27 Ocak 2019 Pazar

Ey Şanlı Azerbaycan!

Sizi bilmem ama “Azerbaycan” deyince benim ilk aklıma düşen sözcük “asalet” oluyor.
Sonra zarafet, incelik, kültür, sanat, spor, bağımsızlık, vatanperverlik, vefa, aidiyet, bağlılık, tarih, coğrafi güzellikler ve coğrafi zenginlikler sıralanıyor ardı ardına.
Azerbaycanlılara baktığımda en çok da bozulmamış ruhların masumiyetini hissediyorum içimde.
Karşıdan bakınca sanki Azerbaycanlılar zamanı durdurmuş ve masumiyet çağında kalmış gibi görünüyorlar. Karşıdan hissedilenler bir yana, yakından tanıdıklarımda da aynı temiz öz’ü görüyorum.
Belki tarih boyunca yaşadıkları acılardan geçerken özlerini kaybetmemek adına bu kadar dirençli olmayı öğrendiler. Bu yolda da kültürlerini nesilden nesle aktarmayı hayatlarının amacı bildiler.

Azerbaycan üzerine okuduğum yazılarda dünya yüzünde, 56 ülkeye dağılmış 45 milyondan fazla Azerbaycan Türkü olduğunu öğrendim. Azerbaycan’da yaşayan nüfus ise 10 milyona yakın. Azerbaycan’da çoğunlukla Azerbaycan Türkleri yaşasa da Rus ve Ermeni nüfusa da rastlamak mümkün. Ülkenin resmi dini yok. Dili ise Azerbaycan Türkçesi.

Azerbaycan Cumhuriyeti 100. Yaşında
Azerbaycanlıların birbirlerinden kopmaması ve Azerbaycan kültürünü yaşatması amacı ile 1 Şubat 1949 tarihinde Mehmet Emin Resulzade (1884-1955) tarafından kurulan Azerbaycan Kültür Derneği, bu amaç yolunda durmaksızın çalışıyor. Bu çalışmalardan biri de dün gece Bursa'da gerçekleşti.
Azerbaycan Kültür Derneği Bursa Şubesi, Bursa Büyükşehir Belediyesi ve Bursa Kent Konseyi işbirliği ile, Mehmet Emin Resulzade ve arkadaşlarının 28 Mayıs 1918 tarihinde kurduğu Milli Azerbaycan Cumhuriyeti'nin 100. kuruluş yıl dönümünü kutlamak üzere bir şölen düzenlendi.
Bursa Merinos Atatürk Kongre ve Kültür Merkezi AKKM'de gerçekleşen "Cumhuriyet Şöleni" Türkiye ve Azerbaycan Milli Marşlarının okunmasıyla başladı. Devamında Azerbaycan tarihinde yer almış kişileri gösteren kısa bir video izledik. Videonun sonunda Mehmet Emin Resulzade'nin yaptığı buram buram vatan hasreti kokan konuşmaEmin Abid Gültekin'in dizeleri ile nihayetlendi.
"Sen bizimsin, bizimsin, durdukça bedende can,
Yaşa yaşa çok yaşa, 
Ey Şanlı Azerbaycan!"
Video gösteriminin ardından Azerbaycan Kültür Derneği Bursa Şubesi Başkanı Handan Askeran Ton açılış konuşmasını yaptı. Konuşmasında başta Mehmet Emin Resulzade olmak üzere Azerbaycan Cumhuriyeti'nin tüm kurucularını rahmet ve minnetle andı. 100 yıl önce kurulan ve 23 ay yaşayabilen Azerbaycan Halk Cumhuriyeti'nin ilke ve ideolojisinin, 70 yıl sonra Ruslar'a karşı verilen azatlık mücadelesinde Azerbaycan halkına en büyük gücü sağladığını söyledi. "Bugün semalarda dalgalanan üç renkli bayrak ve okunan Milli Marş, 1918 Cumhuriyeti'nden Azerbaycan halkına kalan en değerli mirastır. Azerbaycan Halk Cumhuriyeti, inanç, söz ve ifade özgürlüğü sağlayan, demokratik seçimler geçiren ve kadınlara seçme ve seçilme hakkını ilk tanıyan, parlamenter sistem içinde demokratik uygulamalarla bugünün ileri demokrasi örneklerini yaşayan ve yaşatan bir devlet yaratmıştır. 
Azerbaycan Kültür Derneği Bursa Şubesi Başkanı Handan Askeran Ton
100. yıl kutlamasının Bursa'da yapılıyor olması tesadüf değil. Osmanlı'nın ilk başkenti olan Bursa şehri ile, Azerbaycan Cumhuriyeti'nin ilk başkenti olan Gence şehri bir çok ortak projede buluşmuştur. Bu da o buluşmalardan birisidir" dedi. Azerbaycan Türkleri için bağımsızlığın ve özgürlüğün en büyük nişanesinin Azerbaycan Halk Cumhuriyeti olduğunu söyleyen Handan Askeran Ton, bu gecenin ortaya çıkmasına katkı sağlayan Bursa Büyükşehir Belediyesi'ne ve Bursa Kent Konseyi'ne, her zaman Azerbaycan halkının yanında olup, bu geceyi de şenlendiren tüm konuklara en içten duyguları ile teşekkür etti.

Azerbaycan Milletvekili Eflatun Amaşov ise, Azerbaycan'dan kucak dolusu selam getirdiğini söyleyerek başladı konuşmasına. Amaşov, Türk dünyasında ilk cumhuriyet yönetim formuna dayanan devletin Azerbaycan Halk Cumhuriyeti olduğunu anlattı ve kurulan bu cumhuriyetin tüm Türk dünyası için önemli olduğunu söyledi. Türkiye Cumhuriyeti devletinin Azerbaycan Cumhuriyeti için önemini minnet ve şükranla dile getirdi. 
Azerbaycan Milletvekili Eflatun Amaşov
Bursalıların yoğun ilgi gösterdiği programa Bursa Vali Yardımcısı Nevzat Ergün, Bursa Büyükşehir Belediyesi Başkanı Alinur Aktaş adına Meclis Üyesi Turgay Yel, Bursa Kent Konseyi Başkanvekili Şuayip Toprak, Orhaneli Belediye Başkanı İrfan Tatlıoğlu, Yerel Gündem Şube Müdürü Mahmut Turunç, Jandarma Astsubay Meslek Yüksek Okulu öğrencileri, dernek başkanları ve siyasi partilerin temsilcileri katıldı.
Gece boyu Azerbaycan Kültür Derneği Halk Dansları Topluluğu dansları ile sahneyi hiç boş bırakmadı. 
Ankara Türk Dünyası Müzik Topluluğu Genel Sanat Yönetmeni Abdullah Kurbani yönetimindeki Azerbaycan Kültür Derneği Orkestrası, orkestra olarak parçalar seslendirdikleri gibi, Azerbaycan Halk Sanatçısı Arzu Kurbani’ye de eşlik ettiler.
Arzu Kurbani
Ankara Devlet Operası solistleri Esin Talınlı ve Şenol Talınlı, yine Ankara Devlet Operası Piyanisti Melahat İsmayilova eşliğinde Azerbaycan'dan ezgiler seslendirdiler.
Ankara Devlet Operası solistleri Esin Talınlı ve Şenol Talınlı
Pek çoğuna aşina olduğumuz ezgiler, Azerbaycan Türkçesi de olsa anladığımız sözler ile birleşince dinlemek daha bir keyifli oldu. Türkçe konuşarak Çin Seddi'nden Adriyatik'e kadar yürüyebilirsiniz sözündeki gibi, lehçeler farklı olsa da pek çok ortak sözcük sayesinde anlaşmak diğer dillerdeki kadar zor olmuyor.
****
Gecenin sunuculuğunu yapan Gönül Şamilkızı Cumhuriyet için ömrünü veren ama Azerbaycan Cumhuriyeti'nin bağımsızlığını görmeden dünyadan göçen Mirza Bala, Mehmet Ali Resuloğlu, Ahmet Karaca, Resul Ünsal, Teymur Ateşli ve Ali Volkan'ı yazdıkları şiirlerden dizelerle yâd etti. 
Gönül Şamilkızı
Yine Azerbaycan Kültür Derneği Yönetiminde bulunan büyüklerden Hamit Ataman'ın, Feyzi Aküzüm'ün, Ahmet Karaca'nın, Mehmet Kengerli'nin, Kerim Oder'in, Gülçehre Askeran'ın,  Dr. Cengiz Askeran'ın ve Celal Odelli'nin isimlerini saygıyla ve şükranla zikretti.

Şamilkızı aralarda yaptığı konuşmalarda yanlış bilinen pek çok konuya değinerek konukları bilgilendirdi. 
Mesela:
Kazak değil, Gazağı
Bizim Kazak Dansı diye bildiğimiz, aslında Azerbaycan'ın Gazak yöresinin dansı olan Gazağı dansı imiş.
Sovyet etkisi değil, Azerbaycan'ın kendisi
Azerbaycan'ın sanatı üzerinde Rus etkisi olduğu söylenir hep. Azerbaycan'ın büyük bestecisi Üzeyir Hacıbeyov 15. yüzyıl şairi Fuzûlî’nin trajik aşk hikayesine dayanan ilk operası olan "Leyla ve Mecnun"u 1907 yılında  yazmış, eser 1908 yılında sahnelenmiştir. 
Bu Türküler Azerbaycan illerinin
"Iğdır'ın Al Alması" türküsündeki şehir Iğdır değil Kuba şehri. "Ardahan Dağları Başı Dumanlı" türküsündeki şehir Ardahan değil Şuşa şehri. Azerbaycan'dan Türkiye'ye gelen güzel sesli İsrafil Azeri, Feyzi Aküzüm tarafından TRT Ankara radyosuna götürülür. O dönemlerde henüz radyoda Azerbaycan şarkıları söylenmiyor. Mesut Cemil İsrafil Azeri'den Azerbaycan şarkısı söylemesini istiyor. İsrafil "Şuşa'nın Dağları Başı Dumanlı" şarkısı ile "Kuba'nın Al Alması" şarkısını söylüyor. Azerbaycan o dönemlerde Sovyet topraklarına dahil olduğu için şarkıların sözlerinden "toprak talebi" anlamı çıkartılabileceği söylenerek şehirlerin isimleri değiştiriliyor. Feyzi Aküzüm, "Kuba da bizim Iğdır da bizim, Şuşa da bizim Ardahan da bizim, yeter ki Azerbaycan şarkıları seslendirilsin" deyince şarkılar TRT repertuvarında Iğdır ve Ardahan isimleri ile yer alıyor.
Sadece Solgun bir Fidan Kalmadı
Bakü’de kurşuna dizilerek, kendi vücuduyla beraber eserleri de ortadan kaldırılarak imha edilen Azerbaycanlı Şair Ahmet Cevat:
"Bir gül ektim açılmamış derdiler,
Zahmetimden bana bir diken kaldı.
Emek çektim, gün geçirdim, gül ektim,
Emeğimden solgun bir fidan kaldı." demişse de Azerbaycan Milli Marşı'nın ve "Çırpınırdı Karadeniz" şarkısının sözlerini yazan da kendisidir. (Kendisi hakkında okuma yaparken, "Birisi çıksa da henüz 45 yaşında iken öldürülen, evi barkı dağıtılan, eserleri yok edilen Ahmet Cevat AHUNDZADE'nin hayatını bir film ile anlatsa" dedim kendi kendime.)
****
Tüm gösterilerin sonunda Azerbaycan Kültür Derneği Halk Dansları Topluluğu gençleri, ellerinde bayraklar ile Mehmet Emin Resulzade'nin Gençliğe Hitabesi'ni seslendirdi. Perdeden kendilerini izleyen Resulzade gençleriyle gurur duyuyor olmalıydı.
Daha sonra gecede sahne alan tüm sanatçılar ve Azerbaycan Kültür Derneği Yönetim Kurulu, Ankara'dan gelen konuklar ile sahneye çıktılar. Ellerinde Türk ve Azerbaycan bayrakları ile hep birlikte 'Yaşa Azerbaycan'ı, "Hoş Gelişler Ola Mustafa Kemal Paşa'yı ve sonrasında da 'Çırpınırdı Karadeniz'i salondaki izleyiciler ile birlikte söylediler. 
Sanatçıların sahnedeki duruşlarından, icra edilen sanata kadar her anlamda kaliteyi yansıtan görüntülerle dolu bir müzik ve kültür ziyafetiydi gece boyu yaşadığımız.
Azerbaycan'ı ve Azerbaycanlıları daha iyi anlamakla başlayan, onların medeniyetine, ilmine, irfanına şahit ve hâttâ hayran olmakla devam eden bir geceydi.
Danslarında kadın erkek eşitliğini, kadına verilen değeri ve gösterilen saygıyı, en çok da insan olmanın onurunu görüyordunuz. 
Şarkılarında sadece kadın ya da erkek aşkına değil, kurda kuşa, çiçeğe kelebeğe, tüm doğaya olan aşkı  ve tüm canlılara gösterilen saygıyı duyumsuyordunuz.
Yazının başında dedim ya, sanki zaman içinde bir yolculuktu yaşadığımız.
Hem tarih açısından, hem de bizim artık iyice yitirdiğimiz zarafet ve masumiyet açısından içim ezilerek izledim bu değerli kültürün dışavurumlarını. 

Onlar kültürlerinin kıymetinin farkındalar ve bu kıymeti yitirmeden gelecek nesillere aktarabilmek için ellerinden gelenin en iyisini yapmaya çalışıyorlar. 
Dernek bünyesindeki gençleri görünce gayretlerinin boşa çıkmadığını, çalışmalarında başarılı olduklarını anlıyor insan. İbret alıyor, saygı duyuyor, bir yandan da kendini sorguluyor.

O zaman Emin Abid Gültekin'in dizelerini bir kez de biz yineleyelim:
"Yaşa Yaşa Çok Yaşa, Ey Şanlı Azerbaycan!"

21 Ocak 2019 Pazartesi

Gümüşlerin Efendisi

Bazen binlerce kelimeye bedeldir bir fotoğraf, bazen de bir fotoğraftan binlerce kelime dökülür etrafa. Öyle anlarda o dökülenleri bir araya toplamak ve bir güzel yazı yazmaktır yazan kişinin işi. Neler söyler, neler öğretir, neler çağrıştırır, neler anlatırsa fotoğraf, hepsini inci gibi satırlara dizip, okuyucunun karşısına çıkartmaktır.
Öyle bir fotoğraftı (Gezi Uzmanı, Profesyonel Turist Rehberi, Turizm Yazarı, Radyo Belgesel Yapımcısı, Sunucu ve Eğitmen) Özge Ersu'nun Fransa Alplerinden paylaştığı fotoğraf da.
Bileğindeki ve parmağındaki gümüş takıları sofrasındaki gümüş takımlar ile uyumlandırdığını gördüğümde gümüşün bilinen ve bilinmeyen yanlarını anlatmak istedim ben de sizlere.
Kendisinden izin isteyerek aldım o fotoğrafı yazıma kapak yaptım. 

Gerek takı, gerek süs eşyası, gerekse sofralarda kullanılan gümüşün insan hayatına sihirli bir dokunuşu var aslında. Sofralara, mekânlara ve vücuda estetik bir görünüm kazandıran gümüş, bir yandan da gizli gizli insan sağlığına dokunuyor.
Gümüş tabakta, gümüş çatal kaşık bıçak eşliğinde yenilen her yemek ile birlikte ağız yoluyla düzenli olarak gümüş partikülleri gidiyor içimize. Alınan bu gümüş partikülleri vücudu 450'den fazla bakteriye ve birçok virüse karşı koruyor. Gümüş, antibakteriyel bir etkiye sahip olduğu için gümüşten çatal, kaşık, bıçak, su kabı gibi mutfak gereçleri gıdaların hijyenini sağlıyor.
Öyle ki; Roma döneminde sadece gümüş kaplarda su taşıyan askerlere savaşa gitme izni verilirmiş. Çünkü Romalılar gümüş kapların suyu temiz ve saf tuttuğunu biliyorlarmış.
Gümüşün faydaları Jül Sezar döneminden beri biliniyordu. Romalılar, küçük gümüş parçacıklarını yanıkları, kesikleri ve yaraları tedavi etmek için; Grekler ise şarabı, su ve şarap kaplarını bakterilerden temizlemek için kullanırlardı.

İlk Antibiyotik Madde 
Gümüşün ilk antibiyotik madde olduğu düşünülmektedir. Tarihte gümüş metal yaprağı bir sargı bezi olarak kullanılmıştır. Antik çağlardan bu yana gümüş yüzyıllar boyunca kültürler arasında kullanılan, sağlığa önemli faydaları olan bir element. Gümüş, enfeksiyonlarla mücadele ve soğuk algınlığı, yara iyileştirme gibi pek çok konuda güçlü bir antimikrobiyal ajan olarak kanıtlanmış bir geçmişe sahip.
Amerika'da yeni doğan çocukların gözlerinde oluşacak enfeksiyonları engellemek için, doğumdan hemen sonra gümüş içerikli göz damlaları kullanılıyor.

Çingenelerin Sırrı
14'üncü yüzyılda Avrupa'nın merkezinde çıkan veba salgını sebebiyle Avrupa nüfusunun yüzde 25'i vebadan ölmüş, çingeneler ise bu felaketten etkilenmemişlerdi. Çingenelerin tedavi amacıyla gümüşü küçük partiküllere ayırıp, açık bir damardan vücuda verdikleri biliniyordu. Partiküller kan dolaşımı sayesinde bütün vücuda yayılıp bakteri ve virüsleri yok ediyordu. 
Lakin bu partiküllerin gereğinden fazla olması nedeniyle çingenelerin çoğu Argyria hastası olmuşlardı.
Çünkü gümüş, insan vücudundan kolaylıkla atılabilen bir element değil ve sürekli olarak vücutta depolanıyor. Gümüşe, gümüş tozuna ve hatta gümüş içerikli diğer kimyasal bileşiklere uzun süreli maruz kalmak, vücuttaki gümüş miktarını hızla arttırıyor. Öncelikle fark edilmeden vücudun farklı bölgelerinde, deri altında, organlarda biriken bu gümüş, tıpkı fotoğraf çekiminde kullanılan gümüşte (veya diğer metallerde) olduğu gibi, ışığa maruz kaldığında karararak renk değiştiriyor. Bunun sonucunda gümüşe fazla maruz kalmış kişi, mor veya mavi bir renk almaya başlıyor. Bu durum tıp biliminde "Argyria-Arjiri" olarak bilinir. 
Neyse ki sağlık örgütleri arjiriyi sadece "kozmetik bir problem" olarak tanımlıyorlar. Gümüşün vücudumuz için yüksek zehirleyicilik (toksisite) oranına sahip bir metal olmadığını; bu yüzden bu şekilde renk değişimine sebep olacak miktardaki gümüş birikiminin bile başka bir hastalığa sebep olmadığını söylüyorlar.

Ağzında Gümüş Kaşık İle Doğmak
Bilirsiniz, bu deyim şanslı doğan kişiler için kullanılır. Deyimin altında yine gümüş ve sağlık yatar. Eski zamanlarda doktorlar gümüşün faydalarını biliyorlar ve hastalarına eğer sağlıklı olmak istiyorlarsa gümüş tabaklarda ve gümüş çatal bıçak kaşık kullanarak yemek yemelerini tavsiye ediyorlardı. Bu dönemde insanlar bebeklerine emmeleri için gümüş kaşık vermeye başladılar. Tabi bunu ancak zengin aileler yapabiliyordu. "Ağzında gümüş kaşıkla doğmak deyimi" de işte buradan geliyor.

Gümüşler ve Hazineler
2018'in ocak ayında, M.S. 958 ile M.S. 986 yılları arasında hüküm süren efsanevi Danimarka Kralı 'Mavi Diş Harald'a ait bir hazine bulundu. Hazinede örgülü bileklikler, inciler, broşlar, Viking tanrısı Thor'un çekici şeklinde bir takı, yüzükler ve 600 kadar gümüş sikke bulunuyor. 
O dönemlerde kiliseden olsun, kralların tahtının altındaki hazine sandıklarından olsun çok miktarda gümüşe zorla el konuldu ve bu esnada çok kan döküldü. Gümüş önemliydi ve kimin daha çok gümüşü varsa o daha zengin ve daha güçlüydü.
Bir hazine de Atlantik'ten çıktı. İngiliz dalgıçlar 25 Eylül 2013 tarihinde, Atlantik Okyanusu'ndan toplam değeri yaklaşık 50 milyon euro olan gümüş hazine çıkardılar. 1942 yılında bir Nazi denizaltısının batırdığı "SS City of Cairo" adlı gemideki hazine, denizin 5 bin 150 metre derinliğinden çıkarıldı. Focus dergisinin haberine göre hazine 100 ton gümüş sikkeden oluşuyor.

Gümüş nerelerde kullanılır?
Gümüş genel olarak; fotoğraf endüstrisi, elektronik parçalar, bozuk para üretimi, süs eşyası ve takılar, alaşımlar ve dişçilik endüstrisinde kullanılır. Ayrıca yapay yağmur yağdırmak için yağmur bombası yapımında (gümüş iyodür), ayna sırlarının yapımında, pil yapımında ve bilgisayar röle kontaklarında kullanılmaktadır. Geçmiş zamanda elektriği iyi iletmesinden dolayı ve tel haline kolay getirilebildiği için elektrik teli olarak da kullanılmaktaydı. Fakat doğada nadir bulunması ve değerli bir element olmasından dolayı artık bu amaçla kullanılmamaktadır.

Gümüşlerinizi Çıkartın
Gümüş çatal bıçak takımları ve gümüş tabaklar sadece bir zenginlik göstergesi olarak algılanırsa, misafirden misafire ortaya çıkartılan, geri kalan zamanlarda da kararmasın diye özel kılıflarında saklanan gösteriş malzemeleri olmaktan öteye gidemezler.
Eğer evinizde gümüş malzemeleriniz varsa, bu yazıyı okuduktan sonra her sofrada, her öğünde kullanacaksınızdır artık değil mi? Çıkartın onları karanlık dolaplardan, nefes alsınlar ve size hayat versinler. 

Gümüş Yoksa Ceviz Var
İçerisinde beyin sağlığı için faydalı olan gümüş iyonları barındıran tek besin ceviz. Sandıktaki gümüş hazinesi gibi, kapalı bir sandık içindeki hazineye benzer ceviz. Pek çok hastalığa karşı koruyucudur. Her gün 5 adet tüketmekte büyük fayda vardır.

Fotoğraftan Yazıya
Dedim ya bir fotoğraf bazen size binlerce kelime yazdırabilir diye. 
Bugün de bu fotoğraf vesilesi ile altından sonra gelen, altından daha sert, bakırdan daha yumuşak, sünekliği ve dövülebilirliği bakımından altından sonra ikinci sırada bir element olan gümüşü anlattım sizlere.
Gümüş hakkında onlarca yazı okurken dünyada en zengin gümüş yataklarının dalma-batma zonlarından oluşmuş volkanizma sonucunda meydana geldiğini, Kuzey ve Güney Amerika'nın batı kıyıları boyunca uzanan yatakların dünya üretiminin yaklaşık %60'ını verdiğini öğrendim.
Gümüş dünyaya nereden geldi diye düşündüm sonra. 
Astronomy&Astrophysics dergisinde yayımlanan bir makalede, ağır elementlerin evrendeki kökenlerinin araştırılmasında Dr. Camilia Hansen'in, gümüşün sadece belirli türdeki yıldızların patlaması sonucu oluşabileceğini ortaya koyduğunu gördüm. Gümüşü derinlerde ararken göklere çıkmıştım.

Yıldız tozlarıyız biz dünyaya savrulan dedim sonra kendime yine.
Sevdiğim gümüş yüzüklerim bir başka parlıyordu şimdi artık bana. 
Ah, parmaklarımın bir bildiği varmış demek ki... 

17 Ocak 2019 Perşembe

Ne Yesek ve Ne Yemesek?

Market raflarındaki bin bir çeşit üründen hangisini alacağına karar vermek için ürünün sağına soluna uzun uzun bakan, etiketinde yazan son kullanma tarihinden içeriğine ve dahi ürünün standart belgeli olup olmadığına kadar ince eleyip sık dokuyan, kısacası hem bedenini hem de kesesini koruyarak alış veriş yapan kaç kişi var aramızda?
Az değil mi?
Eski nesil önceleri bu konuda sınıfta kalsa da, şimdi de sosyal medya paylaşımlarında gördükleri her şeye inanıyorlar ve kılı kırk yarıyorlar. Orta nesil sağlıklı gıda konusunda biraz daha dikkatli, yeni nesil ise "aşırı dikkatliler" ve "aşırı dikkatsizler" arasında gidip geliyor.
Eski nesil sınıfta kalıyor dedik ama sebebi var.
Çünkü onlar sahtekârlığın tek tük olduğu, daha masum bir dönemin insanları. O yüzden de sorgulamak nedir pek bilmiyorlar. Çünkü onlar öyle öğrenmediler. 
Onların zamanında komşudan aldıkları süte su, bakkaldan aldıkları kırmızı bibere kiremit tozu, bala fruktoz ve glukoz, yoğurda jelatin, peynire bitkisel yağ ve nişasta katılmamış, tarlalardaki ürünlere kimyasal gübre atılmamıştı.
Yazılan çizilen, alınan satılan hiçbir şeyin ardında bir kötülük aramıyolarlardı.
Bu iyi niyet yüzünden 1950'lerde Marshall yardımı olarak okullara dağıtılan süt tozunu da suya karıştırıp afiyetle içtiler, zeytinyağlı yiyemem türküsü eşliğinde ekmeklerinin üzerine sürüp üzerine şeker serptikleri margarini bayıla bayıla yediler. Demediler ki bizim Sarıkız'ın sütü memelerinden gürül gürül çağıldarken biz niçin süt tozundan yapılan sütü içiyoruz, demediler ki Ege ve Marmara Bölgelerimiz birer zeytin cenneti iken biz niçin margarin yiyiyoruz?
Dedim ya, masumiyet çağıydı. Her söylenen doğru kabul ediliyor ve hiç sorgulanmıyordu. 
Hani belki sokağın karşısındaki bakkal efendi şeytanın o baştan çıkarıcı sesine uyardı da, koskoca devlet halkına zarar verecek bir iş yapar mıydı hiç?
Su uyuyup düşman uyumazken düşman içeride büyümeye başladı yavaş yavaş. Aklın yerini kurnazlık aldı. İnsanlar hak ettiğinden fazlasını kazanmak hastalığına tutuldu. Üretici ürününü ucuza mâl edip pahalıya satmaya kalkıştı. Tüketici de ucuz ürünün peşine düşünce kalitesiz ürünleri (aslında) pahalıya almaya başladı.
Ekonomik sıkıntılar bir yandan, bilinçsizlik, cahillik ve adamsendecilik bir yandan derken, "Ucuz mal alacak kadar zengin değilim" sözü rafa kalktı.
"Her pahalı ürün iyi ürün müdür?" diye sorarsanız, "Kalitenin bir standardı, bu standardın da hak ettiği kadar bir bedeli olmalı, standardın altında ürün olmamalı ve standardın üzerinde üretilen ürünler tercihe kalmalı" derim.
Standardın altında üretilen ürünler ucuzlukları ile iki yakasını bir araya getiremeyen insanların aklını çeliyor elbette. "Kalite" kavramının yerini alan "Ucuz-Pahalı" kavramı kişinin cebindeki paranın miktarı ile değişiyor. 
Kalite ve güven arayan vatandaşlan sığınacağı, onları bilgilendiren ve haklarını koruyan kurumlar da yok değil. Yasalar derseniz yeteri kadar var. Derdimiz ise her zamanki gibi yanlış bilgilendirmeler ve uygulanmayan yasalar.  
Tüm bu yanlışlar arasında üzerlerinde halkı doğru bilgilendirme sorumluluğu olan doktorlar, gıda mühendisleri ve medya mensupları da zaman zaman kâh konuşarak, kâh yazarak, kâh susarak yanlışa sebep olabiliyorlar.

DOĞRULARI KONUŞALIM
TMMOB Gıda Mühendisleri Odası Bursa Şubesi ve Bursa Kükürtlü Lions tarafından düzenlenen "Gıda-Sağlık-Medya İlişkisi" panelinin afişini gördüğümde, üzerine de Gıda Mühendisleri Odası Bursa Şubesi Başkanı Lale Yıldız'ın panele davet mesajını aldığımda "Bu panel kaçmaz!" dedim.
Panelin konuşmacıları TGMOB Başkanı Lale Yıldız, Op.Dr. Güven Atasoy ve Olay Gazetesi Başyazarı Ahmet Emin Yılmaz idi.
Ayça Bayraktar Tayar
Bursa Kükürtlü Lions Kulüp Başkanı Ayça Tayar'ın açılış konuşmasının ardından ilk konuşmacı olarak Op.Dr. Güven Atasoy'u dinledik:

Op.Dr. GÜVEN ATASOY
Doğal Gıda ve İşlenmiş Gıda olarak iki yol sürülüyor önümüze. Doğal gıdalar iyidir, işlenmiş gıdalar kötüdür deniliyor. Aslında yol iki değil. Bunların yanında "İyi ve Kötü"yü konuşmamız lazım. Gıdayı saklama sorunu binlerce yıldır var. Gıdalar binlerce yıldır tütsülenerek, konserve edilerek ve kurutularak saklanmış. Tütsülenen gıdalarda karbon, konserve edilen gıdalarda "clostridium botulinum" bakterisi, kurtulan gıdalarda "aflatoksin" olabiliyor. Gıda saklama konusuna bilim ve endüstri tarafından bakmak lazım.
Güven Atasoy
Etki Doz'dadır  
Bilimin görevi doğruyu bulmak. Bilim yol gösterecek, endüstri de bu yolu izleyecek. İyileşme süreklidir. Paracelsus der ki, 'Her şey zehirdir. Etkiyi oluşturan miktarıdır.' Mesela canlılar için en gerekli ve en masum bir madde olan suyun bile dozunu kaçırırsanız ortaya su zehirlenmesi çıkar. (Bir bitkiyi susuz bırakmak kadar aşırı sulamak da zararlı değil midir?) Mesela mucize ilaç Aspirin az dozda alınınca kan sulandırıcı, daha yüksek dozda alınınca ağrı kesici, daha da yüksek dozda alınınca anti romatizmal bir etki yaratıyor.

İşlenmemiş - Az İşlenmiş - Çok İşlenmiş
Gıdaya tuz eklemek bile gıdayı işlemektir aslında. Patates topraktan çıktığı hali ile yenmez ve onu pişirerek işlemek gerekir. Ya da buğday işlenmezse un olmaz, un olmazsa ekmek olmaz gibi. Burada da yine doz önemli. İşleme dozu arttıkça bazı (yararlı) şeyler eksilir, bazı (zararlı) şeyler artar.
İşlenmiş gıdaların kabahatleri olduğu kadar işlenmemiş gıdaların da var. O kabahatlere şöyle bir göz atarsak:

İşlenmiş Gıda Kabahatleri
Lifsizlik 
* Eser madde eksikliği
Omega 3, Omega 6 oranı
* Trans yağlar
* Emulsifiye edici maddeler
* Nitratlar
* Tuz, şeker

Doğal Gıda Kabahatleri
* Enfekte, kirli gıdalar
* Bozulmuş gıdalar
* Zehirli gıdalar
* Doğal olmayan "doğal" gıdalar
* Sahtekarlar, fırsatçılar, şarlatanlar

Sorgula - Emin Ol
Peki iyi ürünü nasıl bileceğiz, kime güveneceğiz diye soralım. Gıda güvenliği üzerine yeterli yasalarımız var. Ancak yasa tek başına yeterli değil. Yasaları uygulamak, denetlemek ve caydırıcı olmak da gerekli. Endüstriyel gıdalar günah keçisi gibi görünse de aslında denetlenmesi ve takibi kolay. Doğal gıdalarda ise işimiz Allah'a kalmış. Ayşe teyzenin bahçesinde gezen tavukların ne kadar gezdiğini, Himmet amcanın arılarının hangi çiçeklere konduğunu, Mehmet Ağanın ineklerini hangi yem ile beslediğini tek tek takip edemeyeceğimize göre, dediklerine sadece güvenmekten başka çaremiz yok. 
Endüstride ise kayıt ve belge var. Yeter ki bunu nasıl sorgulayıp nasıl emin olacağımızı bilelim. Bilinenden korkmayalım. Bilinmezlikten korkalım. Akıl ve bilimin yolundan ayrılmayalım. 

LALE YILDIZ / TMMOB Gıda Mühendisleri Odası Başkanı
Yediğimiz içtiğimiz her şeye gıda diyoruz. Gıda derken, insan sağlığı için tehlike oluşturmayan GÜVENLİ GIDA’dan bahsediyoruz. Gıdanın kalitesini ve tüketilebilirliğini arttırmak, raf ömrünü uzatmak, gıda kayıplarını azaltmak ve daha çok kişiye ulaşabilmesini sağlamak için işlenmesi şart. Gıda işleme sırasında teknolojik amaçla kullanılan gıda katkı maddeleri konusunda ise kamuoyunda ciddi bir bilgi boşluğu var ve bu boşluk konunun uzmanı olmayan kişiler tarafından ne yazık ki bilimsellikten uzak söylemlerle dolduruluyor.
Gıda, bir üretim zinciri sonunda sofralarımıza geliyor. Bu yolculuk esnasında gıda güvenliği sistemi doğru kurulmazsa eğer, üretilen gıda insan sağlığını tehdit eder hale gelebilir. 
Gıdalar için mikroorganizmalar büyük risk oluşturuyor. Örneğin çiğ sütte bulunan Brucella bakterisi, sütü ısıl işleme tabi tutmadan (pastörize veya sterilize etmeden) tüketmeniz ya da çiğ sütten yapılan peynir ya da dondurma yemeniz halinde sağlığınız için büyük tehdit oluşturur. Çiğ yumurtada bulunan Salmonella bakterisi ona keza. Bu ve benzeri biyolojik, kimyasal ve fiziksel riskleri bilim eşliğinde bertaraf etmek ve riski minimize etmek gıda sanayinin amacıdır. O yüzden bakanlığın kayıtlı/onaylı işletmelerinde, kontrollü şartlarda üretilen ve denetlenen ambalajlı gıdalar güvenilirdir. Nasıl ve hangi hammaddeden üretildiğini bilmediğiniz, açıkta satılan, ambalajsız, etiketsiz, hiçbir kontrol ve denetimden geçmeyen gıdalar güvenilir değildir ve sağlık riski taşır.
Dünya nüfusunun artması ve beraberinde  kentlerde yaşamın yoğunlaşmasıyla birlikte gıdaların işlenmesi de kaçınılmaz hale gelmiştir. Gıdaların işlenmesiyle, ürünün lezzeti gelişir, gıda zehirlenmeleri önlenir, yararlılığı ve sindirilebilirliği artar, hazırlanma, depolama, taşıma ve dozlama kolaylığı sağlanmış olur.

Uygunsuz teknoloji ve uygun olmayan üretim koşullarında üretilen gıdalar ise riskli gıdaya dönüşebilir. Yine bazı ısıl işlemler esnasında zararlı bileşikler oluşabilir. Besin öğelerinde kayıplar oluşabilir. Bilim dünyasının ve gıda teknolojisinin amacı da bu riskleri en minimum seviyeye indirmektir. 
Lale Yıldız
Uluslararası Gıda Güvenliği
Her ülke her ürünü üretemediği için ülkeler ithalat-ihracat ile sahip olmadıkları ürünleri satın alıp, sahip olduklarını da yurt dışına pazarlıyorlar. Böylece gıdalar sınır tanımıyor ve sürekli bir ülkeden bir ülkeye yolculuk ediyorlar. Bu arada da ortaya uluslararası bir gıda riski çıkıyor. O yüzden de gıda güvenliği uluslararası işbirliğini gerektiriyor. 
Gıdadaki tüm riskler ve tehlikeler uluslararası düzeyde bağımsız bilim insanlarından oluşan kurumlar tarafından değerlendiriliyor ve tüm dünyanın ortak benimsediği mevzuatlar, kurallar ve yasal limitler bu şekilde belirleniyor.

Kodeks Alimentarius Komisyonu
Dünya Sağlık Örgütü WHO ve Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü FAO tarafından 1963 yılında kurulan Kodeks Alimentarius Komisyonu, dünyada gıda ile ilgili uygulamaların sağlık ve teknoloji yönünden standartlaştırılmasını sağlar. 180 ülkenin üye olduğu kuruluşun bu amaçla hazırladığı belgeler tüm dünya ülkeleri için güvenli gıda üretimine referans olarak kullanılmaktadır.
JECFA
1956 yılında kurulan JECFA (Gıda Katkıları Ortak Uzmanlar WHO/FAO Komitesi) gıda katkı maddelerinin insan sağlığı yönünden değerlendirilmesi için toplanan uzmanlar komitesidir. Gıda katkı maddeleri için tüm bilimsel verileri inceleyerek değerlendirmeler yapar ve ASIN (Acceptable Daily Intake - Günlük alınmasına izin verilen miktar) değerlerini tespit ederler. 
EFSA
2002 yılında kurulan Avrupa Gıda Güvenliği Otoritesi EFSA, gıda zincirindeki her risk ile ilgili değerlendirmeyi ve iletişimi yapmakla görevlidir. Avrupa Komisyonu'na ve Avrupa Parlamentosu'na bilimsel danışmanlık yaparak gıda konusundaki politikaların ve Avrupa Topluluğu direktiflerinin oluşturulmasına yardımcı olur.
IARC
Dünya Sağlık Örgütü WHO'ya bağlı olarak 1965 yılında kurulan Uluslararası Kanser Araştırma Ajansı IARC, kanser yapıcı olma şüphesi olan her kimyasal hakkında tüm bilimsel araştırma verilerini toplar,  dünya çapındaki bilim insanlarından oluşan bir komisyon tarafından tüm verilerin incelenmesini sağlar. Sonuçları raporlar ve ilgili kimyasal maddenin kanserojen sınıflandırmasını yapar. Devamında da JECFA, EFSA gibi kurumlar risk değerlendirmesi yaparlar.

Gıda Katkı Maddeleri
Gıda katkı maddeleri, gıda maddelerine teknolojik amaçla eklenen maddelerdir. 
Gıda katkı maddelerinin kullanım amaçlarını; kaliteyi koruyarak raf ömrünü uzatmak, hazırlama ve pişme özelliğini geliştirmek, aroma ve lezzet geliştirmek olarak sıralayabiliriz. (Bu konuda çok büyük bir bilgi kirliliği var.) 

E Kodu nedir?
E, Europe kelimesinin baş harfidir. E Kodu, AB'nin ilgili sağlık/gıda otoritelerinin güvenlik testlerinden geçmiş ve AB'de kullanımı onaylanmış gıda katkı maddelerine verilen koddur. Bu kod gıda katkılarında bir güven işaretidir ve gıdanın tüm kalite standartlarını belirler. AB tarafından Türkiye'de 329 katkı maddesine E kodu verilmiştir. Türkiye'deki tüm gıda katkı maddelerinin kullanımı, AB'ye uyumlu olarak hazırlanan ve 30 Haziran 2013 tarih ve 28693 sayılı Resmî Gazete'de yayınlanan "Türk Gıda Kodeksi Gıda Katkı Maddeleri Yönetmeliği"ndeki esaslar dahilinde Tarım ve Orman Bakanlığı tarafından yürütülmektedir.

NOAEL Değeri
Toksisite test sonuçlarından elde edilen verilerden ulaşılan ilk değer NOAEL'dir (No Observed Adverse Effect Level - Gözlenebilen hiçbir yan etki göstermeyen doz). Diğer bir deyişle deney hayvanları ortalama yaşam sürelerini %70-80'ini kapsayacak sürede test edilen gıda katkısını almışlar ve NOAEL dozunda hiçbir yan etki görülmemiştir.

ADI (mg/kg) 
ADI, (Acceptable Daily Intake - Günlük alınmasına izin verilen miktar) değeri insanlarda güvenli doz olarak kabul edilir. Bugün kullanılan her katkı maddesi uluslararası ve ulusal kuruluşlar tarafından güvenlik yönünden sürekli izlenmekte ve en ufak bir şüphede ADI değeri tespiti için yeniden değerlendirme yapılmaktadır. (Konuyla ilgili daha detaylı bilgiye buradan ulaşabilirsiniz.)

Ambalajlı mı değil mi?
Ambalajlı satılan ürüne mi daha çok güvenirsiniz, yoksa açıkta satılana mı diye sorarsak; tabii ki hammaddeden yenilebilir hale gelene kadar yolculuğun şeceresinin yazılı olduğu ambalajlıya daha çok güveniriz dememiz lazım. Nerelerde hangi şartlarda üretildiğini bilmediğimiz ürünlere güvenmek risk almak demek.

Gıda Etiketi
Net bilgi: Etiketinde işletme kayıt numarası, gıda sicil numarası/çalışma izin numarası, Tarım ve Orman Bakanlığı üretim izin numarası olmayan, yani kayıt dışı olan hiçbir ürünü satın almayın.
Doğal mı, Organik mi?
Sorudan da anlaşılacağı üzere doğal ile organik ürün aynı değil. Doğal diye satılan ürünler belki ilaçlanmayan, kimyasal gübre verilmeyen, kendiliğinden yetişen ürünler olabilir. Böyle yetişip yetişmediğinin kanıtı ise üreticinin beyanıdır. Bu beyana inanıp inanmamak tüketicinin tasarrufundadır. Organik ürünler ise topraktan başlayıp ürünün tüketime sunulduğu ana kadar her aşaması kontrol altında ve denetlenen, kimyasal gübre ve kimyasal tarım ilacı kullanılmayan ve çevreden gelebilecek her türlü riskin ortadan kaldırıldığı, sertifikalı ürünlerdir. Bir ürünün organik olduğunun kanıtı sertifikasıdır.

Sosyal Medya Yalanları / Şehir Efsaneleri
Anlı şanlı bir üniversitenin ya da bilinen bir kurumun, olmayan biriminin olmayan yetkili kişisi, ki çoğunlukla o kişi bir profesördür, tarafından verilen beyanatlarla dolu sosyal medya. Gıda Mühendisleri Odası tarafından yapılan sorgulamalar sonucu bu tip haberlerin pek çoğunun tamamen uydurma olduğu kanıtlandı. Bunların en meşhuru da "Süt ve süt ürünlerinde solitin var!" uydurmacasıdır ki, bırakın bölüm başkanlığının ve açıklamayı yapan hocanın olmamasını, kimya literatüründe "solitin" diye bir madde dahi yoktur.
E kodlarında pek çok kodu kanserojen olarak niteleyip, E 330'u en tehlikeli kod olarak tanımlayan ve Hacettepe Üniversitesi Gıda Mühendisliği Bölümü'nden Doç.Dr. Mustafa Türkmen imzasıyla dolaşan e-posta da bir başka şehir efsanesidir. Bu efsane üzerine üniversite tarafından üniversitede böyle bir araştırma yapılmadığı ve üniversitede çalışan ya da çalışıp ayrılmış böyle bir isme rastlanılmadığı açıklaması yapılmıştır.
Palm Yağı, kanatlılarda hormon ve (tedavi harici) antibiyotik kullanımı haberleri de almış başını gitmiştir.
(Her duyduğumuza inanmamız gerektiğini söylemiş miydik?)
Lale Yıldız'ın akademik bilgilerle dolu konuşmasının sonunda Albert Einstein'ın değerli bir sözü yansıyor perdeye: 
"EVRENDE EN BÜYÜK ZİYAN, SORGULAMA YETENEĞİNİ YİTİRMİŞ BİR BEYİNDİR!"
Mesaj alınmıştır, değil mi?

AHMET EMİN YILMAZ / OLAY GAZETESİ 
Ahmet Emin Yılmaz konuşmasına Lale Yıldız ve Güven Atasoy'a dönerek ve esprili bir hâl ile söylediği "Söylediklerinize aynen katılıyorum." sözleriyle başladı. Salonda bulunan izleyiciler arasında kadınların daha büyük çoğunlukta olduğuna, bunun da kadınların bilgiye daha açık olduğunu gösterdiğine dikkat çekti. 
Bursalı olan Ahmet Emin Yılmaz çocukluk günlerinde sabahları kümesteki folluktan aldığı sıcacık yumurtaları anlatırken, gün gelip yumurtanın bakkallarda/marketlerde satılacağını kimsenin konuşmadığını söyledi. "Şimdi geldiğimiz noktada yumurtanın üzerindeki kodlardan o yumurtayı yumurtlayan tavuğu dahi tespit edebiliyoruz. Lakin tavuğun yediği yemin ne olduğunu bilmiyoruz" dedi. (Güven Atasoy, tercih edilen yeme göre tavuğun tercih edilen renkte yumurtalar yumurtladığını söylemişti.)
Süthaneden alınan yoğurtlar, tel dolaplarda saklanan gıdalar, kış boyu bozulmayan portakallar ile çocukluk günlerine giderek, o günleri bugünler ile mukayese ederek, teknoloji ilerledikçe bir şeylerin geri gittiğini dile getirdi. Oysa tam tersinin olması gerekmez miydi?
Ahmet Emin Yılmaz
Gıda Güvenliği ve Medya
Gıda herkesin ilgi alanında ve çok zaman medya (daha çok izlenmek uğruna) "her konuda uzman" ama aslında uzman olmayan kişileri ekranlarda konuşturmakta ya da gazete sayfalarında köşeler vererek bilimsel(!) yazılar yazdırmakta bir sakınca görmüyor. Bu da halkın kafasının iyice karışmasına sebep oluyor. İtibarı olan, sözüne güvenilen gazeteler ve yazarlar önlerine gelen bir haberi teyit edip önünü ardını araştırmadan halka iletiyorlar. Habere magazinel bakarak haberi köpürten gazeteciler bu yaptıkları ile haberin gerçeğinden ve ciddiyetinden uzaklaşılmasına sebep oluyorlar.
Bu arada Akademik Odalar ve uzmanlara da seslenerek, halka daha yakın durarak uzmanlıklarınızı halkla daha sık paylaşmalısınız diyor Ahmet Emin Yılmaz.
Ve ekliyor: "Coğrafi özelliklerimizden olsa gerek, yanlış bilgi çok hızlı yayılıyor, doğrunun ise müşterisi yok." 
Panel, soru-cevap ile devam edip, konuşmacılara plaket takdimi ile nihayetleniyor.
****
Sonuç itibarıyla:
Her doğal masum değil, her işlenmiş günahkâr değil.
Sigara sağlığa zararlı ama tütün ekimi ve sigara üretimi tüm dünyada yasal.
Gazlı içecekler zararlı ama film başlamadan önce neredeyse yarım saat zararlı gıda reklamı izliyoruz. Hâttâ sinemalar zararlı diye bildiğimiz yiyecek-içecekli bilet kampanyaları düzenliyorlar,
Ülkemizde at eti ya da domuz eti kesilmesi yasak değil, yasak olan bu etleri koyun-kuzu-dana eti olarak pazarlamak. 
Teknoloji yönünden geliştikçe daha hastalıklı ve daha mız mız olduk.
Gıda güvenliği üzerine bu kadar çok çalışma varken nasıl oluyor da yediğimiz içtiğimiz her şeyden bu kadar endişe duyuyoruz.  
Yeni nesillere etini yumurtasını yiyip sütünü içtiği hayvanları tanıtmak ve sofraya gelen gıdaların yolculuğunu anlatmak lazım. 
Beslenme yoksa hayat yok. 
Beslenme varsa hayat var.
Kötü beslenme varsa kalitesiz bir hayat var.
Mideniz bir çöp kutusu değil.
Hayatımız hep risk. Riski en aza indirmeyi bilmemiz gerek. Gıdada da pek çok risk var, ancak güvenli ve kontrollü şartlarda üretilmiş gıdalar insan sağlığına zarar vermiyor.
Otlu çöplü kirli gördüğünüz her ürün doğal değil.
Suyumuz, havamız, gıdamız bilirkişiler tarafından denetlensin.
Fırına vereceğimiz mercimek dahi yurt dışından geliyor. Türkiye artık bir tarım ülkesi değil, Türkiye artık tarım arazilerini imara açan bir TOKİ ülkesi.
Taş baskı diye avuç dolusu para sayarak aldığınız sızma bir zeytinyağı herhangi bir firmadan ucuza alınıp, şık bir şişeye doldurulup, üzerine yapıştırılan şık etiket ile size bir güzel "yedirilmiş" olabilir.
Cahil kurnazlığı can yakar.
Eğitimli kişi paranoyası da can yakar.
Duyduğunuz her şeye inanıp yalanı ve yanlışı kefir gibi üretmeyin.
Medya reklamla ayakta kalıyor ancak hiçbir bedel insan hayatından daha üstte değil.
Muhafazakârlığın tavan yaptığı ülkemizde kurnazlık ve dolandırıcılık da tavan yapmış durumda.
Arıya güvenmeyip balını kendi imal eden "arı gibi çalışkan ağabeylerimiz" var.
Ekmek arası köfteye 5 lira verdiğinizde, ekmeğin arasındaki köfteye benzeyen şeyin köfte olmadığını bilin.
Dışarıda yemek yiyecekseniz mutfak kısmı da "şık ve temiz" olan lokantalarda yemek yiyin.
Her ürünü mevsiminde yiyin. 
"Yeterince kazancımız olsa her şeyin organiğini satın almayı biz de biliriz" demeyin, tercihlerinizi gözden geçirin.
Son kullanma tarihleri hayatımızın olmazsa olmazı.
Eve laboratuvar kurmanıza gerek yok, ambalajlanmış her üründe işletme kayıt numarası, gıda sicil numarası/çalışma izin numarası, Tarım ve Orman Bakanlığı üretim izin numarasını kontrol edin.
Ve;
Markete giderken yanınıza sadece poşet değil, yakın gözlüğünüzü de muhakkak alın...
****
Bursa Gıda Mühendisleri Odası'nı 0 224 453 47 41 numaralı telefondan arayarak merak ettiğiniz tüm konuları bizzat öğrenebilirsiniz...

Lale Yıldız'ın konuşma videosunu izlemek için tıklayınız:
Ahmet Emin Yılmaz'ın konuşma videosunu izlemek için tıklayınız:

Bu kadar verimli bir panelin ardından güzel bir fotoğrafı hak ettik doğrusu. 
Canan Ekinci Yılmaz, Lale Yıldız