27 Kasım 2010 Cumartesi

İncelikler Yüzünden

Sertap Erener'in seslendirdiği, hem sözlerini hem de video klibini çok beğendiğim bir parçası vardır.
Bilirsiniz: 'İncelikler Yüzünden'
Kendi çocukluk günlerinde çekilmiş filmlerden derlenerek oluşturulmuş o klibi defalarca izlememe rağmen, her seferinde  ilk izlediğim zamanki duyguları hissederim.
Küçük bir kız çocuğunun dansları vardır o filmlerde. Ağabeyi Serdar'ın ona ağabeylik edişleri vardır. Genç ve güzel annesinin saçlarını tararken aynaya bakışı, babasının canlılığı, annesiyle babasının dans edişleri, denizdeki eğlenceleri, Sertap'ın, sünnet yatağındaki ağabeyinin yanına koşturması, annesinin her ikisini de sevgiyle kucaklaması.. Her halleriyle sevgi dolu, muhabbet dolu. İnce ve zarif insanlar oldukları oradaki görüntülerden ne kadar da güzel aksetmektedir bize...
O dönemlerin kıyafetleri, mobilyaları, dansları, caddeleri, arabaları... İzlerken zamanda yolculuk yapıyormuşcasına keyif alırım. Videonun görüntüleriyle ve şarkının sözleriyle bütünleşirim. Dalar giderim.

Sonra da bu zarif insanların ne kadar azalmış oldukları düşer aklıma. Niçin derim, niçin bu zarafet o yıllarda kaldı, niçin artık böyle hayatlar yok, niçin her şey kaba-saba, niçin her şey bir gürültü-patırtı içinde, niçin her şey sadece 'bugün'ü kurtarmaya dönüştü.

Hani zaman ilerledikçe daha medenî, daha karakterli insanlar olarak yaşayanların sayısı artacaktı. Hani kimse kimsenin hakkına tecavüz etmeden çalışıp kazanacaktı.
Hani okuyan, anlayan, dinleyen insanlar kendilerinden sonra gelenlere daha güzel bir dünya bırakacaktı.

O insanlar artık o kadar azınlıkta kaldılar ki, daha fazla yıpranmamak ve ezilmemek adına kendi kabuklarına çekildiler.

İncelikleri yüzünden ne yazık ki bu dünyadan sürüldüler.

Onları sindirenlerin kurduğu yeni dünyanın tek hâkimi olan 'menfaatler' ise, eskiden kalan ve güzel olan her şeyi silip süpürdü, fırlatıp bir köşeye attı.
Atıldıkları o köşeden bu olanları şaşkınlıkla izleyen, azınlıkta kalmış naif insanlar kurulan yeni düzeni hâlâ kabullenebilmiş değiller.

Önce bizlere sıcak birer yuva olan tek ya da iki katlı o şirin evlerimiz hoyratça yok edildi. Bizlerin özlediği o güzel günler de evlerimizle birlikte yıkıldı gitti. Onların yerine dikilen estetikten nasibini almamış, soğuk, özensiz ve kalitesiz apartmanlarda yaşayan insanlar da bir anda içlerinde yaşadıkları bu binalara benzediler, taşlaşıverdiler.

Daha sonra da konforun ve lüksün en üst seviyelerde kullanıldığı çok çok çok katlı 'rezidans'larımız oldu. Kapılarındaki güvenlikten onay alınmadan içeriye girilemeyen, her daim kameralarla kontrol altında tutulan, bir çeşit cezaevi şartlarının hüküm sürdüğü bu uydu kentlere hapsetti yeni tip insanlar kendilerini. En son model arabalarıyla çıktılar evlerinden, işleri bittiği gibi de yine koşa koşa döndüler evlerine. Muhteşem evlerinin yanı başındaki sefaleti görmezden mi gelmek istediler, yoksa o sefaletten korktular mı dersiniz...

İyi ve dürüst insanların enayi olarak nitelendirildiği bir kurnazlar dünyasındayız artık.

Çocukken bayram törenlerini izlemek için gittiğim Cumhuriyet Alanı'nda ya da Stadyum'da önlerindeki insanları iteleyerek ön sıralara geçmeye çalışan kadınlar olurdu.
Kendi çocuklarını görebilmek için etraflarındaki hiç kimseye aldırmadan kendilerine yer açarlar, hatta bunun için ciddi kavgalar bile ederlerdi.
Saygısız, özensiz ve kırıcıydılar.

Ben kendimi tam da onların ortasında hissediyorum şimdi.

Her şeye rağmen; kendi benliğimden tavizler verip başkalaşmadan, özümü kaybetmeden, çevremdekileri kırıp dökmeden yaşamak her zaman hayatımdaki ilk düstur oldu...
İlk öğrenmelerim böyle olduğu için başka türlüsünü de bilemedim zaten.

Ben'ce;
“Siz yine de incelikli davranın.”

24 Kasım 2010 Çarşamba

Eli öpülesi öğretmenlerimiz

Doğduğumuzdan beri güven içinde aralarında olduğumuz ailemizden ilk ayrılışımız, okula ilk gidişimiz heyecanlı birer anı olarak hafızalarımıza kazınmıştır...
Annemizin babamızın minicik ellerimizden tutup da bizi okula götürdükleri ilk gün, hayatımızın bir sayfasının kapanıp yeni bir sayfanın açıldığı oldukça önemli bir gündür de, biz bunun hiç farkında değilizdir o anda.
Artık aile fertlerinin yanında olmadığı bir yalnız başınalık, bir kendi kendinelikle hayatın tam da ortasındayızdır. Sınıftaki herkesin ortak noktasının bu  'tek' lik olduğu o sınıfın hâkimi öğretmendir. O, bütün çocukların annesi-babası olmuştur artık.
Bütün saflığıyla ve duruluğuyla önlerinde oturan bu çocukları nakış işler gibi işlemek, onlardaki cevherleri bulup çıkartmak, zaman zaman anlayışla zaman zaman da tatlı bir sertlikle onları idare etmek, onlarla bütünleşmek, ilk karşılaşmalarının üzerinden geçen senelerle o çocukların adım adım büyümesini ve yetişmesini izlemek, öğretmenlik mesleğinin öneminin ne kadar yüksek olduğunu gösterir.
Okul sıralarındaki bu çocuklar öğretmenlerini ne kadar severler, onları ne kadar pür dikkat izlerler, onların her hareketini ne kadar kendilerine model alırlar.
Hepsi o çocukların gözünde ulaşılmaz insan üstü varlıklardır sanki.
Onlar bize sadece matematik, coğrafya, tarih öğretmezler. Onlar bize hayatı öğretirler.
Biz ise onların kendi hayatları olduğunu hiç ama hiç düşünmeyiz bile. Onlar bizim için sadece okulda yaşayan karakterlerdir. Ders anlatırlar, sınav yaparlar, notlar verirler. Hayatlarında sıkıntıları var mı, nerede yaşarlar, aileleri kimdir, evleri nasıldır, maaşları yeterli midir, memleketteki ailelerini özlerler mi, hiçbirisi aklımızın ucundan bile geçmez.
Yıllar sonra eski resimlerimize baktığımda bizim o zamanlar çok büyük sandığımız o öğretmenlerimizin ne kadar da genç olduklarını görüyorum. Aslında onlar çok büyük değillermiş, küçük olan bizlermişiz.
İlkokuldan ortaokula geçtiğimizde 'öğretmenim' kelimesi de 'hocam' olarak değişime uğramıştı bizler için. Artık büyümüştük ya, bizden büyükler gibi biz de HOCAM diyebilirdik. Onlarla biraz daha arkadaş olabilirdik. Aramızda maçlar yapabilir, gezilere gidebilirdik.
Onlar bizler için ne düşünürlerdi diye merak ederdim hep. Öğretmenler odasında kendi aralarında konuşurken bizler için de yorumlarda bulunurlar mıydı acaba? Yoksa kendi günlük hayatlarını mı anlatırlardı birbirlerine?
Kürsüde oturup sözlü için kara kaplıyı açtıklarında arkadaşlarımızın arkasına saklanmaya çalıştığımızı fark ederler miydi? Belki kendileri öğrenciyken onlar da bizler gibiydi. Yoksa en iyi saklandığını düşünenin sözlüye çağrılması bir tesadüf olamazdı. En çok saklanmaya çalışan en ortada olandı onlar için..
Öğretmenlerimiz bizleri iyi tanıyorlardı.
Öğretmenliğin esas sırrı da budur belki.
Öğrenciyi tanımak.
Öğretmenliği sadece meslek olarak görmeyen, okula sadece maaş almak için gidip gelmeyen, okulun herhangi bir iş yeri olmadığının farkında olan, bizleri özenle yetiştirmek için çaba gösteren bütün öğretmenlerimin ellerini saygıyla öpüyorum.
İyi ki varsınız...

15 Kasım 2010 Pazartesi

Nice bayramlara

Bir “Kurban Bayramı”na daha ulaştık…
Doğduğumuzdan beri kaçıncı bayramımız oldu kim bilir bu bayram. Belki on, belki elli, belki de hatırlanmayacak kadar çok.

Bayrama hazır mıyız peki?
Yeni kıyafetler alındı mı? Evlerde temizlikler yapıldı mı? Tatlılar, şekerler, bayram bahşişleri hazırlandı mı?
Bayramı evlerinde bayram gibi geçirecek olanların telaşı tabii ki bunlar. Hani o eski, hani o bizim bildiğimiz bayramları diyorum. Bizden büyüklerin ziyaret edildiği, komşuların birbirlerine gidip geldikleri, çocukların bayramlaşmak için daha çok bahşiş verenleri tercih ettikleri, toplanan bahşişlerle bayramdan bayrama kurulan dönme dolaplara binebilmek için bayramlaşma seremonisinin bir an önce bitmesinin beklendiği.
Evin babasının  bayram namazına gittiği, dönüşünde de ailece bayramlaşıldığı.
Bayramlaşmalarda evin annesinin evin babasının, yani kocasının, elini öptüğü, çocukların bu duruma önceleri biraz şaşırdığı ama sonraki yıllarda alıştığı, hep birlikte yapılan kahvaltıdaki tarçınlı-baharlı ve cevizi iri dövülmüş, malzemesi bolca konulmuş mis gibi lokumlar. Yanında da
Karacabeyimizin meşhur Mihaliç ya da bizim söylediğimiz adıyla "kelle peyniri"...

Anneannemin bizimle yaşamasından dolayı bayram yemeklerinin genel olarak bizde yenildiği o bayram gecelerinde, annemin ne kadar yorulduğunu o çocuk halimizle anlayamazdık elbette. Aynı derecede yorulmuş olan teyzemin başının, yemek sonrasının rehavetiyle sürekli öne düşerek oturduğu yerde uyuklamasına, başı düştüğü anda aniden silkinerek kendine gelmesine, biraz sonra yine aynı şekilde uyuklamaya başlamasına ne kadar da gülerdik.
Bayram sabahına yetişmesi için sabahlara kadar emek verilerek dikilen bayramlıklar, açılan baklavalar, yıkanan divan örtüleri, fırçalanan tahta merdivenler, bayrama dört dörtlük yetişmeye çalışmaktan bitap düşmüş anneler yaratıyordu bizlere. Bizimse bayram harçlıkları ve yeni kıyafetlerimiz dışında hiçbir şey umurumuzda değildi.
Bayram, çocuk olunca güzeldi…

O yüzdendir büyüklerin “Ah eski bayramlar!” diyerek o günlere bu kadar öykünmeleri. Herkes özlemle kendi çocukluğunun bayramını anlatıyor. Kimisi bayram gecesi kırmızı ayakkabılarıyla uyuduğunu, kimisi meddah izlediğini, kimisi orta oyununu, kimisi dönme dolapları.
Düşünüyorum da; onların özledikleri o bayramlar mıdır, yoksa esas özledikleri kendi çocuklukları mıdır?
Ah annelerinin-babalarının yanlarında oldukları o güvenli, o sorumsuz, o sorunsuz günler.

Benim çocukluğumda Cumhuriyet Alanı'ndan parka doğru giderken, Tahıl dediğimiz yerde kurulan bir “Bayram Yeri” vardı. Bu bayram yeri gayet iptidai de olsa, oraya gidip bayram harçlıklarımızı harcamak büyük keyifti. Bazen bayram harçlıklarımın, mantar tabancasına mantar almak isteyen ağabeylerim tarafından ucundan kıyısından yok edildiğini de unutmuş değilim.
Şimdiki dönemin çocukları da büyüdükleri zaman bayram anılarında aileleriyle birlikte nasıl da güzel tatiller yaptıklarını anlatacaklardır eminim. Yoğun çalışma temposu sebebiyle bir evin içinde yaşayan aile fertleri birbirlerini göremez hale gelince, çalışan ailelerin çoluk-çocuk birlikte zaman geçirebileceği sayılı günlere döndü bu tatiller.
Herkesin valizler hazırladığı, yollara döküldüğü, kazalarla bezeli bol tatilli bayramlarımız var artık. Gidişi de dönüşü de başarıyla tamamlayabilenlerin bir dahaki tatile nereye gideceklerini konuşmaya başladıkları, yorgun gidip yorgun döndükleri ama gitmekten asla vazgeçmedikleri bu tatiller, onların hayatlarında birer küçük mola, birer küçük nefes alışlar oluyor aslında.

Benim de tatilde geçirdiğim bayramlar oldu birkaç kez. O günün bayram olduğunu sadece resepsiyondaki görevlinin ikram ettiği bayram şekerinden anlamıştım ve bu durumu içime hiç sindirememiştim. Bayram şekeri ikramı dışında orada bayram yoktu. Buna rağmen yine de insanlar birbirlerine deliler gibi bayram mesajları çekiyorlardı.
İçimizde bir yerlerde hala süren bir bayram geleneği vardı demek... Yoksa bu mesajlaşmalarla bayramda büyüklerinin yanında değil de tatilde olmalarının verdiği suçluluk duyguları mı örtülüyordu, bir çeşit günah mı çıkartılıyordu?
Bilinmez...

Bu bayramlar maddi durumu yeterince iyi olmayanlara yardım etmek için, varlığı ve yokluğu paylaşmak için bir vesile oluyor.
Kurbanlık etin çok az bir kısmının eve bırakılıp geri kalanı ihtiyacı olanlara dağıtılıyor. Kurbanlık hayvanın en acısız ve en seri biçimde kesilmesi sağlanıyor aslında.
Ancak, kendilerine yapılan yanlış muamelelerden ürkerek kaçan hayvanları yakalamak için yapılan işkenceleri izleyeceğiz yine televizyonlarda. Hayvana acı çektirerek yapılan bir kurban kesiminden, muhtaç kişilere ulaşmanın zorluğundan dolayı en yakınındaki kişiler olan apartman görevlilerine verilen o “pay”lardan kim ne kadar mutlu olacak? Kim ne kadar sevap kazanacak ve görevini yapmış olmanın huzuruna erecek? Acaba bu kutsal olay da mı böyle oldu bittiye gelecek?

Tatile gidenlerin ya da şartları uygun olmayanların evlerinde kesemedikleri kurbanlar için kurumlara yaptıkları bağışların yerlerine ne kadar doğru bir şekilde ulaşıp ulaşmadığı da bir başka tartışma konusu.
Artık çocuk olmamama, bayram telaşının bütün yorgunluklarına, en önemlisi de; bu dünyada olmayan sevdiklerime rağmen, yine de bu özel günlerde çocuk heyecanımı içimde taşıyorum.
Bayramınız  kutlu olsun.
Ve;
İyi tatiller...

Nice bayramlara / 15 Kasım 2010
Bir 9 gün tatili daha / 28 Ağustos 2011
İki bayram bir arada 
/ 25 Ekim 2012
‘Dokuz Gün’ barajına takılanlar / 18 Ekim 2013
Hayvan kes(eme)me bayramı!
 / 30 Eylül 2014
Tam bir ‘kurban’ bayramı
 / 23 Eylül 2015
OLE!
 / 13 Eylül 2016
Hangi Oğlunuzu Seçerdiniz?
 / 24 Ağustos 2018

Zulmün adı ET olmuş! / 6 Eylül 2018

10 Kasım 2010 Çarşamba

O'nu anlatamadık mı?

Hayatını iyi ya da kötü bir biçimde yaşayan, zamanı dolunca da hiç var olmamışçasına yok olan organizmalarız biz.
Devletler de kursak, devletler de yıksak, tekerleği de icat etsek, yerçekimini de bulsak, sultan da olsak, derviş de olsak, düşkün de olsak, vaktimiz geldiğinde biz de bizden öncekiler gibi doğumumuzla başlayan gerçeğimizi yaşayacağız.
Ne İstanbul’u fetheden Fatih Sultan Mehmet, ne Osmanlı İmparatorluğu’nu kuran Osman Bey, ne bu imparatorluğu en geniş topraklara ulaştıran Kanunî ve ne de son padişah Vahdettin...
Ne Newton, ne Arşimet, ne Kleopatra, ne Sezar ve ne de Brütüs...
Hiçbirisi yok artık.
Ne yüz yıl, ne de bin yıl önce yaşamış olmaları tarih sayfalarında yaşayan karakterler olmalarında belirleyici bir unsur.
Albert Einstein; “Ben görevimi burada bitiriyorum.” diyerek gitmiştir bu dünyadan, Kanunî Sultan Süleyman: “Ben ölünce bir elimi tabutumun dışına atın. İnsanlar görsünler ki padişah olan Kanunî bile bu dünyadan eli boş gitmiştir” diyerek...
Bu büyük insanlar, esas sonsuzluğa bu dünyada arkalarında bırakacakları eserlerle erişebileceklerini biliyorlardı...
Atatürk: “Benim naçiz bedenim elbet bir gün toprak olacaktır ancak Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır.” derken, kendi varlığının devletin varlığının önünde olmadığını ifade etmişti.
Kurduğu devletin okullarında okuyan bizler her sabah kara tahtanın üzerindeki resminde O’nu gördük. Hafif çatık kaşlarıyla bize pür dikkat baktığını düşündüğümüz Atamızı hayranlıkla sevdik. Derslerimizde başarısız olursak O'nun üzüleceğine ve bize darılacağına inandık.
Bu öyle bir inanıştı ki, bizim çocuk ruhlarımızda sevgiyle karışık bir saygı yaratmıştı...
Bedenen yok oluşunun üzerinden geçen 73 senede geldiğimiz şu nokta şimdi bizi ne kadar memnun ediyor iyi bir düşünmek lâzım.
Onun bize açtığı yolda, gösterdiği hedefe hiç durmadan yürüyerek ulaşabildik mi diye sorgulamak lâzım.
Ki Atamıza her sabah derse başlarken bunun için söz vermiştik.
Ant içmiştik...
Sadece anma günlerinde büstlerine çelenkler koyarak, öğrencilere kimselerin dinlemediği şiirler okutarak, kimselerin ilgilenmediği konuşmalar yaparak mı yaşatıyoruz bu büyük ruhu?
Hâttâ çocuklara sıkıcı gelen bu durumlar O’na ve eserlerine duymaları gereken saygıyı ve ilgiyi engellemiyor mu? Bir an önce şu seramoniler bitse de gitsek diye bakmıyorlar mı? Ne yazık ki çocuklar sadece bu özel günlerin tatil olup olamayacağını merak ediyorlar...
O’nun gerçeğini niçin yeterince anlatamıyoruz?
Nereden geldiğimiz, nasıl var olduğumuz sadece tarih dersinde yapılan sınavlarda not almak için ezberlenen bilgiler olarak mı kaldı?
Bunu aşılaması gereken eğitim camiası kendi varoluş sebebini unutup, bünyesini İstiklâl Marşı'nı dahi söylemekten aciz eğitimcilerle doldurup, böylece ilk hedef olarak Atatürk’ü unutturmayı mı hedefledi?
Bu savaşta savaşmış insanların torunları kendi çocuklarına bu kurtuluşu ve bu kuruluşu yeterince anlatamadılar mı?
Kitaplar mı yazılmadı, filmler mi çekilmedi? Yazıldıysa da çekildiyse de, hiçbirisi okunmadı mı hiçbirisi izlenmedi mi?
O’nun bizler için kurduğu hayallerini gerçekleştirerek karşısına alnı açık bir şekilde geçmek varken, tam tersi olan her şeyi yapmak ve sonra da bunları hiç yapmamışçasına O’nun karşısına geçip çelenkler bırakmak, saygı duruşunda bulunmak sizlere de yapay gelmiyor mu?
“O” üzerine aldığı vazifesini lâyıkıyla yaparak ebediyete göç etti. Bundan sonra olacak hiçbir şeyden ne haberi olacak, ne de etkilenecek. Bundan sonra yapacağımız her şeyin dönüşü iyi ya da kötü olarak bizedir.
Çocuklarımızadır, torunlarımızadır, geleceğimizedir.
O’na saldırmakla ve yıpratmaya çalışmakla kendi geleceğimizi yok etmekten öteye geçemeyiz.
Belki de bir efsane yıkılmadan yeni bir efsane yazılmaz diye düşünülüyor da, yıkılmak istenen efsanenin efsane olmasına sebep olan olayların kendisi adına yaptıkları değil de, milleti adına yaptıkları olduğu gözardı ediliyor.
Efsane olmaya meraklı olmak güzel elbette ama geçmişine sahip çıkmayan ve saygı duymayan, milletinden çok kendi benliğini düşünenlerin nasıl bir efsaneye dönüşeceği de ayrı bir konu.
Tarih iyi ve kötü bütün efsaneleri kendi içine gömer.
O efsaneler ki halklarını bazen en yüksek dağların en yüksek zirvelerine ulaştırır, bazen de kendilerini uçurumdan aşağılara bırakarak arkasından gelenleri de kendileriyle birlikte sürüklerler.
Liderini iyi seçecek ve iyi gözleyecek iradeli bir millet olabilmekte galiba esas iş.
Yoksa akılsız başın cezasını onu kendisine baş seçenler çekiyor...

6 Kasım 2010 Cumartesi

Başarılar bizim, ya başarısızlıklar?

Başarılarımız seçimlerimiz, başarısızlıklarımız kaderimiz midir?
Hayatımızda güzel olan her şeyi biz yapmışızdır da, yapamadıklarımızdan hep başkaları mı sorumludur?
****
Genelde iyi yapamadığımız şeyleri çok sevmeyiz biz.
Ya da;
Çok sevmediğimiz şeyleri iyi yapamayız.
İnsan sevdiği işi yapıyorsa hayatında bir gün bile çalışmamış sayılır derler.
Severek ve can-ı gönülden yapılan her ne varsa bir yandan kişiye haz verirken, bir yandan da başarıyı getirir. Üstüne üstlük başarı da ekonomik bir rahatlığı da yanında getiriyorsa keyfin üzerine keyif katar ki, kaymaklı ekmek kadayıfı misali tadından yenmez...
Herkesin içinde taşıdığı ve doğuştan gelen bazı yatkınlıkları var. Bu yatkınlıklarını fark eden insanlar eğitimlerini ve mesailerini o konu üzerine harcarlarsa son derece başarılı oluyorlar.
Yanlış yerlerde harcanan mesailer ise insanın kendisine olan güvencini ve inancını zedelemekten öteye gitmiyor. Yaşadığı her başarısızlık duygusu ile de kişi ne yazık ki kendi içinde daha da aşağılara çekiliyor.
Tabii içinde taşıdığı cevheri keşfedebilmek ve o cevheri parlatabilmek her kula nasip olmuyor.
Mesela biz bu eğitim sistemi içerisinde çocuklarımızın hangi branşa, hangi mesleğe, hangi sanat dalına ya da hangi spora yatkın olduklarını fark edebiliyor muyuz? Bunu fark edebilmek için hangi yollardan geçilmesi gerekiyor, nelere dikkat edilmesi gerekiyor biliyor muyuz?
İlk eğitimden itibaren çocuklar geleceğe hazırlanırken sahip oldukları yetenekler göz önüne alınıyor mu? Bırakın göz önüne alınmayı, farkına varılabiliyor mu?
Hem aileler hem de eğitim kurumları bu gözlemi ne kadar doğru yapıp, insanları ne kadar doğru yönlendiriyor?
Yoksa hepsi sadece sınav sonucuna mı odaklanmış durumda....
Girilen üniversite sınavlarının sonucunda -sadece alınan puana göre, sadece açıkta kalmamak ve dershane ücretlerinin boşa gitmemesi için, sadece aileler öyle istiyor diye- yapılan seçimlerle girilen bölümlerden ite-kaka mezun olmuş kişilerden nasıl bir hayat başarısı beklenebilir...
****
Daha önceki yıllarda okullarda verilen eğitimin de, o dönemlerdeki öğretmenlerin de, dolayısıyla öğrencilerin de şimdiki nesillerden çok daha iyi niteliklerde olduğu söylenir her zaman.
Doğrudur...
O dönemlerde okula giden öğrenciler; okumalarını aileleri istediği için değil, sadece kendileri istedikleri için bin bir zorluğa rağmen okullarına gitmiş, o dönemlerde okullarda bu kadar yığılma olmadığı için de hepsi son derece kaliteli eğitimler almış ve çıktıkları yollarda hakikaten de çok başarılı olmuş insanlardır.
Şimdilerdeyse bizler çocuklarımızın bir şey hedeflemesine fırsat tanımıyoruz. Ebeveynler çocukları için okul beğeniyorlar, dershane beğeniyorlar, eve özel öğretmenler davet edip çocuklarını özel derslerle besliyorlar.
İlkokula başladıklarından beri sınavdan sınava koşan bu çocuklar kendilerini ve hayatı tanımak yerine, hiçbir zaman kendi arzularıyla gitmedikleri bir ders-kurs temposunda, "a-) mı b-) mi c-) mi" seçenekleriyle büyüyorlar.
Bunun sonucu olarak en iyi üniversitelere girip mezun olmuş olsalar bile hayat içinde yeterince zenginleşememiş çocuklarımız oluyor.
Sonra biz de onları genel kültürleri yok diye kınıyoruz.
Nasıl olsun ki?
Bu çocukların zenginleşmek için ne zamanları var ne de böyle bir düşünceleri. Bildikleri tek şey okul, ders ve dershane.
Boş zamanlarında bilgisayar başında haddinden fazla zaman geçirilmesiyse, işte o konu doğrusuyla-yanlışıyla ayrıca bir yazı gerektirir.
****
Eğitim sistemine yeni düzenleme formülleri getiriliyor şimdilerde. Bu uygulamaların neye ve kime göre iyi olacağı zaman içinde anlaşılacaktır.
4'er 4'er mi okusunlar, 8+4 mü okusunlar, 5+3+4 mü okusunlar? Bir karar çıkacak sonunda.
Neredeyse 80 yıllık cumhuriyet tarihimizde henüz rayına oturmamış, gelenin gidenin el atıp orasından burasından çekiştirdiği, çekiştirdikçe de daha beter hale getirdiği bir eğitim sistemimizin/sistemsizliğimizin olmasının suçunu nerelerde aramalıyız bilmem....
****
İşte bu çekiştirmelerin tam ortasında üniversite sınavını kazanamayanların trajedisi de var.
Sınava hazırlanıp da kazanamayan çocuklar ve aileleri maddî manevî büyük çöküntüler yaşıyorlar.
Dershane parasını denkleştiremeyen aileler, o kadar sıkıntıya rağmen ailesinin kendisini yazdırdığı dershaneye düzenli gitmeyerek sorumsuz davrananlar gençler, "madem ki dershanede daha iyi öğreniyoruz o zaman okula niçin gidiyoruz?" deyip okulun gerekliliğini sorgulayanlar öğrenciler, en pahalı dershanelere sadece gitmiş olmak için gidip, gelecek günlerin ciddiyetini henüz kavrayamayan aklı evveller, dershaneye avuç dolusu para verdi diye kendisini rahatlatıp her şeyin hallolduğunu düşünen "Üç dönüm bostan yan gel Osman"cılar...
Maalesef ki hepimiz bu sistem içinde sıkışıp kaldık...
Sınavlar ve elemeler her zaman olmalı elbette. Herkes aynı derecede olamayacağına göre ölçme ve değerlendirmelere ihtiyaç büyük.
Lakin; yapılan sınavların güvenilirliği ve hakkaniyeti tartışılır hale gelince artık bunlar da önemini kaybediyor ne yazık ki...
Hem, herkes üniversite mezunu olacak diye bir kural mı var?
Bir ülkenin ayakkabı boyacısından çiftçisine, badanacısından oto tamircisine, kuaföründen kuru temizleyicisine kadar her dalda insana ihtiyacı yok mudur?
Esnaflık denen güzellik hangi okullarda öğretilmekte?
Okulundan mezun olduğu an her şeyin hallolduğunu düşünen, insanî ilişkilerden habersiz çocuklar ne kadar başarılı olabilirler?
Eğer ki istemedikleri bölümlerde sürünme kıvamında okumaya çalışıyorlarsa, oralarda zaman kaybedeceklerine kendilerine uygun olan bir meslek dalında eğitim alıp o dalda ustalaşsalar herkes için daha iyi olmaz mı?
****
Her ne iş yapıyorsa o işi layıkıyla yapan ve bir bütünün parçası olmayı bilen insanlar olmak yerine, istemedikleri işleri zoraki yapan ve her yaptığını eline yüzüne bulaştıran insanların oluşturduğu bir toplum olduk sanki biraz...
Sözün özü, başarı denen olgunun gerçek anlamını kavrayamadığımız sürece çok "başarılı" başarısızlıklara imza atmaya devam edeceğimizden kimsenin kuşkusu olmasın...

5 Kasım 2010 Cuma

Ne kadar güzelsiniz?

"Güzellik" her çağda ne kadar da önemsenen bir olgu değil mi?
İlk karşılaşmalarda öncelikle dış görünüşleri değerlendirdiğimizi düşünürsek, evet gerçekten de önemli. 
Peki ya bilinen anlamda güzel yaratılmadıysak.
Bacaklarımız fazlasıyla kısa, burnumuz haddinden fazla uzunsa, kulaklarımız birer kepçe, dudaklarımız yok denecek kadar inceyse. Birbirlerinin üzerinden atlamaya çalışan çapraşık dişlerimiz varsa. Aynalara baktığımızda gördüklerimizi biz de beğenmiyorsak. 
Yani insanların pek de güzel bulmadıkları insanlardansak.
Böyleyiz diye kendimizi suçlu mu hissetmek zorundayız? Ya da çevremizde -kendimizce- beğenmediklerimize suçlu muamelesi mi yapmalıyız? 
Nasıl yaratıldığımız tamamen bizim dışımızda gelişen bir olay olduğundan mütevelli, ne güzel olmakla ezici olma hakkına sahibizdir, ne de olmamakla ezilmeye ve üzülmeye gerek vardır. Biz sadece öyle doğmuşuzdur.
Nihayetinde yaşayacağı bedeni seçme hakkı kimseye verilmemiştir.
****
İnsanların güzel oluşunu ya da olmayışını neye göre değerlendiriyoruz bir düşünelim.
Eninde sonunda herkesin iki gözü, iki kaşı, ağzı-burnu- eli-kolu-bacağı var. Güzel ya da değil diye nitelendirmek için fark yaratan başka bir şeyler olmalı. 
O farkı yaratan nedir sizce? 
Ben'ce  farkı -görsel olarak- yaratan sadece "oranlar ve simetri". 
Bunun dışında ne saç rengi, ne göz rengi, ne ten rengi, ne uzunluk, ne kısalık. Hiçbirisi değil...
Görsel oranların dışında farkı yaratan en önemli şeyse sadece kişinin kendisi.
Nasıl konuştuğu, nasıl baktığı, nasıl düşündüğü. İçinde taşıdığı ruhu, karakteri, neşesi, canlılığı, hayata bağlılığı...
****
Bazen dış görünüşüyle çok güzel bulduğumuz bir insanın konuşmaya başladıkça hayran olduğumuz o güzelliğini nasıl kaybedebildiğini ya da çok güzel bulmadığımız birinin karşımızda konuştukça ne kadar güzelleşebildiğini hayretler içinde izleriz.
Onda olumlu ya da olumsuz anlamda düşündüğümüz her ne varsa artık bizim gözümüze görünmüyordur, hepsi ortadan kayboluvermiştir.
Kişiliği ve bize aktardığı enerjisi bütün görüntülerin üzerine çıkmıştır.
Kalıcı ilişkilerde de güzellik kavramı ilk olarak göz önüne alınacak bir değerlendirme olmuyor zaten. Ne kadın-erkek ilişkilerinde ne de diğer her ilişkide. Komşumuzu, arkadaşımızı, eşimizi sadece çok güzel diye seçmiyoruz. Ya da çok güzel değil diye görüşmek istemediklerimiz yok.
Hayatını sadece bu kavramlara bağlı yaşayan insanların zaman içerisinde kendi kendilerini tüketişlerini, dış güzelliğinin yanında kendisine hiçbir şey katmak istemeyen, kendisinden başka kimselere değer vermeyen insanların gün gelip de güzellikleri kaybolmaya başladıkça derin hüsranlara uğrayışlarını hazince izlemişizdir.
Güzelliğin bir bütün olduğunu kavrayanlarsa geçici olan bu duruma güvenmez, yaşadıkları kadar kendilerini geliştirmeye ve zenginleştirmeye gayret ederler.
Bilirler ki; bu dünyaya sayılamayacak kadar çok sayıda güzel kadınlar, bir o kadar da yakışıklı erkekler gelmiştir ve kendi içlerinde fark yaratamayanlar diğerlerinden farksız yaşlı kadınlar ve yaşlı erkekler olarak bu dünyadan geçip gitmişlerdir...

1 Kasım 2010 Pazartesi

Yağmurlu bir akşam üzeri Mudanya

Yağmurlu bir akşam üzeri Mudanya'ya doğru gitmekteyim. Yağışlı havalarda araç kullanmak genelde biraz yorucudur ama fazla kalabalık olmayan bir yoldaysam ve yağmur da çok çılgınca yağmıyorsa güzel bir müzik eşliğinde sakin bir yolculuk çok keyif verir bana.
Yolda kendimle baş başa kalıp pek çok şeyler düşünürüm. Bir yandan önümde giden arabaların fren lambalarını takip ederken, diğer yandan beynimin kıvrımlarında saklanan anılar birer birer ortaya çıkar ve bana zaman içinde yolculuk yaptırırlar.

Çocukluğumdaki yağmurlu havalarda pencereden dışarısını izlerken, elektrik tellerine tutunup zincirler oluşturan yağmur damlacıkları gelir aklıma. O sıra sıra sıralanan damlalar artık kendilerini taşıyamaz hale gelinceye kadar birleşirler, büyürler ve bir anda bulundukları yerden koparak büyük bir damlacık halinde yere düşerlerdi. Heyecanla ne zaman düşeceklerini beklerken onların yağmur damlacıklarından oluşmuş sevimli yaratıklar olduklarını düşünürdüm. Hepsi hareketliydiler. Hepsi bir düzen içinde bir araya toplanıyorlardı, sonra sırası gelen kendini aşağıya bırakıyordu. İzlemesi nasıl da eğlenceliydi.

Ya kanalizasyon düzeninin olmadığı o dönemlerde kaldırım kenarlarından akan yağmur sularına ne dersiniz? Onların hepsi küçük birer derecik değiller miydi? Zaman zaman yağmurun şiddetiyle çoğalıp, daha da şiddetli akıyorlardı. Karşılarına çıkan ufak tefek taşların üzerinden aşarken, kanyonlardaki kayalıklarda azgınlaşan büyük nehirlere benziyorlardı. Biz de annelerimizin tüm karşı çıkmalarına rağmen, defter yapraklarından yaptığımız kayıkları o delice akan büyük nehirlerde yüzdürmeye çıkıyorduk.
Ne kadar da güzel yüzüyorlardı! Hepsi gerçek birer yarış teknesiydi sanki. Ta ki üzerlerinde yüzdükleri o azgın nehirlerin suyunu içlerine çekip de artık yüzemez hale gelinceye kadar arkalarından bakıyorduk. Bir yandan da üzerlerine yağan yağmur yüzünden ancak sokağın köşesine kadar sürebilen oldukça kısa bir yolculukları oluyordu.
Yine o dereciklerde yağmur yağarken oluşan baloncukları hatırlayın. Onlar;sanki biraz uçan daireler, sanki biraz denizin üzerinde yüzen şeffaf kürelerdi. Hayal gücüm bana üstlerine düşen yağmur tanecikleriyle pıt pıt diye patlayan bu baloncuklarla ilgili çok şeyler kurgulatabiliyordu.
Yağmuru izlemek her zaman keyifliydi.
Bunları düşünürken yolun nasıl bittiğini anlamıyorum.
Mudanya‘'ya vardığımda yağmurun burada gayet sakin yağdığını görüyorum.
Arabamı Mütareke binasının önünde bırakarak sokak aralarına giriyorum. Oralardaki bir camide yapılacak olan bir duaya katılmak için geldim buraya. Duanın başlama saatine kadar biraz zamanım var. O saate kadar oyalanmak için biraz dolaşmak istiyorum. Hava gayet ılık.
Bir sokak köşesindeki boş bir alanda kızağa alınmış epey büyük bir tekne duruyor. 
Diğer bir köşebaşında eski bir evi butik otele dönüştürmüşler. Otelin yanındaki eve de çok masraf edilmiş besbelli.  Bazı evler yıkılmak üzere. Bazıları aslına uygun olarak yenilenmiş. Mudanya'nın bu mahallesinde başka bir ruh var. O sokaklarda yürüyüp o evlere bakarken bu görüntülere doyamadığımı fark ediyorum.
Denize dik inen sokaklarındaki perspektifi, iki katı aşmayan ve hepsi denizi görebilen evleri, evlerin önündeki çiçekleri, kapıların önüne atılmış küçük masaları, sandalyeleri.. Ki yaz akşamları o masaların etrafındaki sohbetler ne kadar da doyumsuzdur.

Dolaşmaya devam ediyorum.
Bir evin kapısındaki merdivenlerde iki köpek kıvrılmış uyuyorlar. Yanlarına gidiyorum, hiç istiflerini bozmuyorlar. 
Denize doğru inen bir sokağa giriyorum. Yağmurda denizin nasıl olduğunu görmek istiyorum. Yukarılardan akan çamurlu sular yüzünden denizin yaklaşık ilk on metresi kahverengi bir renk almış.
Deniz kıyısından ayrılırken gözüme kapısının ve camının dışında kedilerin bekleştiği bir ev çarpıyor. Mutfak camındaki simsiyah kedi, pembe minik dilini dışarıya sarkıtmış bir halde bakıyor bana. 
Önünde yemek artıkları var. Diğer kediyse bir tekir. Evin kapısının önünde çömelmiş sessizce duruyor. Kendisini izlediğimi görünce biraz tedirgin oluyor. Dost muyum değil miyim muhakemesi yapıyor gözleriyle. Bütün endişesine rağmen durduğu yerden de ayrılmıyor. Kedilerle bakışırken arkamda da bir köpek kulübesi olduğunu fark ediyorum. İçinde de kollarını dışarıya uzatmış olarak gayet sakin oturan ve beni izleyen bir köpek varmış.
Dayanamayıp hepsinin fotoğraflarını çekmeye başlıyorum.
Kapıdaki hayvanlarla olan konuşmalarımı duyan ev sahibesi de bir yandan pencereden beni izliyormuş. Kendisini fark edince ben sokaktan, o pencereden karşılıklı birkaç laf ediyoruz. O birkaç laftan anlaşılıyor ki bizler birer kedi-köpek severiz. Ev sahibesi pencereden ayrılıp kapıya geliyor, kapıyı açıyor ve içeride gördüğüm manzara inanılmaz! Evin içinde ne kadar da çok kedi var..!

Hepsinin bakımını üstlenmiş, saçının boyasından dahi o hayvanlara bir paket daha fazla mama alabilmek için feragat etmiş bu kadına hayran olmamak elde değil diye düşünüyorum. Yaklaşık yarım saat sohbet ediyoruz. Duaya geç kalmamak için kendisinden izin istiyorum.
Hiç ummadığım bir yerde hiç ummadığım bir sohbetten aldığım hazla mutlu bir halde oradan ayrılıyorum.
Duanın bitiminden sonra eve dönerken yağmur da şiddetini arttırmaya başlıyor. Bir hava durumu deyimiyle anlatırsak; "yer yer sağanak yağışlı" yollardan geçerek nihayet evime geliyorum.
Ve;
Yağışın çok olduğu zamanlarda sıcak ve güvenli evde olmak gibisi yok diyorum...