26 Ekim 2021 Salı

Uykusuz Hekim Sağlığa Zararlı

Bir insana yapılabilecek en büyük işkencelerden birisi de "uykudan yoksun bırakma" işkencesi olmalı. 
Bazen bu işkenceci gözü dönmüş bir cani, bazen de dünyaya gözlerini yeni açmış dünya tatlısı bir bebektir.. 
Lohusa anne gözlerinden uyku akarken bebeğini emzirmeye, altını temizlemeye, fıldır fıldır gözlerle benimle oyna diyen bebeği ile oynamaya çalışır. Hormonlarının ve bedeninin alt üst olmasına ek olarak gelen uyku düzeninin bozulması taze anneyi çıldırmanın eşiğine getirebilir. O yüzden de yeni doğum yapmış kadın "belli bir süre" yalnız bırakılmaz denir, başında beklenir.
Arife gününden bayram sabahına kadar çalışıp çok yorulan büyüklerimizin bayram yemeğinden sonra, başlarının öne düşüp uyuklamalarına kıkır kıkır gülerdik hep. Çocuk aklımızla anlamazdık biz mışıl mışıl uyurken bize bayramlık yetiştirmek için geçirdikleri uykusuz geceleri, yorgun bedenleri.
Uykumu almadığım günlerde zombi misali etrafta gezerken, yaptığım hiçbir işten (önce kendime olmak üzere) kimseye hayır gelmediğini gördüm. Nöbette uykusuz kalanların, vardiyalı çalışanların, günde üç saat uyuyarak yaşayanların bu düzensizliğe nasıl tahammül edebildiklerini hiç anlayamadım.
O uyku zamanında uyunacak, vücut toparlanacaktır ki sistem kendisini yeniden başlatabilsin.
(Bu arada; uykusuzluk kadar aşırı uyuma da bir sağlıksızlık belirtisi. Önemli olan kaliteli uyku.)

Ömrümün üçte birini uykuda geçiriyorken, "Ah ah, cânım zamanlar boşa gidiyor!" diye hayıflanıyorum bazen. Uyumasam ve uykuda geçen saatlerimi canlı canlı yaşasam ne güzel olur diyorum, ama bunun için de her gün bir o yana bir bu yana ışınlanıp, dünyanın uyumayan yüzünü kovalamam gerekeceğini düşünüyorum. 
İşin içinden çıkamayıp, uykum geldiğinde yatıp uyuyorum. Genellikle de uyuyarak iyileşiyorum. 
Uykusuzluğa dirençli olmayan biri olarak, bakalım uyku konusunda Google'da neler yazıyor diyorum sonra da. 
Uyumazsam ne olur, uyuyunca ne olur konusunu araştırırken yabancı bir kaynaktan çevrilmiş bu yazıyla karşılaşıyorum. 

Uykusuzluk
Uyuma dürtüsünün neden bu kadar güçlü olduğu bilinmiyor diyor yazıda. Uykunun tam olarak nasıl bir fonksiyonu olduğunun hâlâ açıklanamadığını, uykunun genel olarak vücudumuzdaki sistemleri yeniden ayarladığını, ayrıca düzenli ve gerektiği kadar uyumanın iyileşmeyi sağladığını, bağışıklığı güçlendirdiğini ve metabolizmayı düzenlediğini gösterdiğini yazıyor.
Yeterince uyumama halinde ise diyabet, kalp hastalıkları, obezite, depresyon ve diğer rahatsızlıklara dair risklerin arttığı, ihtimal ki, bu yüzden uyumamız gerektiğinde yorgunluk, enerji azlığı, gözlere bastırılıyormuş hissi, uykuya karşı direndikçe ise konsantrasyonumuz ve kısa dönemli hafıza oluşturma yeteneğimizin dibe vurduğunu söylüyor.
Tüm bu yan etkileri görmezden gelirsek akli dengesizliğin baş göstereceğini; ruhsal bir gelgit, paranoya ve halüsinasyon başlayacağını, kanda adrenalin ve kortizol gibi stres hormonlarının artacağını, tansiyonun yükseleceğini; kalp ritminin düzensizleşeceğini, bağışıklık sisteminin sarsılmaya başlayacağını, uykusuz kalan insanların bu nedenle daha kolay hastalanacağını yazıyor.
Günlerce uyumamak aşırı terlemeye, gözbebeklerinin iğne ucu kadar küçülmesine neden olup, birkaç hafta sonra ise uykuya dalma hali, uyurgezerlik ve istemsiz kas hareketleri başlayıp, kilo kaybı ve demansa (bunama) neden olup, ardından da ölüm baş gösteriyormuş.
Burada ölüme uykusuzluğun değil, hastalığın beyinde yarattığı hasarın neden olduğu düşünülüyormuş. Yazıda ek olarak, (İşkence yöntemi olarak uygulanan uykusuz bırakmadan dolayı tutukluların büyük acılar çektiği biliniyor; fakat bugüne kadar kimsenin öldüğü görülmemiştir.) diyor.
****
Lafı daha fazla dolandırıp uykunuzu getirmeden sadede gelelim.
23 Ekim’de, 36 saatlik nöbetinin ardından aracıyla evine gitmek için yola çıkan 25 yaşındaki Ankara Şehir Hastanesi Kadın Doğum Kliniği Asistanı Dr. Rumeysa Berin Şen, yol kenarında duran kamyona arkadan çarparak hayatını kaybetti. 
Bu da yıllardır “Çalışma şartlarımız bizi öldürüyor!” diyen hekimlerin seslerini bir kez daha duyurmak için haykırmalarına vesile oldu. Bursa'da bir araya gelen asistan hekimler, kaybettikleri meslektaşları Dr. Rumeysa Berin Şen’i anmak için Bursa Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi önünde toplandılar. Hekimler kamuoyuna, “Yorgun hekim, uykusuz hekim, tükenmiş hekim sağlığa zararlıdır” diye seslendiler. Uzun saatler süren nöbetlerin, ücret kesintilerinin ve baskıların asistan hekimleri ölüme sürüklediğini belirttiler. Rumeysa Berin Şen’in gün aşırı tuttuğu yorucu nöbetlerin ardından geçirdiği kazaya bakınca, bunun bir kaza değil, göz göre göre çalışma şartlarının sebep olduğu bir cinayet olduğunu söylediler.
Hekimlerin haykırışlarının Bursa Tabip Odası tarafından basın maili olarak yollanan halini elifine dokunmadan paylaşmak isterim sizlerle:
"Asistan hekimlerin çalışma şartlarının düzeltilmesi için kaç meslektaşımızın daha ölmesi gerekiyor?
Bir devlet memuru ayda ortalama 168 saat mesai yaparken bir asistan hekimin mesai süresi 360 saati bulmaktadır. Asistan hekimler çoğu branşlarda 36 saate varan sürelerde çalışıyor. Hekimler uykusuz, yorgun geçen gecenin ardından polikliniklerde 100’e yakın hasta muayene ediyor, gözleri uykudan kapanmak üzereyken ameliyata giriyor.
Hastalarımıza soruyoruz…
30 saattir çalışan asistan hekimin 80. hastası ya da ameliyat ettiği kişi olmak ister misiniz?
Biz asistan hekimler nöbet ertesi dinlenmeden mesaiye devam ettiğimiz gibi bir de gün aşırı nöbetler tutuyor, neredeyse ayın yarısında evimize gidemiyoruz. Maksimum ne kadar çalışacağımız hiç konuşulmazken maksimum ne kadar ücret ödeneceği ise her yerde karşımıza çıkıyor. Bu çok net ki, ucuz iş gücü olarak görülüyoruz. Performans sistemi nedeniyle ücret kesintisi yapılacağı zaman akla ilk gelenler hastanenin iş yükünü sırtlayan asistan hekimler oluyor.
İnsanca nöbet sayısı ve nöbet ertesi izin hakkını dillendirdiğimizde hocalarımız ve kıdemli asistan hekimler tarafından “Biz çalıştık, siz de çalışacaksınız.” Yanıtını alıyoruz.
HAYIR! Biz bu düzeni kabul etmiyoruz. Kışkırtılmış sağlık talebinin, basamaklandırılmayan sağlık sisteminin, belirsiz yönetmeliklerin, adaletsiz görev dağılımının yükünü SIRTLANMAYACAĞIZ!
Bizi bu şartlarda çalışmaya zorlayanlara soruyoruz…
Yanlışa yanlış demeden, yanlışın düzeltilmesi için çaba göstermeden iyi hekimlik yapılabilir mi? Ne zaman bu düzene dur demek için sorumluluk almaya başlayacaksınız?
Biz asistan hekimler artık yeter diyoruz.
Hekimlik yaparken dayatılan insanlık dışı çalışma şartları nedeniyle bir arkadaşımızı daha kaybetmeye tahammülümüz yok!
Uzmanlık eğitimi almak için geldiğimiz kliniklerde asıl görevimizin öğrenmek olduğunu hatırlatıyor, nitelikli eğitim İSTİYORUZ.
İnsanca çalışma koşullarının sağlanmasını adaletsiz görev dağılımına son verilmesini
TALEP EDİYORUZ!
Yataklı kurumlar yönetmeliğinde değişikliğe gidilerek nöbet ertesi izin hakkının ücret kesintisi olmaksızın ön koşulsuz tanımlanmasını İSTİYORUZ.
HATIRLATIYORUZ: Köle değil uzmanlık öğrencisiyiz, Yorgun hekim, uykusuz hekim, tükenmiş hekim sağlığa zararlıdır!

Uykusuz kişi canlı bomba
Yazıya başlarken uyku ve uykusuzluk üzerine pek çok söz söyledik.
Rumeysa Berin Şen ve daha nice vakalarda gördüğümüz üzere, uykusuzluğun yarattığı hasar sadece demans olmakla kalmıyor, uykusuzluk ile gelen dikkat eksikliği kişinin hem kendisini hem de çevresindekileri felaketlere sürüklüyor.
Çift şoför çalıştırmayan otobüs firmalarını, uyumadan saatlerce, belki günlerce yol yapan otobüs şoförlerini, direksiyonda uyuklayan TIR-kamyon şoförlerini ve bunların sebep olduğu kazaları hepimiz biliyoruz.
Uykusu gözünden akan şoförün kullandığı araca binmek ne kadar intiharsa, uykusuzluktan zihni paramparça olmuş bir hekimin karşısına çıkmak da öyle.
"İktidarın başı" hekimleri "halkın kölesi" haline getirip insafsızca çalıştırınca, hekimin kapısındaki "efendi" de aynı insafsızlığı gösterip hekime saldırmayı marifet zanneder oldu. 
Sağlıkçıların pek çoğu yurt dışına çıkıp, insanca çalışma ve insanca yaşama derdindeler. "Yakında hekimsiz, hemşiresiz kalacağız" diyor İlber Ortaylı.
Zor şartlarda çalıştırılan, şiddet gören, öldürülen ya da meslek hastalığı bile sayılmayan Covid-19 yüzünden ölen sağlıkçılar elimizden uçup gidince bakalım biz ne yapacağız...

Otomasyon 
Sistem tamamen dijitalleşip otomasyona geçtiği zaman uyku ve uykusuzluk gibi bir problemimiz olmayacak.
Yapay zekanın kullandığı araçlar içerisinde yol alırken uykusuzluk sadece biz yolcunun sorunu olacak. O da belki yol boyu uyuyarak aşılacak.
Yine yapay zeka ve dijitalleşme ile birlikte hasta muayene, bakım ve operasyonlar robotlara devrolacak.
Robotların uyku problemi olamayacak ancak bizim her halûkarda uykuya ihtiyacımız olacak.

Friedrich Nietzsche der ki, "Öyle kolay bir sanat değildir uyumak onun uğruna bütün gün uyanık durmak gerekir."
Immanuel Kant der ki, "''İnsanlardan ümit ve uykuyu alın, onu dünyanın en bahtsız ve en perişan insanı haline getirmiş olursunuz.''
Robert Louis Stevenson der ki; "Bir insanın yükü ne kadar ağır olursa olsun, onu ancak yatma zamanına kadar taşıyabilir."
Emil M. Cioran der ki; "Uykusuzluk hastalığı, yatakla bağdaşmayan tek kahramanlık biçimidir."

Melatoniniz dozunda, uykunuz derin olsun... 

26 Ekim 2021 / C.E.Y. 

(Kapak fotoğrafı 2013 yılında yapılan 'Uykusuz Doktor Ölüm Demektir' kampanyasında kullanılmış.) 

20 Ekim 2021 Çarşamba

Yazmak Lâzım Cancağzım

Erkan Solmaz'ın "Diğer Ülke Vatandaşı" kitabının imza gününde Şenol Gül bir kitap uzattı bana. "Okuyacağım ama elimdeki kitap bitince." dedim. Önce Erkan Solmaz'ın insanı zaman zaman ürküten, zaman zaman üzen, zaman zaman da hınzır hınzır ya da tatlı tatlı gülümseten öykülerden oluşan kitabını bitirdim. Sonra da sıradaki Ahmet Ümit'in Kayıp Tanrılar Ülkesi kitabını. 
Ahmet Ümit'in kitabını bitirince Şenol Gül'ün verdiği kitabı aldım elime. Babası Selim Gül'e ait olan "Efendi'nin Kızı, Babamın Evleri, Hestir ve Uçak" kitabını okurken, yazmanın ve arkada belge bırakmanın önemini bir kez daha anladım.

Köy Enstitüleri ile Değişen Bir Hayat
Şenol'un babası Selim Gül, Artvin'in Kaptahor köyündeki çocukluğunu, okumak için köyünden çıkışını, Köy Enstitüsü günlerini, evliliğini, öğretmenliğini, ev sahibi oluşunu, çocuklarını yetiştirdiği günleri bir bir yazarak bir kitap haline getirmiş ve gelecek kuşaklara çok kıymetli bir miras bırakmış.
Kitabı okurken o günleri adeta ben de yaşadım. Öyle sıcak, öyle samimi, öyle içtendi anlatım.
Ülkenin savaş sonrası manzarası, eğitimde verilen büyük mücadele, Köy Enstitüleri'nde eğitim gören çocukların değişen çehresi ile değişen ve gelişen ülke, azim, çalışkanlık, irade ve Cumhuriyet ruhu resmigeçit yaptı zihnimde. 
Ailesine düşkün, öğrencilerini de ailesinin bir ferdi gibi gören, bizim dönemlerimizin öğretmenlerinden biriydi o. 
Kitabın arka kapağında Selim öğretmenin evlatları Yücel, Şenol, Osman ve Ayşe tarafından yazılan not, Selim öğretmenin ve sevgili eşi Ayser Hanım'ın tüm o zorluklara boşuna katlanmadıklarını anlatıyordu.
Şenol'un sosyal medya hesabından aile fotoğraflarına baktım sonra. Her şey tam da yazıldığı gibiydi. 
Her şey çok değerliydi, çok güzeldi...

Köy Enstitüsü'nde Bir Genç Kız
Birkaç yıl önce Yeni Kuşak Köy Enstitülüler Derneği'nin Bursa buluşmasına annesi Kadriye Yeşilyaprak ile katılan Prof. Dr. Binnur Yeşilyaprak da bana "Arifiye Köy Enstitülü Annemle Damla Söyleşiler" kitabını imzalamıştı. Annesi ile röportaj tadında söyleşiler yapan Binnur Hanım bu damla söyleşileri toplamış ve kitaplaştırmış. 
Kadriye hanım, Köy Enstitüsü ile değişen hayatını, yatılı okul anılarını, arkadaşlıklarını, ilk öğretmenlik günlerini, evliliğini, 33 yıl süren meslek hayatını, değişen düzen ile büyük bir saldırıya maruz kalan, sonrasında da kapatılan Köy Enstitüleri'ni anlatmış. Kitap oluşurken bu anılara fotoğraflar da eşlik etmiş.

O kitabı okurken de, Selim Gül'ün babasının kitabını okurken de iyi ki yazmışlar dedim hep. 
İyi ki yazmışlar ve hem ailelerine hem de ülkelerine yazılı bir eser bırakmışlar.
Malum söz uçar yazı kalır. 
Söz kulaktan kulağa, nesilden nesile geçerken değişir, gerçeklikten uzaklaşır.
Yazı ise hep sağlamdır.
Kitaplar bize yüzyıllar öncesinden konuşur...

Şimdi-Geçmiş-Gelecek
İnsan çocukken ve büyürken 'şimdi'yi yaşayıp 'gelecek'i düşünüyor. Geçmişini hiç merak etmiyor. Anne baba yaşanmışlıkları anlatmaya çalışsa da ilgilenmiyor. Yaş kemale erip, çocukluk bitip, gelecek de gelince, geçmişe çeviriyor gözlerini. Kendisine kurulan hayatın meşakkatlerini, anne babasının ilk gençliğini, soyunu kökünü merak ediyor. 
Lakin o gün geldiğinde, geçmiş günlerin canlı tanıkları ya bu dünyadan göçmüş, ya geçmişi artık eskisi kadar iyi hatırlamıyor ya da artık eskisi kadar önemsemiyor oluyorlar. 
Anne babanın, büyükanne büyükbabanın, yakın akrabaların dimağları henüz gençken sorulmayan sorular, bugün sorulduğunda cevap alınamıyor. 
O yüzden akıl yerinde ve anılar henüz silinmemişken o günleri bir yerlere yazmak lazım.
****
Anı kitaplarının ardından kitaplığımdaki Lemanser Sükan'ın "Memleket Yollarında 1-2" kitaplarını, Zeki Baştürk'ün "Yaşamdan Yansımalar" kitabını, İ. Hakkı Tonguç'un "Eğitim Yolu ile Canlandırılacak Köy" kitabını çıkartıp koydum önüme. 
Sedef Kabaş'ın Muazzez İlmiye Çığ ile yaptığı sohbetlerden oluşan "Muazzam Muazzez" kitabı da göz kırptı karşıdan. "Bir kez daha okuyacağım seni, söz!" dedim ona. 

Bu kitaplarda hepsi (Tonguç'un kitabını kişisel anı kitabı dışında tutuyorum.) kendini, kendi geçmişini, kendi yaşadığı günleri anlatıyorduysa da, esas anlattıkları bir dönemdi, bir ülkenin tarihiydi.
Zaten, tarih tarih kitaplarından öğrenilmez, romanlardan, anı kitaplarından öğrenilir denmez miydi?

21 Ekim 2021 / C.E.Y.

3 Ekim 2021 Pazar

Ölmüşüz De Haberimiz Yok

Ölen insan öldüğünü bilmezmiş. 
Ölen kişinin yakın çevresi arkasından ahlayıp vahlarken o toprak altında doğaya karışmaya başlar hemen. Bazen de organlar toprak altında çürümesin diye organ bekleyenlere bağışlanır. Eğer ki ölüm şüpheli bir ölüm ise otopsi yapılır ve ölüm sebebi bulunmaya çalışılır. Kişi bir cinayete kurban gitmişse ve arkada delil kalmasın diye bedeni de ortadan kaldırılmaya çalışılmışsa ya yakılır, ya parçalara ayrılıp gömülür, belki çöpe atılır, ya asitte eritilir ya da başka bir yöntem ile ölü beden yok edilir.
Tüm bu yaşadıklarından ölünün haberi olmaz.
Paramparça edilse de, fırınlarda yakılsa da artık canı yanmaz.
Ölmüştür zaten...

Biz de tam öyleyiz sanki. 
Paramparça ediliyoruz, yerden yere vuruluyoruz, yalandan yalana savruluyoruz, kimsede tık yok.
Sedat Peker "Türkiye uyuşturucu trafik rotasında" diyor, yolsuzlukları, hırsızlıkları, kara para aklamaları, rüşvetleri, tüm kirli ilişkileri adlı adınca, tarihiyle saatiyle mekânıyla açıklıyor, savcıları göreve çağırıyor. Araştırın soruşturun diyor. Hükümet ise sessizlik pelerinine bürünmüş, söylenen hiçbir şeyi kale almıyor, adeta "yok" sayıyor, görmezden geliyor.
Diyanet İşleri Başkanı kendine nasıl bir vazife belirlediyse, neredeyse mahalle bakkalının açılışına bile elinde kılıç ile gidip bakkalı dua ile açacak.
Uzmanlık alanı ekonomi olan cumhurbaşkanımız sayesinde dolar 10 liraya dayandı. Faizler bir aşağı bir yukarı oynuyor. Merkez Bankası Başkanı bir aşağı bir yukarı indirilip bindiriliyor. Dolar-Euro ise hep yukarı, hep yukarı tırmanıyor.
Ak Partili olmayan belediyeler "topal ördek" misali çalıştırılmıyor. Başkan tarafından belediye meclisine sunulan her öneri, iktidar yanlısı meclis üyeleri tarafından sorgusuz sualsiz reddediliyor. Halka hizmet Hakk'a hizmetmiş, onların umuru olmuyor.
Öğrenci yurtları yetersiz, ev kiraları arşı aleme çıktı. Üniversite için şehir dışına çıkan gençler sokakta kalıp isyan edince adları "Gezici"ye çıkıyor.
17 yaşında bir kız çocuğu ailesi tarafından yıllarca erkeklere pazarlandığını haykırıyor. 12 yaşındaki çocuk için sıraya giren koca koca adamlar, kızın yaşının küçüklüğüne bakmadan küçük kızın narin bedeni üzerinde şehvetini söndürüyor. Sonra da -ihtimal ki- kahvede olsun, camide olsun, evde olsun ahlaktan, namustan, dinden söz edip, üniversite öğrencisi uzun saçlı delikanlı ile tayt giyen kızı ahlaksızlıkla suçluyor. 
Kim bilir bunlar gibi kaç aile geçimini evlatları üzerinden fuhuş, uyuşturucu, hırsızlık gibi suçlarla sağlıyor.
T.C. Cumhurbaşkanı Amerika Birleşik Devletleri'ne giderken yanında zırhlı Mercedes arabalar taşıyor. Kimden ve neden korkuyor ya da kime ve neye "show" yapıyor?
Ülkesinden ümidi kesen gençler kapağı yurt dışına atmaya bakıyor. Burada sürünmektense orada sürünmeyi göze alıyor. Çünkü burada tünelin ucunda ışık görmüyor.
İşsizlik ve ekonomik darboğaz insanların bazen tek, bazen de ailece canlarına kıymalarına sebep oluyor.
Millet bir maaş bulamıyorken bir kısım zevat maaşları üçer beşer götürüyor.
Asgari ücretlinin aldığı ücret insanca yaşamasına yetmiyor. Kirasını ödese açlık, karnını doyursa evsizlik ile karşı karşıya kalıyor. 
Az buçuk parası olanlar da öyle bir garip ki, spor için yürüyüşe çıkanlar yürüyüşü "telefonda sohbete", dinlenmek için tatile çıkanlar tatili "defileye" çeviriyor. Görgüsüzlük, umursamazlık, saygısızlık had safhada.
Hapishaneler iddianamesi dahi olmayan mahkumlarla ve muhalif yazılar yazan gazetecilerle dolu ve buna rağmen sayın Cumhurbaşkanımız biz özgürlükte ABD'den ileriyiz diyor,
Devletin verdiği çakarlı araçlar görev dışında da çaka çaka kullanılıyor. Trafik kurallarıymış, emniyet şeridiymiş, hepsi "itinayla" ihlal ediliyor.
Düğünden cenazeye her yerde "protokol" krizi yaşanıyor. Düğün sahibi nikah anında, cenaze sahibi cenaze namazında arkalara iteleniyor.
Televizyonlarda gündüz kuşağı "Reality Show" programlarındaki gerçek hayat öykülerindeki çarpık üzeri çarpık ilişkilere, birbirleri ile konuşma tarzlarına, kullandıkları sözcüklere alışılmış, bu garabet artık dudak bile ısırtmıyor.
Bir felaket anında Hızır gibi yetişmesi gereken kurumlar ilk iş olarak vatandaşa el açıp, telefonlarına "yardım isteme mesajı" gönderiyor.
Aşı karşıtlığını savunanlara inananlar aşı olmayıp sapır sapır ölüyor.
Fısıltı gazetesinde aşı karşıtları için para karşılığı sahte aşı raporu düzenlendiği haberleri yayılıyor.
Saraya yakın sanatçılar program üzeri programla ödüllendirilirken, kendi halinde müzisyenler üç gün daha geçinebilmek için müzik enstrümanlarını satıyor.
Market raflarındaki bebek mamaları raflara kilitleniyor.
Markette satılan ürünlerdeki zamlara söz söyleyip "beş büyük market"e çemkirilirken, ürün rafa çıkana kadar geçtiği yollara bakılmıyor. Elektrik, su, doğalgaz zamlarına ise hiç ses çıkartılmıyor.
Beton dökülmedik tek bir alan kalmayana kadar her yere beton dökülüyor, yer gök betona boğuluyor. Sel baskını olunca da halka çay dağı.., pardon paket paket çay fırlatılıyor.
Korunması gereken tarihi zenginlikler hoyratça "restore" ediliyor. 
Arkeoloji müzelerinden bazı eserler buhar olup uçuyor, bunu dile getiren bir müze görevlisi baskılara dayanamayıp çareyi intihar etmekte buluyor. Bir daha da böyle bir "kaybolma" haberi duyulmuyor.
Pandemi boyu en çok çalışan ve en çok can veren motosikletli kuryelerden biri, karşı şeritten gelen otomobil ile kafa kafaya çarpıştığı kazada ölüyor. Otomobil sürücüsünün bir yakını ise olay yerinde görüntü almaya çalışan basın mensubuna, "Bunun bir haber değeri yok ki, motor kazası, ne haber değeri var onu anlamadım." diyor.

Her şey gözümüzün önünde, göz göre göre oluyor.
Taşlar bir anda yer değiştiriyor. İnsan bu bozuk düzende bir anda kurban olan, bir anda da kurban eden olabiliyor.
Ölmüşüz de haberimiz yok.
Her an etimizden et kopartıyorlar, hissetmiyoruz.
Gözümüz açık ama görmüyoruz.
Kulağımız açık ama duymuyoruz.
Ağzımız açık ama konuşmuyoruz.
Yaşıyor görünüyoruz ama yaşamıyoruz.
Çenemizi çekip çukurlarımıza da pamuk tıkadılar mı tamamdır.

Ey şimdilik yaşayan cemaat-i müslimin, 
Hiç olmazsa o malum soruyu sordukları zaman dürüst cevap verin. 
Verin ki silkinip kendinize gelin.
"Nasıl bilirdiniz mevtayı?"

3 Ekim 2021 / C.E.Y.