30 Eylül 2014 Salı

Marka İndirim Çadırı'na gittik!

Türkiye’nin meşhur markalarının ucuz fiyatlarla satıldığı indirim çadırı Bursa’da açıldı.
As Merkez ve Nilüfer Metro İstasyonu yanına kurulan iki çadır 31 Ekim'e kadar sabah 10:00 ile 22:00 saatleri arasında Bursalılar'a hizmet verecek.
Çadırlarda ünlü firmaların ceket, etek, pantolon, gömlek, kravat, kemer, çanta, takım elbise, ayakkabı ve çok geniş bir ürün yelpazesi yer alıyor.
Çadır müşterilerine tüm kredi kartlarında (100 TL'lik alışveriş üzerine) 3 taksit ödeme imkanı sunuluyor.
Bunun yanı sıra kredi kartlarının anlaşmalı olduğu taksit imkanından da yararlanılabiliyor.

İhsaniye'deki çadırda yaptığım kısa bir turda ürün çeşitliliğini gördüm ve ürünlerin devamının da geleceğini öğrendim. En azından haftada bir gün uğranıldığı takdirde farklı seçeneklerle karşılaşılabilir.
Mağazalarda epey fiyatlı satılan ürünler çadırda daha makûl fiyatlarda. Sezonda vitrinde gördüğünüz pırıl pırıl çantaların büyük sepetler içindeki karmaşık hali biraz canınızı sıkabilir. Çantaları kolunuza takıp kendinize uyup uymadığını tahmin etmek hayal gücünüze ve alışveriş bilginize kalmış.

Bu arada çadıra giderken yanınıza ince çorap (ayakkabı denemek için), kıyafet denerken giymek için kolay giyilebilir bir ayakkabı, tercihen yüksek ökçeli (kabinlerde yok) ve ürünleri koymak için sepet tarzı bir taşıma çantası alın.
Çadırdan çıkışta da Nilüfer Metro İstasyonu'ndaki tostçu Cihan'a uğrayıp birer tost yemeyi de unutmayın...

Hayvan kes(eme)me bayramı!

Fotoğrafa bakıp da yazının duygusal bir yazı olacağını sanmayasınız.
Yazıya kan revan içinde bir fotoğraf koymayı uygun bulmadığımdan seçtim bu fotoğrafı.


Bir canlıyı kesmek zaten yeterince kötü, fakat onun daha da kötüsü kesememek!
Kurban Bayramı'nın anlamını hayvan katletme günü olarak gören güruh yine eline bıçağı alacak ve yine hayvanların arasına dalacak.
Ne hayvanı sakinleştirmekten ne de ibadetten haberleri olmadığından hayvana her türlü eziyeti etmekte bir sakınca bulmayacak.
Ne de olsa o 'hayvan' değil mi?
Kesen de 'insan'!
Danaya girecekler mesela. Dana can havliyle kaçarsa danaya ödedikleri para da onlara girecek. O yüzden danayı kaçırmamak lâzım. Kaçarsa da yakalamak lâzım. Her ne pahasına olursa olsun illa ki o can alınacak, illa ki o kan akacak...
Sonra oturup kardeş payı paylaşılacak.
"Boyun sana, but bana..."
Koçlar koç gibi takılacak. Lakin kasaplıktan bihaber ellerde can çekişe çekişe telef olacak.
Olsun... mu?
Siz eziyet ede ede kesseniz de o koç geçirir sizi Sırat Köprüsü'nden değil mi?
Dana için bir şey diyemeyeceğim. Sırtında pek çok kişi taşımak zorunda olacak ne de olsa...
Lakin ben onların yerinde olsam kendime bu kadar işkence eden bu zalim canlıları Sırat Köprüsü'nün üzerinde silkeleyiveririm gitsin...
Cennet onların neyine....
****
Çocukluğumdan beri, rüyasında oğlunu Allah'a kurban ettiğini gören ve bunu gerçekleştirmek isteyen Hz. İbrahim'e, rüyasına ve yaradanına gösterdiği sadakatinden dolayı oğlunu boğazlayacağı esnada kesmesi için gökten bir koç indirildiğini bilirim. Hatta o anın resmedildiği görüntüler kazınmıştır hafızamda.
Biraz ürkütücü, biraz mistik, çokça da 'Ama neden?' lerle dolu bir görüntü...
Ve o zamanlardan süre gelen pek çok kurban bayramı yaşadık bugüne dek...
****
Wikipedia'ya göre Kurban; ilah olarak kabul edilen ya da yüceltilmiş bir varlığa sunulmak üzere kesilen canlı hayvan demek. Bir dileğin gerçekleşmesi için sunulan kurbana ise adak deniliyor. Antik çağlardan beri tanrıları veya yüce kabul edilen varlıkları memnun etmek, felaketlerden korunmak ve benzeri amaçlar doğrultusunda insanlar ve hayvanlar kurban edilmiş durmuş. Ancak kurbanın, bazı dönem ve uygarlıklarda sadece tapılan ilaha değil, aynı zamanda libasyon, yani sıvı adağı ile ölülere de sunulduğu bilinmekte imiş. Bu libasyon törenlerinde şarap ve çeşitli bira gibi sıvıların kullanılmasının yanı sıra taze insan kanı da kullanılmış.
Antik Yahudilerin komşuları olan Ammonilerin korkunç ilahları Molek, kullarından canlı kurbanlar istemekteymiş mesela. Bu kurbanlar Molek’e yakılarak sunulur, kurban törenleri Geben Hinnom (Cehennem ya da Hinnom Vadisi) da yapılırmış.
Herodot'a göre, Antik Mısır'da domuzun kötü kokması, hasatlara saldırması nedeniyle ne domuzlar ne de domuz çobanları sevilirmiş. Nitekim, Antik Mısır'da domuz da kurban edilen hayvanlar arasındaymış.
Antik Mısır'da en göze çarpan kurban etme eylemlerinden biri de insanların kurban edilmesiymiş. Öyle ki, başta kadınlar ve çocuklar olmak üzere insanlar kurban edilmekteymiş. Nil Nehri'ne bırakılan insanlarda aranan ortak özellik masumiyet imiş; bu nedenle özellikle kadın ve çocuklar Nil Nehri'ne bırakılarak kurban edilirmiş.
Eski Çağ'da ölen kişinin eşyalarının yanı sıra eşi ve köleleri de kurban edilir ve onlarla birlikte gömülürmüş. Antik Yunanistan'da ölülerin mezarlarında hâlâ yaşadıklarına inanılır ve onlara düzenli olarak sunu takdim edilirmiş. Örneğin; bir kap içinde kan sunulurmuş. Kan, hayat demek olduğu için ruhun kanı içince geçici bir canlılığa kavuşacağı fikri hakim imiş.
Gelmiş geçmiş tüm uygarlıklarda kurban verme ve kan akıtma olgusu var.
İslam'da ise kurban, Kurban Bayramı'nda fıkıhçılar tarafından tespit edilen belirli nitelikleri taşıyan hayvanlardan birini keserek yapılan bir ibadet. Kurban kesmek Hanefi mezhebinde vacip, diğer sünni mezheplere göre sünnet. Geleneksel kurban anlayışında Allah için boğazlama şeklinde kan akıtmanın önemli olduğu kabul ediliyor. Kurban etinin kesen aile tarafından tüketilebileceği ancak fakirlere de dağıtılmasının önemli bir sevap olacağı ifade ediliyor.
Kurban yalnızca Kurban Bayramı'nda kesilmiyor. Adak veya şükretmek için de kurban kesilebiliyor. Adak kurbanının etinin birinci dereceden akrabalar tarafından yenilmemesi gerekiyor.
****
Kurbanın ne olduğu ve hikâyesi az çok böyle bir şey.
Bilgilerde kurbanın nasıl kesilmesi gerektiği de belirtilmiş.
En bilimsel haliyle; "Hayvanın boğazında yemek, nefes borusu ve iki yanda birer kan damarı vardır. Bu dört damardan üçü bir anda kesilmelidir." yazıyor. "Bıçak keskin, hayvanın gözü kapalı ve sakinleşmiş olacak. Hayvan ne olduğunu anlamayacak."
Peki ya sokaklarda gördüklerimiz ne?
Bacaklarına satır vurularak diz çöktürülen, kaçmaya çalışırken bir yere kıstırılan ve gırtlağına vurulan bıçak darbeleriyle kan revan içinde kalıp boğazından kesik etleri sarkan, her tarafından kan fışkıran kurbanlıklar.
Sonra da "Allah kabul etsin"...
Allah böyle bir vahşeti kabul ediyor mudur acaba?
Akil, vicdanlı ve ahlâklı bir insan sevap uğruna böyle bir günah işler mi hiç?
Kandan ve inlete inlete can almaktan bu kadar haz duyar mı?
Duyar...
Ve aynı hazzı karısını, kızını, kız arkadaşını boğazlarken de duyar...
O da aynı, o da aynı...
Esas kurban değil, kesen akıl aynı...

Ufak bir not: Bu yıl bayramın 1. günü olan 4 Ekim "Hayvanları Koruma Günü" ne denk geliyor....
Eee, n'olacak şimdi?

Siz de hayvan sevenlerden misiniz? / 14 Ekim 2010
Hayvan kes(eme)me bayramı! / 30 Eylül 2014
Hayvana zulmeden zalimdir / 25 Şubat 2016
Harambe'ı neden vurdunuz? / 8 Haziran 2016
Kuyudan ders çıktı / 15 Şubat 2017
Zulmün adı ET olmuş! / 6 Eylül 2018
Kokuşizm! / 21 Aralık 2018 
Tavşan Kaç! / 13 Ağustos 2019
Aman avcı, vurma beni! / 5 Şubat 2019
Siz Niye Oturuyorsunuz? / 27 Ekim 2019

Nice bayramlara / 15 Kasım 2010
Bir 9 gün tatili daha / 28 Ağustos 2011
İki bayram bir arada 
/ 25 Ekim 2012
‘Dokuz Gün’ barajına takılanlar / 18 Ekim 2013
Hayvan kes(eme)me bayramı!
 / 30 Eylül 2014
Tam bir ‘kurban’ bayramı
 / 23 Eylül 2015
OLE!
 / 13 Eylül 2016
Hangi Oğlunuzu Seçerdiniz?
 / 24 Ağustos 201
Zulmün adı ET olmuş! / 6 Eylül 2018
Bu Ne Biçim Bir Bayram Yazısı! / 9 Temmuz 2022


Siz de hayvan sevenlerden misiniz? / 14 Ekim 2010
Hayvan kes(eme)me bayramı! / 30 Eylül 2014
Hayvana zulmeden zalimdir / 25 Şubat 2016
Harambe'ı neden vurdunuz? / 8 Haziran 2016
Kuyudan ders çıktı / 15 Şubat 2017
Zulmün adı ET olmuş! / 6 Eylül 2018
Kokuşizm! / 21 Aralık 2018 
Tavşan Kaç! / 13 Ağustos 2019
Aman avcı, vurma beni! / 5 Şubat 2019
Siz Niye Oturuyorsunuz? / 27 Ekim 2019
Had Safhada Vahşet Dönemi / 25 Kasım 2022

29 Eylül 2014 Pazartesi

Bebelere türbaaaan!


Bebek mağazalarına, okul kıyafeti satan dükkanlara yeni bir aksesuar daha eklendi.
Neredeyse her okulun kendine özgü armalı türbanı olacak.
Okul alışverişinde o da alınacak...
Pazarlarda mini mini türbanlar satılacak.
"İkizlere takke" diye bağıran çığırtkan pazarcılara inat
"Bebelere türbaaan" diye haykırılacak!

Görüyorsunuz adım adım yürünen yollardaki köşeler itinayla birer birer dönülüyor.
Demokrasiydi, özgürlüktü, haktı, hukuktu derken türbanı el kadar bebelere de indirdiler sonunda...
"Tüyü bitmemiş yetimin bitmemiş tüyünü de örtü altına aldık mı, hak yemek için daha da sorunumuz kalmaz" dediler zaar.
Türban, üniversite ve liseden sonra ortaokullarda da serbest bırakıldı ya; bunun sonrasında türban kreşlere kadar inecek, ardından da doğumhanede kundak yerine türban servis edilecek.
Bre zındıklar, ne alıp veremediğiniz var sizi de yaratan Allah'ın yarattığı bu cinsle.
Neyini beğenmezsiniz? Neyini görmek istemezsiniz?
Nefsiniz uyandı mı gelip tepesine çökersiniz de, sonrasında niçin kazanlar altına saklamak istersiniz.
Aslında siz, gelen geçen her dişi mahlûkata nefsiniz uyandığı için karşınızdaki herkesi de kendinizden bilirsiniz.
Görürsem şeytana uyarım(!), sonrasında da cehennemde yanarım, en iyisi görmemek dersiniz.
Erkek milleti olarak istediğiniz gibi giyinirsiniz de,
Kadın kişinin burnu dahi görünmesin diye debelenirsiniz.
Kadınları ortadan kaldırınca da sübyan erkeklere yönelirsiniz.
Yaptığınız insanî haklara aykırı en baştan. Bknz Anayasanın 2. maddesinde yer alan “Türkiye Cumhuriyeti Devleti insan haklarına dayalı demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir” kuralına.
Bknz eğitim ve öğrenim hakkının temel kurallarını belirleyen 42. maddesine, din ve vicdan özgürlüğünü düzenleyen 24. maddesi ile Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin konuya ilişkin tüm kararlarına.
Tabi siz bütün kuralları ters-yüz edeceksiniz.
Örtüyü örtünce ülkeyi din temelli bir devlet haline getireceksiniz, öyle mi?
Din'in insanın güzel yaşaması için olması gerektiğini bilmeyip, insanın hayatını sınırlayan ve zorlaştıran bir kılığa sokuyorsunuz.
Zorlamayla olmaz bu işler efendi!
Öğret ama doğrusunu öğret!
Bırak çocuk çocukluğunu, genç gençliğini yaşasın. Koşsun oynasın. Sanatla, sporla, bilimle, ilimle haşırneşir olsun.
İki kelimeyi üst üste getiremeyen, elifi görse mertek sanan başı örtülü insanların yetiştirdiği başı örtülü çocuk mu kurtaracak bu memleketi? O kendini kurtaramıyor ki, bırak memleketi.
Öte yanda dini bütün er kişi de sadece kafa kesmekle dünyayı kurtaracağına inandırılıp salınıyor ortaya.
Ne kadar kelle o kadar HURİ!
Değil mi NURİ?
Bir insanı en doğal haklarını elinden alarak yaşatmak zulümdür zulüm.
Örtünmek varsa herkes örtünsün de tam demokrasi, tam özgürlük ve tam eşitlik olsun.
Bu ülkede esas devrim ne zaman olacak biliyor musunuz?
Şimdi kafasını zorla örttüğünüz o bebeler ergen olup da dünya üzerindeki diğer akranlarının nasıl özgür ve medenî yaşadığını gördüklerinde....
İşte sizi, şimdi zapturapt altına aldığınız o gençler silkeleyecek ve indirecek.
Lakin çevremizdeki ülkelere bakınca; bir İran, bir Afganistan... Umutsuzluk sarıyor...
Kaç nesil geldi, kaç nesil geçti. Onlar özgür yaşayabilmek için sadece ülkelerinden kaçabiliyorlar.
Arkalarındaki karanlık hep karanlık...
O sebeple biz de hızla yuvarlandığımız o karanlıktan kurtulup bir an önce ışığa dönmeliyiz yüzümüzü.
Her sabah "Açtığın yolda, gösterdiğin ülküde......." diyerek ettiğimiz yeminlerin hakkını vermeliyiz.
Yoksa gidişat 'biz size bi demokrasi getirelim'e varacak...
O da bizim sonumuz olacak...

27 Eylül 2014 Cumartesi

Şelâle yap-boz tahtasına döndü!

Büyükşehir Belediyesi tarafından Bursa Ticaret ve Sanayi Odası’nın destekleriyle, heykeltraş Christian Tobin'e yaptırılan Yüzen Taşlar Heykeli’nin bulunduğu alanda bugünlerde hummalı bir çalışma gözleniyor.

Henüz bir yıl kadar önce yapılan ve tartışmalara neden olan şelaledeki aksaklıklar tamirat gerektirince, şelalenin çevresi perdelenerek çalışma başlatıldı.

"Dün bir, bugün iki" denilebilecek kadar kısa zamanda tamirat gerektiren ve Bursalılar tarafından benimsenmeyen yapının yenilenince nasıl olacağı merak konusu...


25 Eylül 2014 Perşembe

Mobil devrim oldu da bitti!

Aktif İnternet Medyası Derneği (AKİMED) son yıllarda önemli bir ivme kazanan mobil uygulamalar konusunda bir konferans düzenledi.
Mobil devrime hazır mısınız? diyerek yaptıkları Dernekler Yerleşkesi’ndeki davetin, “İnternet Gazeteciliği ve Mobil Uygulamalar” konulu konferansında Kuark Digital’den Bahadır Şahin ile Neşet Demir bir sunum yaptılar.

Anlatılanları dilim döndüğünce ben de size aktarayım:
Masaüstü bilgisayarların ardından dizüstüler, ardından da akıllı telefonlar ve tabletlerin ortaya çıkmasıyla beraber hepimizin tercihi mobil uygulamalar olmaya başladı. Gazetecilikten bankacılığa, e-ticaretten kurumsallığa ve dahi sosyalleşmeye kadar tüm alışkanlıklar o küçücük teknolojik alete yöneldi. Uyurken dahi başucumuzdan ayırmadığımız, bildirim sesine odaklı, ‘bakmazsam olmaz’ tadında bir hayat bizimki.
Cep telefonu kullanıcı sayısının bilgisayar kullanıcısının 4 katı olduğunu düşünürsek…
Ufak bir istatistik; Her gün doğan bebek sayısı 371 bin, her gün satılan iphone sayısı 378 bin imiş ve her gün 1,5 milyondan fazla Android cihaz aktif ediliyormuş.
Kullanıcılar da çeşit çeşit. İnsanlar tekrarcılar, sıkılganlar ve aceleciler olarak sınıflandırılmış.

Bir de bunun, içinde bulunduğumuz sektör ayağı var. Basılı medya olduğu kadar İnternet Medyası da reklam pastasından pay almak istiyor
Basının kâğıttan çok ekrana kaymasına bizler uyum sağladık lakin basına reklam veren kurumlar henüz gidişata ayak uydurabilmiş değil. Bir gazete 100 de bassa ona reklam vermeyi tercih ediyorlar. Oysa nette yayınlanan bir yazının nerelere ulaştığını bir bilseler.
İnternetin nimetlerinden yararlanabilmek için elbette ki şirketin kendi web sayfasını güncel tutması, müşterilerinin de mobil uygulamaları yutmuş olması gerek. İki taraf da eski düzende ise kağıt’a para vermek daha evla geliyor.
Basılı yayının ardında sermaye yoksa ayakta kalması çok zor. İnternet medyası ise düşük maliyeti bakımından sahibine özgürlük getiriyor. Arkasındaki sermaye tarafından kalemi tutulmadığı zaman yazmak-çizmek için el rahatlıyor.
Onun da tatsız tarafı her haberin her sitedekinin aynı olması. Farklılığını ancak özel tasarımlarla, özel haberlerle ve özel yazılarla ortaya koymalı. Örneğin Bigumigu özgür ve özgün bir blog. Başka bir benzeri yok. Bu da onun kullanıcı sayısını zirvelere taşıyor. Son zamanların yükseleni onedio.com ona keza…

Tek taraflı iletişim olmaz
Haberi yaptım, sayfaya da koydum, sosyal medyada da paylaştım, oh işim bitti demekle olmaz. Yani tek taraflı iletişim olmaz. Bir bakmalı; haber ya da yazı okuyucuya ulaştı mı, gerçek anlamda okunması sağlandı mı ve okuyucu profili analiz edilip ona göre bir düzenlenme yapıldı mı?
Birçok site okuyucusunu içine almak için anket yerleştiriyor sayfalarına. Böylece okuyucuyu da siteye dahil ediyor.
Ve anketleriyle okuyucuları veri madeni olarak kullanıyor.
Her sayfanın ve her uygulamanın reklamı farklı oluyor. Konuya ve kişiye özel diyebiliriz.
Bu arada; istendiği zaman tıklanan reklam iyi de, tıklanmak zorunda bırakılan, videoda ya da haberde pat diye karşımıza çıkan reklamın negatif bir etkisi olduğunu birinin reklamcılara söylemesi gerek.
Kullanıcının bir siteyi tercih edip oraya sadık kalabilmesi için navigasyonunun kolay ulaşılabilir olması gerekiyor. Site ziyaretçisi aradığına en kısa ve en basit yoldan ulaşabilmek istiyor. Site ağırlık (kb) olarak kullanıcısına çok yük bindirmemeli. Üç haber okuduktan sonra internet kotasını eksilere indirmemeli. Akıllı telefonlar vesilesiyle her an tüm uygulamalara ulaşabiliyoruz. Wifi olmayan yerlerde de kolaylıkla uygulama açılabilmeli.

Bu ve benzeri pek çok konuya değinilen konferans medya mensupları olarak hepimiz için epey faydalı oldu.
Geleceği öngöremeyip kendisini güncellemeyen kurumların yok oldu gittiğine bakacak olursak, bilgisayarlara attığımız formatları, güncellediğimiz yazılımları kendimiz için de yapmalıyız. Bakın ne Ixir kaldı ortada, ne Nokia, ne de Kodak…
Gelişen teknolojiyle birlikte değişen taleplere ayak uydurup ona göre bir yol haritası izlemeliydiler, izleyemediler.
Bir firma kullanıcı ile direk temas halinde olmalı. Kullanıcıların taleplerini değerlendirerek şekillenmek ve yeni uygulamalar eklemek getiriyor başarıyı.
Yoksa kendin çal kendin oyna.
Bunlar da hepimize iyi birer ders ola…

22 Eylül 2014 Pazartesi

Sen kimsin be adam!

Normal yoldan ölmek yok demiştim ya “Bir başkadır benim memleketim’de ölmek” yazımda;
Bu yazıya her gün bir, hatta bir kaç vak’a ekleniyor durmadan.
İnsan hiç evlenme teklifini ret ettiği için öldürülür mü?
Öldürülür işte. Bu memlekette isen öldürülür.
Hani hep laf ettiğimiz doğuda da değil, memleketin kalbinin attığı yerde, Başkent’te üstelik…
Birkaç yıl önce bir trafik kazasında eşini kaybeden ve 5 yaşındaki kızıyla yaşayan 33 yaşındaki TRT sanatçısı Hatice Kaçmaz, evlilik teklifini reddedince 15 yerinden bıçaklanarak öldürülmüş.
Öldürülme bahanesi ne töre, ne namus ne bilmem ne! Sadece ret!
Hatice’nin evlilik teklifini reddedmesinin gerekçesi de “Kızımın üvey babayla büyümesini istemiyorum”.
Demek ki teklifi yapana hiç ama hiç güvenmemiş.
Reddinin sonucunda yaşadıklarıyla da güvenmemekte ne kadar haklı olduğu ortada.
Katilin geçmişi zaten bu konuda epey zengin.
Aynı mahallede oturuyor olmuş olmaları kadının bu olaya olan bütün katkısı…
Arkada kalan küçük kızı, anası, babası, kardeşi, sevdikleri…
Hepsini acılar içinde bırak, kopar al daha gencecik bir fidanı…
Rahat mısın şimdi? Oldu mu gönlün…..
Birinin birini sevmesinin, diğerinin onu sevmesini gerektirmeyeceğini ne zaman anlayacak bu millet!
Hani Nazım “Sen elmayı seviyorsun diye elma da seni sevmesi şart mı?” der ya Tahir ile Zühre şiirinde..
Şart! der kaba kuvvet…
Ben sevdim ya, daha ne!
‘O kim ki beni sevmeyecekmiş’ tir o sözün açılımı…
Sevmenin özü saygıdır beyefendi.
Sorarım sana, saymadığı birini nasıl sever insan?
Nasıl ‘istemiyorum’ diyen birini zorla kendine kadın yapmak ister…
Evlilik dediğin hem ruhta, hem tende uyumla beslenir…
Saygıyla yoğrulmuş bir sevgiyle güçlenir…
Sen seviyorum diyorsun ya hani, işte o senin sevgin ‘sevgi’ değil…
Bil istedim…
O sadece hastalıklı bir ruh halinin en yakınındaki bir hedefe, daha doğrusu bir kurbana tezahürü…
Tedavi edilmeliydin.
Ya da izole edilmeliydin.
Ortalık yerlerde böyle elini kolu sallayarak gezmemeliydin…
Umarım İYİ HALDEN salınıvermezsin yine.
En acısı da;
Sen bir tane değilsin.
ÇOKSUN ve HER YERDESİN..!

20 Eylül 2014 Cumartesi

‘Mutfak Atölyesi’ kapılarını yarışmayla açtı


Nilüfer Belediyesi, Bursa'da bir ilke imza atarak, Profesyonel Aşçılar ve Pastacılar Derneği ile ‘mutfak atölyesi' açtı.

Nilüfer Dernekler Yerleşkesi'nde Bursa Profesyonel Aşçılar ve Pastacılar Derneği ile açılan atölye, yalnızca Nilüfer'e değil, bütün Bursa'ya hizmet verecek. 14 kişi kapasitesi olan mutfakta en az 6 kişi olmak üzere gruplar günde 4'er saat üç çeşit yemek yapabilecek. Atölyede günlük ücret 100, bir ay sürecek olan temel mutfak eğitimi ise 300 TL olacak.
Atölyenin açılışına büyük ilgi gösterilirken, başkan yardımcıları ve idareciler de yaptıkları yemek ve tatlılarla hünerlerini sergiledi. Renkli görüntülerin ortaya çıktığı açılışta yapılan yemekler ve tatlılar davetlilerden tam not aldı.
Nilüfer Belediyesi Başkan Yardımcısı Adil Kayaoğlu, dünyada örneği olmayan bir yapılanmanın ürünü olan Dernekler Yerleşkesi'nin anlamlı bir projeye daha ev sahipliği yaptığını vurgulayarak, "Yerleşkemiz, son derece hareketli. İyi ki bu işi yapmışız dedirten bir adres. 2 yıl önce açtığımız Dernekler Yerleşkesi'nde şu ana kadar 87 bin kişinin katıldığı 4 bin 600 faaliyet düzenlendi. Bugün de Bursa Profesyonel Aşçılar ve Pastacılar Derneği ile mutfak atölyemiz Bursalılar için kapılarını açtı. Nilüfer Belediyesi, bu atölyeyle de farklılığını ortaya koyacaktır diye düşünüyorum. Çünkü burada yemek yapmasını hiç bilmeyen için de, Osmanlı'dan dünya mutfağına kadar farklı tatları öğrenmek isteyenler için de imkan mevcut" dedi.
Yarışmada birinci Melahat Atlı, ikinci Aykut Çetin, üçüncü de Başkan Yardımcısı Yalçın Işıkyıldız ile meclis üyesi Beril Ünler oldu. Dereceye girenlere çeşitli hediyeler verildi.

18 Eylül 2014 Perşembe

Doğanbey doğduğuna bin pişman!

Geçtiğimiz hafta deli gibi yağan yağmurların altında kaldı caanım Bursamız...
Atatürk Caddesi'nden aşağıya rafting turizmine açılabilecek kıvamda bir nehir oluştu. Al botunu çık. O kadar...
Evler, iş yerleri hep suya battı.
Bu yağıştan en büyük nasibi de Doğanbey TOKİ aldı.
Zaten orada yaşayan insanların bir gözü hep havada, yağmurun adı bile onları titretmeye yetiyor. Balkonlarına, evlerine, otoparklarına dolan sulara 6 yıldır çare bulunamıyor...
****
Ne yazık ki Bursa'nın gözüne sokulmuş bir çomaktır Doğanbey TOKİ. Ne taraftan baksan aklın almaz, yüreğin kaldırmaz. Hani ne estetik, ne müteahhitlik, ne kalite, ne sağlamlık, ne bir düzen, ne bir nizam... Ara ki bulasın.
Süt kutusu gibi bir anlayışla yapılıp yan yana dizilmiş bir dolu blokun tapusuydu, sözleşmesiydi, anlaşmasıydı hâlâ anlaşmazlık konusu. Ahali canından bezmiş. Bir dokunursan bin ah işitiyorsun.
Yıllardır uzaktan yağdırıp durduğum bölgeye bir de yakından bakayım istedim ve aldım kendimi gittim. Sokaklarında dolaştım, bina aralarına daldım çıktım.
Bloklara yaklaşıp da her binanın çepeçevre taşla çevrilmiş olduğunu görünce, pes dedim. Şehir hamamı misali onca taşa ne gerek var! Ayağına paten takıp paten mi kayacaksın, yoksa kay kay mı yapacaksın. Ha, köpürte köpürte halı yıkayacağım dersen ona sözüm yok!
Korkarım, yağmurlar daha da çoğalıp o boşluklar da suyla dolarsa blokların her biri eski derebeyi şatolarına benzeyecek ve hepsi kendisine inen-kalkan seyyar birer köprü isteyecek.
Arada ufak tefek yeşiller, kameriyeler yok değil. Lakin onlar da taşların arasında eriyip gitmiş.
Sokakların araç doluluğu da bir başka alem. Gündüz vakti böyleyse gece nasıl oluyor varın siz düşünün.
Binaları çevreleyen o bomboş ve hiçbir işe yaramayan taşlıklar ya araç parkı olarak kullanılsaydı ya da yeşillendirilip bahçe yapılsaydı keşke.

Doğanbey'i anlamak için içinde birkaç ay yaşamak lâzım belki de. Banyolarından taşan suları, içeriye dolan yağmurları, bozulmaktan çalışamayan asansörleri başka türlü nasıl anlar insan....
Bunlar gibi pek çok site var şehir dışında. Lakin Doğanbey'in en önemli arızası şehrin göbeğinde kalması, şehrin dokusuna uymaması, blokların arasında mesafenin çok az olması. O kadar ki, binaları elleriyle iki kenara itesi geliyor insanın.

Arada TOKİ'ye verilmemiş ve harabeye dönmüş evler de kalmış. Ve o harabelerde beton bloklarda olmayan insan kokusu var...
Kötü düşünmesem de gökdelenleriyle meşhur şehirleri örnek alsam, onlara benzetsem Doğanbey'i diyorum, yok olmuyor.
Nerde o ışıltı, nerde o azamet, nerde o mühendislik, nerde o ihtişam...
Yüksek katların balkonlarından Bursa manzarası güzel görünüyordur eminim, ki blokların arasında rastladığımız bir beyefendi tam da bunu söyledi: "21. katta oturuyoruz. Bursa ayaklarımızın altında", lakin Bursa'nın hiçbir tarafından TOKİ manzarası aynı güzellikte görünmüyor. Hatta TOKİ yüzünden Bursa'nın diğer tarafı görünmüyor.
Binalar insanın üstüne üstüne geliyor...
Kendilerine Berlin Duvarı desek yeridir... 'Beton dünyanın başına beladır' demiş ya Çelik Erengezgin Hoca, işte böyle...
Doğanbey'in gülümseyen yüzünde ise yüksek bloklardan bir caddeyle ayrılan 2-3 katlı evler var. İçlerini bilemem ama en azından dışarıdan iyi görünüyorlar.
Görselliği bu minvalde olan binaların güvenliği ve sağlamlığı ise tam bir kaptıkaçtı işi.
Son yağışlarda otoparklarını su basan ve şu güne dek hâlâ sudan arınamayan, yağmurda duvarlarından odalara şelaleler akan ve neresini tutsan elinden kalan bu bölgenin ahalisi isyanlarda artık. Seslerini duyurmak için ne yapacaklarını şaşırıyorlar. Satıp gitmek isteyenler de var ama bu şartlarda kime ve nasıl?
Haberlerde, sokaklara dökülen insanların ellerindeki dövizlerden birinde "TOKİ kâr etmek için midir?" yazıyordu.
Bu işte birileri kâr ettiyse de, o her zamanki gibi halk değil...


Basından izlemişsinizdir, yağışların ardından 11 Eylül'de TOKİ'yi ziyarete giden ve dertli insanların sesine kulak veren CHP Bursa Milletvekili ve Parti Meclis Üyesi Sena Kaleli, zemin katlarının adeta gölete dönüştüğünü gözler önüne sermişti.
O günün üzerinden geçen günlerde, otoparklardaki suyun boşaltılmasıyla ilgili hiçbir girişimde bulunulmamış ki her yer hala su içinde...
Ve orada her an elektrik düğmeleri kontak yapabilir ya da suda bir çocuk boğulabilir.
Ondan sonra dövün dur. Her zamanki gibi kadere yüklen.
Sanki tüm sellerde tüm binaları su basıyor, sanki tüm depremlerde tüm evler yıkılıyor...
Bir düşünün, basmayan nasıl basmıyor, yıkılmayan nasıl yıkılmıyor..!
****
Doğal afetler en beklenmedik zamanlarda ortaya çıkıp, ortalığı tozu dumana katıp gidiyorlar. Sonrasındaysa sanki bir gün önceki çıldırmış hava kendisi değilmiş gibi ertesi gün asude takılıyorlar. Havanın ayarı yok malum.
İş; fırtına çıktığında uyuyabilmekte!

Öyküyü bilirsiniz;
Yıllar önce bir çiftçi, fırtınası bol olan bir tepede bir çiftlik satın almıştı. Yerleştikten sonra ilk işi bir yardımcı aramak oldu.
Ama ne yakındaki köylerden ne de uzaktakilerden kimse onun çiftliğinde çalışmak istemiyordu. Müracaatçıların hepsi çiftliğin yerini görünce çalışmaktan vazgeçiyor, burası fırtınalıdır, siz de vazgeçseniz iyi olur diyorlardı.
Nihayet çelimsiz, orta yaşı geçkince bir adam işi kabul etti. Adamın haline bakıp 'çiftlik işlerinden anlar mısın?' diye sormadan edemedi çiftlik sahibi. 'Sayılır' dedi adam, 'Fırtına çıktığında uyuyabilirim'.
Bu ilgisiz sözü biraz düşündü, sonra boş verip çaresiz adamı işe aldı. Haftalar geçtikçe adamın çiftlik işlerini düzenli olarak yürüttüğünü de görünce içi rahatladı. Ta ki o fırtınaya kadar!
Gece yarısı, fırtınanın o müthiş uğultusuyla uyandı çiftçi. Öyle ki, bina çatırdıyordu. Yatağından fırladı, adamın odasına koştu: 'Kalk, kalk! Fırtına çıktı. Herşeyi uçurmadan yapabileceklerimizi yapalım!' Adam yatağından bile doğrulmadan mırıldandı: 'Boş verin efendim, gidin yatın. İşe girerken ben size 'fırtına çıktığında uyuyabilirim' demiştim ya.'
Çiftçi adamın rahatlığına çıldırmıştı. Ertesi sabah ilk işi onu kovmak olacaktı ama şimdi fırtınaya bir çare bulmak gerekiyordu.
Dışarı çıktı, saman balyalarına koştu: A-aa! Saman balyaları birleştirilmiş, üzeri muşamba ile örtülmüş, sıkıca bağlanmıştı. Ahıra koştu. İneklerin tamamı bahçeden ahıra sokulmuş, ahırın kapısı desteklenmişti. Tekrar evine yöneldi; evin kepenklerinin tamamı kapatılmıştı. Çiftçi rahatlamış bir halde odasına döndü, yatağına yattı. Fırtına uğuldamaya devam ediyordu. Gülümsedi ve gözlerini kapatırken mırıldandı: 'Fırtına çıktığında uyuyabilirim'.

Sıkıntılara zihnen (bilgi, plan), mânen (dua), maddeten (tedbir) hazırsanız, fırtına çıktığında uyuyabilirsiniz.

Olduktan sonra fırtınaya bahane bulmaktansa, fırtınaya hazırlıklı olmak lâzım demek ki.
Ondan sonrası Allah'a emanet.
Öncesi değil...