21 Haziran 2018 Perşembe

Altın Sarısı Bir "Zerrin"

2015 yılının mart ayında "Savaş Kimi Vurur?" oyununu izleyip de Savaşın Öteki Yüzü başlıklı yazımı yazarken oyunun yazarı olarak karşıma çıktı ilk olarak.
Tığlıoğlu soyadını Kumyaka köyünden ve baba dostu Hulûsi amcadan biliyordum lakin Zerrin Tığlıoğlu kimdi bilmiyordum.
Sosyal medyadan buldum kendisini ve mesaj attım.
"Hulusi amcanın nesi oluyorsunuz, kızı mı, gelini mi torunu mu?"
Gelen mesaj nasıl da sıcaktı:
"Ah canım, keşke torunu olsam" 😊
Geliniymiş meğerse... 

Geç bir tanışma ile başlayan ve üç yılı deviren bir süreçte sanki doğduğumuzdan beri birlikteymişiz gibi yaşadık tüm zamanları.
Bir kahve içimi diyerek uğrayıp da saatler boyu ayrılamadım yanından.
Çok oturmaktan utandığımı örtmek için "Geldim biraz, kaldım bir yaz Zerrin ablacığım." diyerek takıldım ona.
Konuşurken daldan dala konduk, edebiyattan, sanattan, hayattan, insanlardan, hayvanlardan, çiçeklerden, böceklerden, var oluştan, yok oluştan, yemek börek tariflerinden, hayata dair bildiğimiz ve bilmediğimiz ne varsa hepsinden söz ettik saatler boyu.
Ben "Gideyim artık" dedikçe, "Gitme gitme Canancığım" diyerek oturttu beni yerime. "Uğur ağabeyin üst katta oturur, biz seninle sohbetimize devam ederiz" dedi hep.
Benim de gidesim yoktu ya, ayıp olmasındı işte. Öyle öğretilmişti zamanında, evin erkeği gelmeden misafirliği bitirmek gerekirdi.
Zamanında edilen tüm tembihleri unuttum ve o "Kal" dedikçe oturdum.
İyi ki de unutmuşum, iyi ki de oturmuşum...

Kirlileri Al, Bana Demlenmiş Anılarımı Getir
Ayşe Kulin'in Tutsak Güneş kitabındaki yazım hataları üzerine yazdığım "Bu kez Ayşe Kulin dokundu bana" yazımı okuduktan sonra kendi yazdığı "Kirlileri Al, Bana Demlenmiş Anılarımı Getir" kitabını iletti bana ve kitabı hakkındaki en samimi fikirlerimi istedi benden. Kitabı bir solukta okudum ve kendisini ziyarete gittiğim gün kitap hakkında ettiğimiz sohbeti kayda alıverdik amatörce. Kahkahalarla, anılarla, yaşanmışlarla ve yaşanacaklarla doluydu sohbetimiz. Onunla konuşmak her zamanki gibi bir ömre bedeldi...

Kitap Kurtları
O günün üzerinden günler geçti, sonra bir gün bana bir projesi olduğundan bahsetti.
İspanya'da kaldığı günlerde, içinde yaşarken yeterince fark etmediğimiz karmaşanın dışarıdan daha vahim göründüğünü ve ülkede gittikçe artan karanlıklara bir ışık tutmak istediğini söyledi. "Gel birlikte bir kitap kulübü kuralım" dedi. 6 Mart 2017 günü, buluştuğumuz Kahve Dünyası'nın küçük masasında, hemen orada aklımıza gelen dostlarımızı sıralayıverdik birlikte. Sonra hepsiyle görüştük tek tek ve 29 Nisan 2017 günü Zerrin Tığlıoğlu'nun evinde ilk buluşmamızı gerçekleştirdik.
Evini açtı bize, eviyle birlikte o büyük yüreğini de açtı ve böyle başladı "Kitap Kurtları"nın hikâyesi.
1 yıl boyunca 10 kitap okuduk. Her kitabın yazarından tut da yazıldığı döneme kadar olan tüm detayları o anlattı bize tek tek. Anlattıklarını bana mail yoluyla ulaştırarak düzenlememi ve metin olarak paylaşmamı, "Canancığım  sevgiler ve teşekkürler canım" mesajıyla rica etti. Her yazısını Facebook'taki Kitap Kurtları albümümüzün içine yerleştirdim. İstedim ki tüm bilgiler bir yerde dursun. Arayan kişi hepsini bir yerde bulsun...

Cumartesi Sohbetleri
Kitap Kulübü'nde genç yazar ve müzik insanı Semih Uçar'ı ve ikinci grupta da Uludağ Üniversitesi'nden Doç. Dr. Zeynep Dörtok Abacı'yı ağırlamıştık. 
Zerrin Hanım 13 Ocak 2018 günü Yavuz Bubik ile ettiğim sohbeti görüp Yavuz Bey'in bloğundaki yazılarını okuduğunda, "Canancığım, Yavuz Bey'i konuk alabilir miyiz kulübümüze?" dedi ve böylece 10 Şubat 2018 günü, ilk konuk olarak Yavuz Bubik'i ağırlayarak "Cumartesi Sohbetleri"mizi başlattık. İkinci konuğumuz Cüneyt Pekman oldu. Bu programın üçüncüsünü 23 Haziran günü Ayşe Alagöz ile yapacaktık.
Hep bir proje üretme, hep bir ışık olma, hep bir ışık saçma peşindeydi.
Hep "Daha ne yapabilirim?"in peşindeydi. 
Heyhat... 

Kestik!
Sahnede ne kadar kalacağımız oyunun yazarının elindeyse de, sahnede nasıl bir performans sergileyeceğimiz bizim elimizde.
Zaman hızla akıp giderken sahnede, zamanı durdurma gibi bir şansımız yok.
"Kestik!" dediği anda bitiyor sahne.
O zamana dek ne yaptıysak yaptık.
"Ama ben daha...." ile başlayan bir cümleye yer yok bu oyunda.
"Yapsaydın..." diyor hayat. "Gitseydin, söyleseydin, görüşseydin, sevseydin..." 
Zerrin Tığlıoğlu öğretmenimizin 3 Eylül 1951 yılında başlayan sahnesi 20 Haziran 2018'de aniden sona erdi.
"Kestik..!"

Hangi dil?
Kendisine verilen 60 küsur yılda sahnenin her santimetre karesinde dolu dolu yaşadı. Sahnesini sevgisiyle doldurdu. Konuştuğu tek dil ile herkese ulaştı, herkesin hayatına dokundu. 
Bir efsaneye göre Tanrı kendisine ulaşmaya çalışan insanların kendini beğenmişliğine, kibirli olmalarına kızar ve o zamana kadar tek dil konuşmakta olan insanların dillerini karıştırarak birbirlerini anlamalarını engeller. 
Lakin Zerrin Hocamız o tek dili konuşabilenlerdendi.
O dilin adı "Sevgi Dili"ydi. 

Altın Sarısı
Mısır Tanrıları (Gods of Egypt) filmine göre; tarihin başlangıcından önce Mısır ülkesi yaşamın doğum yeriydi. Onu yaratan tanrılara layık bir yerdi. Tanrılar yarattıkları insanlarla Mısır'da yaşamaya karar verdiler. Uzun boylu tanrıların damarlarında kan yerine altın akıyordu. 
Zecharia Sitchin'e göre Annunakiler dünya yüzündeki altın madenini işlemek için dünyaya gelen uzaylı kolonicilerdi. (M.Ö. 400 bin yıllarını işaret eden arkeolojik buluntulara göre, Mezopotamya bölgesinde kurumuş altın damarları var.
Tarih boyu altın neden hep önemliydi? Neden hep altın takılar taktı insanoğlu? Neden altın üzerinde döndü dünya?
Yoksa buldukları altını eritip tanrıların damarlarına mı akıtıyorlardı? 
Yoksa yeni tanrılar mı doğuyordu bu altın kan ile?
Zamanlar geçti, tanrılar bitti gitti, dünya tek bir tanrı ile yoluna devam etti.
Altın ise bu uzun yolculukta değerini hiç kaybetmedi.

Bazı insanlara "Altın Kalpli" dememiz o eski çağlardan gelmeydi belki de.
"Zerrin" adının bir anlamı da altın değil miydi?
Onun gözleri de altın rengi değil miydi?
Onun sözleri de altın değerinde değil miydi?
İnsan göklerin ve yerin çocuğu, gizemin parçası ve küçük kozmossa eğer, onun saçlarındaki ışıltılar altın tozları değil miydi?

Altın Sarısı bir "Zerrin" geçti bu dünyadan tüm zarafeti ve edasıyla salınarak.
Kuyruklu bir yıldızın ardında bıraktığı ışıklı izler gibi ışıl ışıl izler bırakarak ayrıldı aramızdan.
Okunacak, yazılacak, anlatılacak çok kitap, dinlenecek çok müzik, yaşanacak çok zamanlar bırakarak beklenmedik bir anda veda etti dünyaya. İçi yana yana anlattığı, çok genç yaşta kaybettiği yeğeni Mehmet'ine kavuştu adeta.
****
Övülürken yüzü kızaran, kendisi için üzülenlere kıyamayan biri olarak, gidişinin ardından yazılanları okuyor ve onun için dökülen gözyaşlarını görüyorsa eğer, bu üzüntüyü yaşattığı için bile çok üzülüyordur eminim. Bilirim, o kadar hassas, o kadar derin, o kadar duyarlıdır O.

Şimdi artık anılarımızı demlendirme ve onun ardında bıraktıklarını devam ettirme zamanı.
Ruhun şâd olsun canım Zerrin Güven Tığlıoğlu...
Yazdıkların ve ardında bıraktıklarınla ölümsüzlüğün kapısından çoktan geçtin sen.
Gözün arkada kalmasın, gözünün bebeği torunun Ayşegül de büyüdükçe ve okudukça tanıyacak seni...
Zerrin Tığlıoğlu kimdir?
Eğitimci, tiyatro yazarı. 1951 yılında Arhavi'de doğdu. İlk, orta ve lise öğrenimini Ankara’da Cumhuriyet Lisesi’nde tamamladı. Erzurum Atatürk Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü'nü bitirdi. Ankara Dikmen Lisesi, Bursa Kız Lisesi ve Bursa Necatibey Anadolu Teknik Lisesi’nde İngilizce öğretmeni olarak görev yaptı. 1992 yılında Bursa Kız Lisesi’nden emekliye ayrıldı. Tiyatro yazarlığına ilgi duydu. Eserlerinden yedisi TRT Radyo Tiyatrosu kuşağında yayınlandı, radyo için yazılmış tiyatro eserlerinden üçü TRT tarafından 2001, 2002 ve 2004 yıllarında ödüllendirildi. Resim çalışmaları yaptı, beş karma sergiye katıldı. Bursa’da Kurtuluş Savaşı dönemi olaylarından esinlenerek yazdığı Pûşide-i Siyah (Kara Örtü) adlı sahne oyunu Devlet Tiyatroları Genel Müdürlüğü Repertuar Kurulundan geçerek sahnelenmeye değer bulundu. Yapıtın prömiyeri 1 Ekim 2009’da Bursa Ahmet Vefik Paşa Devlet Tiyatrosu’nda gerçekleştirildi. "Kara Örtü" 2009-2010 sezonunda Bursa AVP Tiyatrosu'nda sahnelenmekle kalmadı, Ankara Küçük Sahne dahil 27 ilde kapalı gişe oynadı. "Kime Niyet Kime Kısmet" adlı iki perdelik oyunu TOBAV'ın Osmangazi Belediyesi tarafından organize edilen "Mehmet Şakir Paşa Oyun Yazma Yarışması"nda birincilik elde etti. Boğaziçi Üniversitesi Görme Engelliler Teknoloji ve Eğitim Laboratuvarı'nın internet kütüphanesinde engelliler için seslendirme kaydı olan 400 eser arasında dört eseri mevcut. Kitap, Kültür, Sanat Gazetesi (Book Culture Art Time's) tarafından bu yıl ilki düzenlenen "Altın Kalem Ödülleri"nde "Roman" dalındaki ödülün sahibi Zerrin Tığlıoğlu oldu. 
1986’dan bu yana Bursa Soroptimist Kulübü üyesi olan Zerrin Tığlıoğlu, Avukat İdris Uğur Tığlıoğlu ile evlidir ve bir erkek evlat annesi, bir gelin kayınvalidesi, bir kız torun babaannesidir.
Güzel kadın, özel kadın, yaşsız kadın, tekrar buluşuncaya dek hoşça kal...

17 Haziran 2018 Pazar

Üvey Baba

Eski Türk filmlerinde üvey babaların gaddarlıklarını, el kadar sabilere acımasızca attıkları dayakları, çocukları insafsızca hırpalayışlarını, evlatları işkence görürken biçare annelerin döktükleri gözyaşlarını korkuyla izlemişsinizdir. 
Kendinden olmayanı reddetmekte ve yok etmeye çalışmaktadır üvey olan.
En derinlerdeki kanunlara uymaktadır ne yaptığını bilmeksizin.

Ormanda en vahşi haliyle bugün de sürmektedir bu kanun.
Sürünün liderliği için dövüşür erkek aslanlar mesela.
Eski lider dövüşte yenilip de liderliği kaybettiğinde sürüden atılır. Yeni gelen geçer başa ve eski liderin yeni doğmuş yavrularını boğup parçalar. 
Der ki en güçlü benim, benim kadar güçlü yavrular olmalı bu sürüde. 
Üstelik yavrusu olduğu kadar çiftleşmeyecektir dişi aslanlar da.
Erkek aslan en kısa yoldan giderek gereğini yapar ve kendi krallığını ilan eder.
Artık alfa erkek odur.
Dişiler onun kadar güçlü aslanlar doğurmalıdır bundan böyle.
Ta ki genç bir aslan gelip de yaşlı kralın tahtını sarsana kadar sürer gider bu hikâye.
Sonra al baştan yaşanır her şey.
Nihayetinde tarih tekerrürden ibarettir...  
****
İnsan evladı binlerce yıldır bu ikilem arasında yaşamaktadır hayatını.
Medenileşme süreci içerisinde merhameti, vicdanı ve ahlâkı öne çıkartarak içindeki ilkelliği frenlemeye çalışmıştır. Üstelik bu yolculukta çok da yol almıştır. 
Lakin içindeki vahşetin sesine uyup baştan çıkma meselesi de bir anlıktır.
O medeni insan en hain, en acımasız, en vahşi, en en en en kötü yaratığa dönüşebilir o bir anda.

Profesör Günter Blobel'e göre bütün canlılarda bir vahşet geni var ve ayrıca beyinde de bir saldırganlık merkezi bulunuyor.
Fareler üzerinde yapılan deneylerde, sakin sakin oturan bir farenin zulüm merkezine ışın verildiği zaman fare birdenbire saldırıp öteki fareyi dişliyor, ısırıyor, kanatıyor ve öldürmek istiyor, ışın kesilince yine sakinleşip, köşesine çekilerek oturmaya başlıyor.
Blobel gibi Freud da insanda yıkıcı bir gen olduğuna inanıyordu. 

Yok edemediğimiz için üzerini medeniyetle sıvadığımız ve sıvanın hiç olmadık bir anda çatlayıverdiği genler olsa gerek bu genler. 
Hele de üzerimize sürekli ışın tutulduğunu düşünürsek, çatlayıp patlamamak ne mümkün...
****
Mesele güç meselesi olduğunda hemen devreye o ilk güdüler giriveriyor.
Tıpkı kötü üvey babalar gibi kendinden olmayanı reddetmeye, aleyhine konuşan dilleri kesmeye başlıyor gücü eline geçiren. Korku imparatorluğunun korkunç kralı olmaktan aldığı haz kendi gözlerini kör, kendi kulaklarını sağır ediyor. 

Ta ki sevecen bir baba adayı gelip de kendinden olan olmayan tüm evlatları kucaklayana kadar sürüp gidiyor bu hikâye.
Vahşet bir güdüyse, sevgi de bir güdü nihayetinde.
Sevilmek istiyor insan evladı.
Başı okşansın, yüreği ısıtılsın istiyor.
Güven istiyor, heves istiyor, heyecan istiyor, inanmak istiyor.
Korkarak ve korkutularak değil, severek ve sevilerek yaşamak istiyor.
Haliyle umut vaat eden güler yüzlü adaya sarılıyor tüm korkutmalara inat.
Onun çevresinde birikmeye, onun gözünün içine bakıp, onun sesine kulak vermeye başlıyor. 
Sevginin aydınlığı korkunun karanlığını boğmaya başlıyor böylece.
Kimin kim olduğuna bakılmaksızın tüm evlatlar birbirine kenetlenip güçleniyorlar hep birlikte.
Hepsine kucak açıyor, hepsini ayrı ayrı bağrına basıyor babaları da.
Büyük bir aile oluyorlar hep birlikte...
****
Kendinden olana babalık yapmak kolay, marifet kendinden olmayana babalık yapmakta.
Yazının başlığındaki gibi; kendi öz evladına üvey olan öz babalar var, kendinden olmayan çocuklara öz olan üvey babalar var.
Kısacası üvey baba vaaar, üvey baba var...

10 Haziran 2018 Pazar

Ders ver Türkiyem

Seçim havasını yaşayan cânım ülkem kıpır kıpır.
Bir şenlik, bir neşe, bir umut, bir heves, bir heyecan sardı dört bir yanı ki tadından yenmez.
Eğlencesi desen ona keza.
Al eline çiğdemi, çitleye çitleye izle.
Birçoğu sağlam olsa da bazıları çılgın vaatler, taviz üstüne tavizler, mikrofonlardan birbirini halka şikâyet etmeler, geçmişten örnek, gelecekten ümit vermeler, suçlamalar, dedikodular, yalanlar, dolanlar, sallamalar, haykırmalar, alkışlamalar, ne ararsan var.

Tabi bir edilen laflara, bir de edilen lafların sahiplerine bakacaksın. 
"Yaptıklarımız yapacaklarımızın garantisidir" sözünü kale alacaksın. 
Alacaksın ki kararını ona göre verebilesin.

Çalmış mı mesela, kandırmış mı mesela?
Ya da;
Çaldırmış mı mesela, kandırılmış mı mesela?
Gidip gelip seni azarlamış mı mesela?
Her seçimi şaibeli kazanmış mı mesela?
Yaptığı her sınavı eline yüzüne bulaştırmış, yüz binlerce öğrenciye ve ailelerine gözyaşı döktürmüş, gençlerin geleceğini çalmış ve o insanların ahını almış mı mesela?
Devletin kurumlarını babasının çiftliği gibi görmüş mü mesela?
Sana hizmet vereceğim diyerek seni soyup soğana çevirmiş mi mesela?
Her lokmayı kaşıkla verip sapıyla çıkartmış mı mesela?
Geçmişime sahip çıkacağım diyerek işine gelmeyen kahramanları ve kahramanlıkları karartmış, işine gelenleri ise cilalamış mı mesela?
Üç gün önce söylediğini üç gün sonra yalanlamış mı mesela?
Gözüne baka baka attığı yalanlar ile seni adam yerine koymadığını ilan etmiş mi mesela?
Sana "1" verip, kendine "3" almış mı mesela?
Hâttâ; 3 de yetmez 5, 5 de yetmez 7 taneyi kendime alayım demiş mi mesela?
Kısacası, hak yemiş mi mesela?
Anlamsızca güçlenip, anlamsızca zenginleşmiş mi mesela?
Kendisini astığım astık kestiğim kestik yarı tanrı bir yaratık olarak görmüş mü mesela?
Konuşurken, pardon okurken, prompterlar kararınca dut yemiş bülbül gibi susup kalmış mı mesela?
Kendi gölgesinden bile korkar hale gelmiş mi mesela?
Korku dağları bekler misali, halkın arasına karışırken, karıştığı halkın yarısı korumalardan ibaret olmuş mu mesela?
Korkusunu bastırmanın yolunu korkutmakta bularak, sosyal medyadan iki muhalif laf eden emekli teyzeye dava açacak ya da sistemi protesto eden liselileri tekme tokat içeri aldıracak kadar çıldırmış mı mesela?
Camiye özel fotoğrafçısıyla girip, herkes secdeye varmışken o kıyamda durup poz vermiş mi mesela?
"Beraber yürüdük biz bu yollarda" şarkısını avaz avaz söylerken, "değiştir" komutuyla birlikte, "Yollarımız burada ayrılıyor" şarkısına dikey geçiş yapmış mı mesela?
Yol göstericilerinden N.F.K.'nın "Yola çıktıklarını yolda bulduklarına değişirsen, hem yolunu kaybedersin hem dostunu" sözündeki gibi, hem yolunu, hem dostunu kaybetmiş mi mesela?
Yoksa yeni yollarda yeni dostlar mı bulmuş mesela?
Ya da yürüdüğü yolları unutup, geldiği noktayı "kendinden menkul" sayıp, "Bundan böyle hep yek, hep tek başına" şarkısıyla zıp zıp zıplamaya başlamış mı mesela?
Sanki bunca yıldır biz de bu memlekette yaşamıyormuşuz gibi eski günleri bize anlatarak tereciye tere satmaya kalkışmış mı mesela?
Tarihten bihaber tarihi, sanattan bihaber sanatı, bilimden bihaber bilimi, spordan bihaber sporu, ekonomiden bihaber ekonomiyi, eğitimden bihaber eğitimi, dinden bihaber dini paket yapıp bize "yedirmeye" çalışmış mı mesela?
Ettiği her büyük yalan kelam teknoloji marifetiyle bir TIK'ta ufalanıp bin parçaya bölünmüş ve civcivlere yem olmuş mu mesela? 

Sorular uzar gider;
Olmuşlar olmamışlar bir yana, biraz da "Bir ihtimal" soruları soralım:
Prompter'da yazsa "Yazıyı da biz bulduk"tan başlayıp tekerlekten çıkar mı mesela?
Prompter'ı hacklense ve şeffaf ekranda taze fasulye tarifi belirse, o tarifi de bize aynı tonlamalarla okur mu mesela? 
Sandıkta yine hile yapar mı mesela?
Var olduğunu söylediği A Planı, B Planı, C Planı nelerdir mesela?

Büyük kalabalıklar artık değişim istiyoruz diye haykırırken bu sese kulaklarını daha ne kadar kapatır mesela?
Seçimi kaybedince ne yapar mesela?
****
Öte tarafa baktığında;
Yıllardır meclis kürsüsünden yapılan her haksızlığa kâh çatır çatır, kâh ince ince isyan eden bir aday var.
Cumhurbaşkanı adayı olduğundan bu yana halka prompterdan değil yüreğinden seslenen.
Korkudan değil sevgiden beslenen.
Azarlayan değil kucaklayan.
Çatınan değil gülümseyen.
Sus pus olan değil, deneyimleri ışığında efendice, zekice ve esprili cevaplar veren.
Gençlerin sesinden rahatsız olmayıp, onların sesine kulak veren ve geleceği gençlikte gören.
Dünyadaki değişim rüzgârını yakalamış, yelkenlerini bu rüzgârla şişirmiş, dümeni de Çankaya'ya kırmış, uçarcasına gelen bir YENİLİK.
Yenilikle birlikte HEVES.
Hevesle birlikte ÇALIŞMA.
Çalışmayla birlikte İLERLEME.
İlerlemeyle birlikte REFAH.
Refahla birlikte HUZUR...

Sen olsan hangisini isterdin mesela?
Yaptıkları yapacaklarının garantisi olan adayı mı, yapacaklarının enerjisi ile yerinde duramayan adayı mı?
Hadi bakalım Türkiye, bırak inadı da ders ver.
Ver ki yeni gelecek olan da verdiğin dersten ders alsın.
Alsın ve üç gün sonra o da havalanmasın...

4 Haziran 2018 Pazartesi

Yaaaa!

İtiraf ediyorum;
Kendisini dinlerken kendimi hiçbir şey bilmeyen, hiçbir şeyi birbiriyle ilintilendirmeyen, hayattaki hiçbir detayı fark etmeyen, tarihten bihaber zavallı bir cahil buluyorum. Hele de onun anlattığı olayları birbiriyle kesiştirdikten sonra kendisini izleyenlere bakıp da "Yaaa..." duruşuyla bir kez daha yerin dibine giriyorum.
Bir yandan da öğrendiklerim için, için için seviniyorum.
Kendisini her izlediğimde bunu bana yaşatan Sunay Akın'dan başkası değil elbet.
Televizyondaki programlarını siz de izlemişsinizdir defalarca. 
Kendisini sahnede ilk izlediğimde "Bir Ummansın Sunay Akın" sözleri dökülmüştü dilimden ve aynı başlıkla kaleme almıştım yazımı.

"Direklerarası Mahya Işıkları"
Sunay Akın bu kez Nilüfer Belediyesi'nin önündeki Cumhuriyet Alanı'nda ramazan boyu kurulan Ramazan sokağının konuğuydu. Her daim yanında taşıdığı 'Mahya Işıkları'nı minareden minareye değil, direkten direğe asıverdi gece boyu Sunay Akın. Astığı kandillerin ışığında ışıl ışıl aydınlandık tüm gece. Söylediklerinin pek çoğuna şaşırdık. Bildiklerimizi bir kez daha yinelemenin hazzını yaşadık.
Tarihimizi yeterince bilmemekti en büyük ayıbımız.
Sunay Akın bu eksikleri tamamlama çabasındaydı. Ondan başka da böyle anlatan yoktu.
Malum, Sunay Akın'ın söze nereden başlayacağı, nerelere düğüm atacağı, sonra o düğümleri çözüp sözünü nerelere çıkaracağı bilinmez.
Sene 341 diye başlar, bir bakarsınız Cilalı Taş Devri üzerinden dolanıp Uzay Çağı'na gelmişsiniz.
Bir haritaya kuşbakışı bakmak gibidir onun konuşmaları. Anayollar vardır anlattığı bölgede, bir de anayolları birbirine bağlayan ara yollar, patikalar. Dağlar tepeler aşar sözleri, patikaları tali yollara, tali yolları anayollara çıkartır. Yolları birbirine bağlarkenki ustalığı şaşırtıcıdır.
O da bu şaşırtmacadan haz alır ve izleyicinin gözlerinin içine bakarak "Yaaa"sını çeker bir güzel.

Sıyam, Oruç, Işık, Oku
Sıyam'ın Kur'an'da neden oruç anlamına geldiğini ışık ve aydınlanma ile anlatır mesela.
Oradan İkinci Dünya Savaşı esnasında Almanlar tarafından bombalanan Londra Kütüphanesi'ne çıkartır yolu. Yıkık dökük kütüphaneden kitap seçen insanların fotoğrafını gösterir arkasındaki perdede. "Savaştan korunmanın yolu okumaktan geçer" der. "Kutsal kitabımız OKU ile başlamaz mı?" der.
Bir kitap yeter anlatmaya
Yine İkinci Dünya Savaşı'nda Paris'i işgal eden Alman askerlerinin Mussolini ve Hitler'in fotoğraflarını her yere zorla astırmaya çalışmalarını, bir kitapçı dükkanına da aynı şeyi yapmasını istediklerini, isteklerinin yerine gelip gelmediğini kontrol etmek için geri geldiklerinde kitapçının camekanına Mussolini ve Hitler fotoğraflarının arasına Victor Hugo'nun unutulmaz eserini yerleştirmesini anlatır. (O kitabın adı hemen aklınıza geldi değil mi? Mussolini, Hitler ve Sefiller. Hepsi ayrı unutulmaz. Hepsi ayrı hatırlanır. Yaşattıkları ile tarih içinde hepsi kendi yerini alır.)

Bisikletli Çocuk
İkinci Dünya Savaşı ile devam eder sonra Sunay Akın. "Bisikletli Cahit Sıtkı Tarancı'yı arar gözlerim her savaş görüntüsünde" der. "Cahit Sıtkı’nın filmini çekmek isterim biliyor musunuz?" der. İkinci Dünya Savaşı başladığında Paris’te, Türkiye'den giden Türk öğrenciler vardır ve bu öğrenciler savaşın ortasında sıkışıp kalmışlardır. Cahit Sıtkı Tarancı da o öğrencilerden biridir. Bir bisiklet bulur Tarancı, bir de İsviçre'ye giden yolları gösteren bir harita. Yaklaşık on gün pedal çevirerek İsviçre'ye varır ve kurtulur savaştan. (Bugün de -3 Haziran Dünya Bisiklet Günü-dür zaten)

Fikirler, Tepeler ve Sefiller
Söz Paris'ten İsviçre'ye, oradan da İstanbul'a nasıl uzanır anlamazsınız. Vatan şairi Namık Kemâl'in adını koyduğu bir semte, Fikirtepe'ye çıkartır yolu. "Fikirtepe'nin adı neden Fikirtepe'dir bilir misiniz?" der. Orada fikirlerin uçuştuğu bir evden bahseder ve bir de Fikirtepe'nin şimdiki haline bakın der. Sözü Namık Kemâl'in son nefesini vermeden önce okuduğu kitap ile bağlar. "Sefiller!"
Cumhuriyet tarihinde dolanırken Atatürk'ün dokuz yıl boyu çıkarttığı bir dergiye gelir söz. Oradan Hititler'e uçup, oradaki sapından püskül sarkan sazı alıp günümüze getirir. "Anadolu'da 'Telli Kur'an' denilen saz yere konmaz, saz sapındaki bir ip ile duvara asılır" der. Alışkanlıklarımızın derinliğini serer gözler önüne. Atatürk'ün semtlere verdiği isimlere dikkat çeker. (Etiler, Akatlar) Kurulan bankaların isimlerini hatırlatır. (Sümerbank, Etibank)
"Nota bileceksin!"
Satranç oyuncusu gibi öngörüsü vardır Atatürk'ün. Kültür politikası vardır. Diline, tarihine ve coğrafyasına sahip olsun ister Türk halkı. O yüzden Ankara Üniversitesi'nde, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi'ni kurar. Yıllar ve yıllar sonrasını gören iyi bir satranç oyuncusudur o.
Anadolu sazından orkestraya getirir sözü sonra. "Elindeki enstrüman ne olursa olsun nota bileceksin. Orkestraya nota bilmeyenleri almayacaksın" der. Ülkede herkesin farklı söyleminin olmasını farklı enstrümanlara benzetir. Lakin her enstrüman çalan orkestraya (yönetime) girecekse eğer nota bilmelidir!

"Güneşi tepeye alacağız, gölgeler yok olacak" 
Müzikten seçimlere, seçimlerden ibadete getirir sonra sözü. Dünyanın en güzel ibadethanesinin neresi olduğunu sorar. Mimar Sinan'ın çıraklık döneminde yaptığı, Eyüp'teki Defterdar (para verme konusunda pek Nazlı olan) Mahmut Efendi Camii'dir bu ibadethane. 1541 yılında yapılan cami, minaresinin âleminde hokka ve divit bulunan tek camidir. Fırtınalı bir havada hokka ve kalem düşüp kırılır. Sunay Akın'ın çabasıyla 30 Mayıs 2007 günü hokka ve kalem tekrar yerine konur. "Bu mabet İtalya'da, Fransa'da, Almanya'da, İngiltere'de bir mabet olsa hepimiz bilirdik. Derdik ki; vay be, adamlar ne kadar medeni. Yazı araç gereçlerini en yukarıya koymuşlar. Gider önünde resim çektirirdik." der Sunay Akın. 
Haksız mıdır?
Osmanlı'dan Osmanlıspor'a!
Kültürel zenginliklerimizi bir bir sıralarken "Bir milletin zenginliği hisse senetleriyle değil hisleri ile ölçülür" der. "Osmanlı'yı iyi tanı, Osmanlı ile Osmanlıspor'u karıştırma" der. "Ülkemizin içinde olduğu hastalık Alzheimer" der. 
Osmanlı'ya neden Ottoman denir, Otto nedir bunun açılımını yapar. "İngilizler'in 'adam' dedikleri 'man' sözü de bizden almadır. Ada ülkesinden söz mü çıkarmış!" der. Ateş'e od dediğimizi, Ottoman'ın da "Ateş Adam" olduğunu söyler.

Gökten toplanan yıldızlar
İlk mahya 1617'de yeni yapılan Sultan Ahmet Camii'ne kurulur. İki minare arasında kandiller yanar ışıl ışıl. Gökten toplanan yıldızlarla yazılmıştır sanki mahyalar. Lakin mahya asmak için iki minare gereklidir. Üsküdarlılar, 'Mahya isteriz!' diye iskele önündeki Mihrimah Sultan Camii'ne bir minare daha yaptırmışlardır. Eyüp Sultan'ın minareleri mahya kurulmak için yükseltilmiştir. 
Lakin yağmurda kurulamaz mahyalar. Birisi akıl eder ve içine su almayan kandil yapar. Bu kandillerden oluşturduğu "Şemsiye" resmini asar mahya olarak. O günden sonra Ramazanda hava yağmurlu olunca ateşten "şemsiye" mahyası kurulur minareler arasına. 
Görüldüğü üzere sadece "yazı" da yazmaz mahyalarda. İlk 15 gün yazı, son 15 gün resim yanar iki minare arasında. Her caminin mahyasında her gece başka bir resim vardır. O yüzden teravih sonrası cami cami gezilir, her caminin mahyası ayrı seyredilir. Bu adet ta o zamanlardan gelmedir.  
Şairin dediği gibi süngü değildir minareler. İlimdir, sanattır, yeniliktir.

"Tanrı'dan başka yoktur tapacak"
Mahya resimlerinde resmedilen 4 çift kürekli kayıklarda, 5 çift kürekli olması gereken ama 7 çift kürekli olan Fransız elçisi La Valette'nın kayığından Ahmet Vefik Paşa'ya, oradan da Ahmet Vefik Paşa Tiyatrosu'na uzanan hikâyeden minarelere, oradan ilk ezana, ilk ezanı okuyan Habeşli Bilâl'e gelir söz. 
Bir köledir Bilâl. Lakin  onu seçer Hz. Muhammed. "Tanrıdan başka yoktur tapacak" diye seslenir göğe Bilâl. Sunay Akın ezanı anlatırken, tam da o anda okunur yatsı.

Nereden nereye?
1827'de Brandenburg'da doğan, evdeki bitmek bilmez kavgalardan etkilenmesin diye yakınları tarafından bir yetimhaneye verilen, 12 yaşında Berlin'deki yetimhaneden kaçarak Hamburg'a, oradan da bir gemi ile İstanbul'a gelen bir çocuğu anlatmaya başlar sonra. Carl Dedloid adındaki çocuğun gemiden atlayarak Kız Kulesi'ne çıkışı, Kız Kulesi'nde kalan cüzzamlılar, Türkan Saylan derken, o çocuğun (Almanların geri istemesine rağmen) geri gönderilmeyerek kendisine Mehmet Ali adının verilişini, iyi bir eğitim alması için askeri okula gönderilişini, Osmanlı askeri olarak gittiği Kırım Harbi'nden sonra Kırım'dan Mehmet Ali Paşa olarak dönüşünü dinleriz Sunay Akın'dan. O çocuk 1878 yılında Berlin Anlaşması için Berlin'e gittiğinde, zamanında kaçtığı yetimhaneyi de ziyaret eder. Ancak Almanya'dan dönerken Arnavutluk'ta linç edilir. Üç kızı vardır Mehmet Ali Paşa'nın. Gün gelecek, büyük kızı Leyla'dan doğan torunu Celile'nin oğlu, Nâzım Hikmet olacaktır... 
İkinci Dünya Savaşın'a karşı gelir diye 1938'de tutuklanır Nâzım. 12 yıl hapiste kalır. Onunla birlikte Ömer Deniz de suçlanır ve Sinop'ta altı yıl hapis yatar Ömer Deniz. Suçu ise, Beyoğlu'nda bir sinema çıkışında o zaman askeri öğrenci olan Ömer Deniz'in Nâzım Hikmet’e bir dosya uzatarak; "Efendim ben de şiir yazıyorum şiirlerimi okur musunuz." demesidir. Altı yıl hapisliğin sonunda mesleğine geri dönemez Ömer Deniz. Hapiste öğrendiği tahtadan yontma oyuncaklar yapmaya başlar. Bu mahareti kendisine meslek edinir. Bir gün kapısında kendisine çırak olmak isteyen 7-8 yaşlarında çelimsiz bir çocuk belirir. "Hadi bakalım tekneye sen de bin" diyerek kabul eder onu Ömer Deniz. Yoksa kendini zor geçindiriyordur. Çocuk her gün dükkâna gelir ve oyuncakları boyar. Çocuk bir gün kendisinin hiç oyuncağı olmadığını söyler Ömer Deniz'e. Ömer Deniz de ona oyuncak yapacağına söz verir. Ve ertesi gün sabah olduğunda iki kukla verir çocuğun eline. Çocuk kuklaları alır, koşar arkadaşlarının yanına. 5-6 arkadaşıyla o gün okulu kırar ve terk edilmiş bir evin, yıkık virane bir odasında, Ömer Denizin yapmış olduğu ilk oyuncaklarıyla ilk gösterisini yapar. O çocuk kimdir mi dediniz?
O çocuk o gün başlayan sanat hayatının onu getirdiği yerde, bugün şimdi sanata karşılıksız yatırım yapan oyuncu Müjdat Gezen'dir...
****
Sunay Akın kendisini izleyenleri oradan oraya savurduğu gösterisini "Sürçü lisan ettiysek affola" sözleriyle tamamlar. Eline telefonu alıp Görçek'ini çekmeyi de ihmal etmez.

Sözlerinin arasında kendisini izleyen bir çocuğa "Bir ülkenin geleceği bir çocuğun hayallerindedir" dediğinde, içindeki çocuğun heyecanı her kelimesinden yansıyan, kendisi de büyümemiş bir çocuk olduğunu görürüz onun. Onun da hayalleri vardır.
Onun en büyük hayali, anlattığı tüm bu karakterleri tek tek sinema filmi yapabilmek ve daha fazla kişiye ulaşabilmektir.
Bu vesile ile insanlara onurlu geçmişlerini anlatabilmektir.
Ki insanlar bilimi ve sanatı tekrar keşfetsinler, geldikleri yer ile içinde bulundukları zamanı iyi idrak etsinler.
Yoksa o zamana kadar her anlattığı "bilinmeyenin" ardından bizim yüzümüze bakıp sıkı bir "Yaaaa!" çekecektir Sunay Akın...