıskandığı için söylediği bir şeyi de değerlendirmeye alırım. Çok sevdiği için söyleyemeyenler ya da gözden kaçıranların açığını kapatıyordur o. Ben işime bakarım. Söylediği işime yarıyor mu, hakikaten bir yere oturuyor mu ona bakarım. Bu konuda dengeye bakarım."

"Ben de eleştirmeni okurum"
"Eleştirmenlerin bilmesi gereken şey, onlar benim hakkımda bir şeyler söylüyor iken aslında kendi haklarında da bir şeyler söylüyorlardır. Yazdıklarıyla ben de onun hakkında bilgi edinirim. Dikkatli okuyup okumadığını, bağlantıları görüp görmediğini, kitabı anlayıp anlamadığını anlarım. İster beğensin ister beğenmesin ama bende 'Kusurlu Okur' izlenimi bırakmasın."

"Yazar olarak en çok öğrenmeniz gereken şey adalet"
"Çünkü elimde kalemin var. Anlattıklarının bir kısmı hayatta veya değil. O yüzden sizin önce arınmış bir vicdanla, tertemiz bir mürekkeple oturmanız gerekiyor yazı masasına."
****
Adalet kavramının rafa kalktığı, eleştirinin karalama halini aldığı, toplumun ayrıştıkça ayrıştığı bir ülkede tahta linç kültürü çıkar ki, çıkmaz olsun...
O sebep, linç meraklılarını teşvik edecek hareketlerden kaçınıp, insanları "seçkinler-vatanperverler" diye diye ötekileştirmeyi bir kenara bırakmalı artık.
Toplumu gerçekten "seçkin" hale getirmek için emek vermeli...
Dünyadan muhalif sesleri değil, dünyaya ayrık otu gibi kök salıp dünyanın başına bela olan hainleri temizlemeli...

15 Ağustos 2016 Pazartesi

Sakin ol Türkiye!


Şimdiye kadar uyan dedik, uyan dedik horul horul uyumaktan bir türlü uyanamadın be bir kısım Türkiye. Seni uyandırmak için kulağının dibinde korna çalanları, omuzundan tutup sarsanları, yüzüne su saçanları, ayağını gıdıklayanları, hatta yanağına öpücük konduranları bile arkalarından yastık fırlatarak kovaladın hep kapı dışarı. Yetmedi hepsini kendi odalarına kapattın. 
Uçaklar uçmaya başlayıp da mermiler odana düşmeye başlayınca zınk diye uyandın.
Sonra da seni uyandırmayı başaramayan ev halkına sardın...

Uyuyan Türkiye uykusundan sıçrayarak uyandı ama şimdi de uyku sersemliği ile ne yapacağını bilmez halde savruluyor oraya buraya. En çok da birbirine saldırıyor.

Yapma Türkiye! 
Birbirine saldırma! 
Birbirini suçlama! 
Birbirini bu kadar yerden yere vurma!
Hırlaşıp durma!
Seni dövüştürenlere kanma!
Sakin ol!
Dur, bir sakin ol!
Gerçek suçluların saklanmasına alet olma...

Biz bize lazımız. Şimdi peşinde koştuklarımız gün gelir yok olur, yine biz bize kalırız.
Malum, "Beraber yürüdük biz bu yollarda" diyen kimler geldi kimler geçti bu diyardan...

Külüne muhtaç olduğun komşunla yok yere kötü olma. 
Doğru söyleyeni bir dinle, öfkeye kapılıp da köyden köye kovma...

Basın emekçisi arkadaş, sen de sorumluluğunu bil.
Sıla malum konsere çıkmayı malum sözlerle reddetti diye olayı bu kadar ayyuka çıkartma. 
Davut Güloğlu gibi heyecanlı bir arkadaşa mikrofon uzatıp da bu durumu ona yorumlatma.
Daha fazla tıklanacağım diye olayları daha fazla kaşıma!
Milleti boş yere bu kadar coşturma!
Zaten teller gergin, sen de üzerinde zıplayıp durma! 
Yapıcı ol, kaynaştırıcı ol...
****
Gönülden demokrasi isteyenler ile gönülden iman edenlere, ve Çanakkale'den, ve Sarıkamış'tan, ve Kurtuluş Savaşı'ndan tut da, yıllardır Güneydoğu'da şehit düşenlere, 15 Temmuz gecesi tankların ezdiklerine, onların mağdur ailelerine, hepsine ama hepsine vefa borcu var herkesin. 
Hainlerle iş tutup da onların kemiklerini sızlatma!

13 Ağustos 2016 Cumartesi

Paçasını kurtaran kaptan!

Cumhurbaşkanı, başbakan, bakanlar, milletvekilleri, genel kurmay başkanı, koca koca askerler, generaller, korgeneraller, amiraller, koramiraller, iş adamları, memurlar, polisler, gazeteciler, her meslekten kişiler, ler ler ler ler...
Bu tabloya göre FG örgütlenmesinde herkes kandırılmış. 
Hatta aslında esas Gülen'in kendisi kandırılmış. Gerisi de arada kaynamış.
İtirafçıların anlattıklarından anladığım kadarıyla, "Mesih olacaksın, buradan yürü" demişler Gülen'e. O da yürümüş yazık(!). Yürürken de himmet diye diye milleti bir güzel haraca bağlamış ve neredeyse memleketin altını oyarak doğrudan memleketi yürütmüş. 
Hadi o mesih olacağını sanmış, ya siz koca koca insanlar; siz ne sanmıştınız?
Havari olup, paşminayı da omzunuza atıp salınacağınızı mı?

Kanal kanal gezerek eski kankalarını zem üstüne zem edenlere bakıyorum da;
Beklentiniz her ne ise boş çıkınca bari itirafçı olalım da canımızı kurtaralım dediniz zaar diyorum. 
Eski sandıklar açılıyor, tüm kirliler etrafa saçılıyor, o yüzden de bizim buralarda kokudan durulmuyor. 
Lakin anlatıcı sütten ak, nurdan parlak, mis'den mis. 
Çamaşırları saçmakta ise öyle mahir ki, çamaşırları adeta tiksintiyle fırlatırken sanki çamaşırları giyip giyip kirleten ve sandığa atan kendisi değilmiş gibi davranıyor.
Konuşmalarında bir yandan cemaati kötülerken bir yandan da kendisinin ne kadar mübarek olduğunu zerk ediyor insanların zihinlerine inceden inceye. 
Hatta bazen öyle oluyor ki kötülemeler methiyeye dönmeye başlıyor. Yılların alışkanlığı ile bahsettiği kişilerden"arkadaşlar" diyerek başlıyor söze, "teröristler" diyerek nasıl çark edeceğini şaşırıyor sonra. FETÖ'nün yerden yere vurulduğu sohbetlerin reklam aralarında FETÖ soruşturmasında göz altına alınan kişinin firmasının reklamı dönüp duruyor. 
İşte böyle zamanlarda benim kafam tam bir çorba oluyor...
İyi bir şey mi dediniz, kötü bir şey mi dediniz, alt mesaj kime, üst mesaj ne, siz kimsiniz, biz kimiz, neredeyiz, burada böyle mel mel sizi dinleyerek neyleriz?
****
Zeytinyağ gibi su yüzüne çıkan iribaşlar bir yana, bu furyada yananların pek çoğu minibaş. Zurnanın en son deliğini zırtlatmak, dış kapının dış mandalına tokatlamak, tavşanın suyunun suyuna ekmek doğramak en kolayı elbet. 
Zavallıların akarları kesildi, işlerinden güçlerinden oldular, sürünüyorlar. 
Onlara diyeceğim, Allah gani gani müstahakkınızı versin!

En acısı ise, nahak yere yananlar ki sormayın gitsin.
İribaşlara dokunamayanlar ve minibaşları da dokunmaya layık bulmayan 'yeni vatanperver demokratlar' hırslarını 'yıllardır duruşunu bozmayan' bu tayfadan çıkartıyorlar. 

Oysa; şimdi kendilerinin de karşı oldukları örgüte zamanında karşı olanlara karşı olmak ve onları cezalandırmak yerine, zamanında örgütün yanında olanlara şimdi karşı olmalı ve asıl onların cezalandırılmaları için çalışmalılar. (Zor bir cümle oldu biliyorum. Bir kez daha okuyunuz) 
Ki gerçek anlamda bir temizlik gerçekleşsin...
****
İç sesim araya girer ve der ki;
Sınavlarda olsun, işe yerleşmelerde olsun, makam ve para sahibi olmalarda olsun layık olmadıkları yerlerde olan insanların varlığını anlattım yıllarca. 
Derdim hiçbir zaman insan ayrıştırmak ya da kıskançlık değildi. Derdim sadece ama sadece liyakat idi.
O insanlar hak etmedikleri yerlere hak edenlerin haklarının üzerine basa basa gelmiş, haliyle de geldikleri yerleri bir türlü benimseyememişlerdi. 
Yeni durumlarına hiç yakışmadılar ve zıplayarak çıktıkları mertebeleri hiç taşıyamadılar. Kendilerini geliştirmek yerine arada kalmışlıklarının hırsını çevrelerinde kendilerinden üstün gördükleri insanlara küstahlık ederek çıkartmaya çalıştılar. 
Ve en önemlisi de, devletimizi yıkmaya çalışan yapılara "alet edavat" oldular.
Dereyi geçene kadar sırtlarına bindiklerine dayı diyen kurnazlar kendilerini kurtardı, sırtlarına binilenler ise derin sularda boğum boğum boğuluyorlar.
Allah gani gani müstahaklarını versin! 
****
İtirafçılara dönecek olursak;
Kanım o ki bu itirafçılar şimdi de "kandırıldım" diye diye kandırıyorlar milleti.
Dertleri kendilerini millete anlatmaktan ziyade şu ortamda paçayı kurtarmak ve yeni düzende iyi bir rol kapmak...
Yarın bir gün de bu söylediklerini yalanlarlar ve o zaman da çıkıp avaz avaz kandırıldık derlerse ve millet de bunu yerse; 
Söz olsun ki o gün "Allah gani gani müstahakkımızı versin hepimizin!" diyeceğim ve paçasını kurtaran kaptanlara brövelerini kendi ellerimle takdim edeceğim...

7 Ağustos 2016 Pazar

Kapat kapat nereye kadar?


Dün (6 Ağustos 2016 / Cumartesi) bir arkadaşımla köyüme (Kumyaka) geldik ve deniz kenarındaki çay bahçemizde iki yudum çay içelim dedik. İskolya Cafe mühürlenmiş olarak çıktı karşımıza. "Neden?" dedik, "Sorma," dedi Muhtar Ramiz, "pazar günü 16:00'da yapacağımız basın toplantısına gel, anlatacağım". 
Pazar günü için anlaştık. Lakin denize karşı çay içme arzumuz gerçekleşmiş değil. Çıkalım Falez'de birer çay içelim dedik. Onlar da demezler mi "Biz aslında sadece kahvaltı veriyoruz ve saat 15:00'den sonra servis yapmıyoruz, çünkü kurtarmıyor." 
“Ama.” dedik “çay, manzara, deniz, köy, hısım akraba?”
“Tamam,” dediler, “yabancı değilsiniz, çay servisi yapalım.” Yanına bir porsiyon da sigara böreği...
Servisin ardından kurumu zora sokmamak için daha fazla kalmadık. Baktık bize Kumyaka'da denize karşı doya doya çay içmek yasak, kalktık gittik Trilye'deki Çamlı Kahve’ye. Orada itiş kakış bir dolu insan içinde ve onca gürültü arasında, tepeden denize bakarak içtik çaylarımızı.
Arkadaşımı Trilye'den yolcu ederek köye döndüm. 

Evdeki akşam yemeğinin ardından sahile bir inelim dedik. 
Çay bahçesinin sandalyeleri birbirinin üzerine konmuş, öyle sessiz, öyle bir başına, öyle kapıları zincirli duruyordu karşımızda.

Limanda bir tur attıktan sonra köy kahvesine gittik. (eskiden adım atamazdık ya neyse) Orada kendimize esen bir yer arayarak içtik çaylarımızı. 
Ki köy kahvesi babamın gençlik döneminden beri var olan bir mekan. Havuzuyla, havuzundaki kırmızı balıklarıyla, başının üzerindeki koca çınar ağacıyla, sırtını yasladığı tarihi binayla adeta bir efsane... 
Lakin deniz kıyısında değil...

Pazar günü olup da saat 16:00'yı gösterdiğinde basının karşısına çıktı Muhtar Ramiz. Yine köyümüz çocuklarından, zamanında babasının da muhtar olduğu, Dr. Murat Ünal'ın siyasi kariyerini kullanarak Kumyaka üzerinde yaptırım uygulamak istediğini, bunun için partiyi kullanarak Mudanya Kaymakamına ulaştığını, kaymakamın da Mudanya Belediyesine baskı uyguladığını, olayların zincir şeklinde ilerleyerek İskolya'nın kapatılmasına kadar geldiğini anlattı. Bu arada detay detay bilgiler de veriyordu. (Hepsi çektiğim bu videoda mevcut. İzlemek için tıklayınız:)
(O bunları anlatırken ve öncesinde ben toplantının yapılacağı mekana doğru giderken köye gelen pek çok arabanın İskolya'nın kapalı olduğunu duyması üzerine geri döndüğüne şahit oldum. Bu sorma ve dönüşler toplantı süresince ve sonrasında da devam etti.)
Toplantıyı izlemeye gelen halk kendiliğinden bir imza toplama etkinliği oluşturdu. (Toplanan o imzalar Mudanya Belediyesi'ne iletilecek.)
Dışarıdan gelen konukların isyanı bir yana, esas isyan köyün yerli halkı tarafındaydı.
İskolya'yı kimin işlettiği onları hiç ilgilendirmiyordu. Mesele onların mekansız kalmalarıydı. Hatta adeta nefessiz kalmalarıydı.
Ramiz'in konuşması sırasında çay bahçesinin kendileri için önemini anlattı kadınlar. Akşam yemeğinin ardından evde çay yapmak istemiyoruz dediler. Yıllardır yaptığımız gibi çay bahçesine inip, denize karşı elimize getirilen çayı yudumlamak ve bir yandan da sohbet etmek istiyoruz dediler. Ötesi bizi bağlamaz, bir an önce anlaşın dediler... 
Bir yandan da; köy kahvesi de muhtarlığa bağlıydı, şimdi o da mı kapatılmalıydı? Ve elbette ki kadınların çalıştığı kooperatif de... 
Olacak iş miydi? Hepsinin yeri ayrıydı...
(Bir zaman Trilye yolu üzerinde bulunan Kumyaka Balık Restoran da böyle bir uygulamaya kurban gitmişti.)
Kumyaka'yı toptan kaldırın da rahat edelim bari dedik şakayla karışık... 
Oysa Kumyaka'da yapılacak daha çok iş vardı.
Muhtar da çalışmaya hazırdı.
Kısacası; böyle kapata kapata nereye kadardı?

Kapatılan çay bahçelerinin kişisel ve siyasal konulara kurban edildiğini söyleyen Kumyaka halkı ve köy muhtarı Ramiz Batmaz, seslerini duyurmak ve çay bahçelerini geri almak için haklı mücadelelerine devam ediyor.
Bize de onların sesini duyurmak kalıyor...