Sanal kanatlarımla üzerinde uçarken ben, bakıyorum da; çocukluğumda uçsuz bucaksız sandığım sen, aslında ne kadar küçükmüşsün. Şaşırıyorum.
Bir tık'la Himalayalar'dan kalkıp Küba'ya konmam an meselesi.
Bir tık'la görüyorum nen var nen yok. Sokakların, caddelerin, dağların, denizlerin, vahaların, çöllerin...
Yaşlı bir surata benziyorsun karşıdan. Yarıklar, çatlaklar, tepeler, düzlükler... Sık ağaçlarla kaplı ormanların, derinliklerinde uçurumlar gizleyen deryaların... Doğan güneş, batan güneş... Mehtap, hilâl...
Arada bu yaşlı suratın içinden göz kırpıyorsun çapkınca.
O zaman içinde yanan ateşi görüyorum. Doğaya can veren bu ateş sönene dek de direneceksin, biliyorum.
Yaşını ise hiç bilmiyorum.
Bize göre çok yaşlı, evrene göre belki orta yaşlı, belki de henüz yeni yetme bir ergensin...
Kim bilir kaç milyar yıldır dönüp duruyorsun. İpi çekilip bırakılmış bir topaç misali...
Kim çekti, kim bıraktı?
Üzerinden gelip geçen kaç nesil...
Savaşanlar, sevişenler...
Binlerce çeşit canlı. Gördüğümüz, görmediğimiz...
İnsanoğlundan başka hiçbir canlı için bu kadar önemli olmayan bir 'hayat'...
Ki yüzyıllardır her haliyle değişken...
Şekil değiştiren yeryüzü, evrim geçiren canlılar, önem kaybedip başkalaşan kurallar...
Dün Engizisyon Mahkemelerinde yargılanıp Kastil'in karanlık zindanlarına atılan, çoğu canlı canlı yakılan, bugünse sosyal medyada fink atan falcılar, bakımcılar, medyumlar...
Vatan haini ilan edilip memleketten sürülen, sonra da devlet nişanlarıyla ödüllendirilen sanatçılar...
Ah, bir de bir avuç toprak için çıkan savaşlar, dökülen kanlar, alınan canlar...
Tüm bunlar senin gözlerini oyup yerinden çıkartmak, ciğerlerine dalıp nefessiz bırakmak, üzerini kara dumanlarla kaplayıp boğum boğum boğmak için.
Kısacası, hepsi senden bir pay kapmak için... Kapan da kaptığını nereye götürüyorsa...
Eninde sonunda hepsi yine senin bağrında...
Götüren de, götürdükleri de...
Ne trajedi değil mi?
****
Yaşadığı zaman uzun gelir insana...
Zanneder ki hiç bitmez... Zanneder ki hiç sonu gelmez...
Uzundur da hayat... Acıyı tatlıyı görecek kadar, hatta bazen yaşıyor olmaktan sıkılıp bıkacak kadar uzundur...
Bir yandan da çabuk geçer...
Daha dün Milenyum'a girmemiş miydik?
Nasıl da beklemiştik...
Neler neler dilemiştik...
Üzerine kaç kez doğdu ay, kaç kez battı güneş... Mevsimler sıra sıra, yıllar hep koşa koşa...
Hedefler önümüzde, yapılacaklar hep ileriki günlerde...
Ömrümüz boyu günler çarçabuk geçsin, özlenen günler bir an önce gelsin istedik hep...
O günler geldiğinde ise 'dünya dursun artık, hiç dönmesin' dedik...
Dinlemedi ki... Dinlemeyecek de...
Dönecek duracak bu uçsuz bucaksız yolculukta...
Onun yolculuğu uzun olsa da, yolcuların ömrü yolculuğa göre çok kısa... Filinki de, kaplumbağanınki de... Kelebeğin hele...
Lâkin bunu böyle görme...
Bak her yer insan, bak her yer hayvan, bak her yer yaprak, çiçek, ağaç…
Anla ki devamlılık esastır doğada...
Senin olman değildir şart.
OL'maktır sadece...
****
Öyleyse; bırak artık neşeli geçsin kalan günler...
Bırak artık aşkla dolsun yürekler...
Bırak artık şen şakrak kahkahalar çınlatsın her yanı... Gözyaşları akmasın...
Yürekler kararmasın, bırak...
Biz hepimiz birer yıldız tozuysak ve gün gelip yeniden toz olup başka dünyalara saçılacaksak ve üstelik bugün kainatın en yaşanılabilir zaman diliminde yaşıyorsak, hepimize bir kez verilen bu şansı 'gelecek güzel günleri beklemekle' heba etme...
Bak; gelecek gelmiş, gelecek şimdi, gelecek şu an... Sakın ha bu kez kaçırma...
Kaçırma ve layıkıyla yaşa...
Şimdiden Mutlu Yıllar...
Fotoğraf: Özge Ersu
Şu alemde teksin.
YanıtlaSil