31 Ocak 2015 Cumartesi

Hem tabelaya bakıp hem kasada duramaz mıyız?



Tabela Erguvan Tanıtım ve İtibar Atölyesi işbirliği ile BUSİAD Evi'nde gerçekleştirilen "Vizyon Söyleşileri" nin dün geceki konukları Destek Patent A.Ş. Yönetim Kurulu Başkanı Kemal Yamankaradeniz, İtibar Atölyesi Başkanı ve İletişim Danışmanı Ertan Acar ile Türkiye Kurumsal Sosyal Sorumluluk Derneği Yönetim Kurulu Başkanı Serdar Dinler idi.

Kolaylaştırıcılığını Bursa Halkla İlişkiler Derneği Başkanı Serdar Ömeroğulları'nın yaptığı söyleşide zaman nasıl geçti anlamadık doğrusu.

Konuşmacılar deneyimlerini paylaştı, izleyiciler pür dikkat kendilerini dinledi.
Önce kişilerin, sonra kurumların, dolayısıyla da ülkenin markalaşması ve itibar kazanması adına neler yapılmalıydı, neler yapılmamalıydı, hangi yollardan geçilmeliydi bilenlerin dilinden dinledik bir bir.

Anlatılanları yazımda aktarmaya çalışacağım. Konuşma aralarına serpiştirilen 'örnek' kısa öyküleri ya da benim aklıma geliveren düşünceleri de paylaşacağım.

Patentsiz olmaz
Serdar Ömeroğulları'nın yaptığı açılış konuşması ile başlayan söyleşide ilk sözü Kemal Yamankaradeniz aldı.
Marka ve patentin bilinmediği yıllardan marka ve patentin en çok konuşulduğu yıllara gelinmesinin kendisini sevindirdiğini söyleyerek başladı sözlerine.
"Biz, markanın doğumundan yükselmesine her alanında bulunuyoruz" dedi ve bu evrelerde firmaların dikkat etmesi gerekenlere dikkat çekti.
"Marka oluştururken sadece Türkiye değil dünya pazarı düşünülmeli. Ürününe aklına gelen ilk ismi koyarsan dünyada geçerliliğin olmaz. Üstelik koyduğun ismin dünya dillerinde ne anlama geldiğini de araştırmak gerekir ki ürün ile isim çelişmesin" dedi.
Sonra da Chavrolet Chevy NOVA örneğini verdi. Nova marka otomobilin satışı İspanyol dillerinin kullanıldığı ülkelerde başarılı olamamış. Çünkü "nova" İspanyolca'da "yürümez" anlamındaymış. Yürümemiş de zaten...
Peki bizim neden uluslararası bir markamız yok diye soruyor Yamankaradeniz ve kendisi cevaplıyor.
"Bunun için öncelikle yatırım yapılması gerek. Türkiye'nin 2023'de 10 dünya markası çıkartma hedefi var. 2023 bir hedeftir." diyor.
* Hem kesenin hem de zihinlerin ağzını açmak lâzım demek ki...

"Hangi mecra için marka olak istediğinizi bilin. Hepsi farklı çalışma gerektirir. Büyük hedef için az çalışma, küçük hedef için çok çalışma yapmayın" diyor. Daha sonra söz alan Ersin Dinler ise bu konuda "Siz işinizi her zaman büyük tutun" diyor...

Neden teknoloji üretmiyoruz diye soruyor tekrar. Biz neden diye düşünürken o yine kendisi cevaplıyor.
"Bu bir kültür meselesi. Farklı bakış açısı ve araştırma kültürü lazım ve buna ilkokuldan başlanmalı" diyor.
Biz hepimiz teknoloji tüketmekte gayet başarılıyız da umarız artık üretmeye de geçeriz...
En aklınıza gelmeyecek insanın elinde dahi kendisinden akıllı bir telefon var malum....
Patent başvurularının önemine geliyor söz.
Ülkemizde eskiden sayı 1000 iken, şimdi 15 bin patent başvurusu varmış. Bugünkü Türkiye için yeterli değil elbet. Japonlarda 400 bin patent başvurusu olduğunu düşünürsek...
Japonlar en ufak bir şeyin dahi patentini almak için koşturuyorlar. Japonlar bu "acımasız rekabet"i Amerikalılar'dan kapmışlar. Patentli her ürünlerini pazarlardan toplamış ABD'liler. Japonlar da böylece inovasyonu öğrenmişler. Yarıştan kopmamak için de sürekli geliştiriyorlar ve yeniliyorlar kendilerini. O yüzden de yaptıkları her yeniliği tescilliyorlar.

Türkiye'de böyle acımasız bir piyasa yok.
* Belki de nedeni Türkler'in pratik insanlar olmalarıdır ve sürekli bir şeyleri bir yerlere uydurmalarıdır. Tembel insan yaratıcı olur. Yokluk da insanı icatçı yapar. Zaruretten doğan icatlar patent almayı gerektirecek değerde görülmüyor o zaman. Üstelik patent almaya da üşenir insan.
Lakin üşenmemeli. Her ayrıntının patentini almak gerekli.
Her firma ürettiğini daha iyi nasıl yaparım araştırmasına girmeli. Eski patent bilgileri incelenmeli.
En acilinden bu kültürü edinmeli...

Hangi dünyada yaşıyoruz?
İlk turun ikinci konuğu Serdar Dinler idi. Sözlerine öngörünün somut açılımıyla başladı.
"Geçmişi bilmek ve bugünü anlamak geleceği görmektir" dedi.
"Dünya hızla değişirken bizim geride kalma lüksümüz yok. Değişime ayak uyduramayan yok olur" diye de zihnimize darbeyi indirdi.
Dünyanın sanayileşme evrelerini önümüze serdi kısaca.
Endüstri devriminin etkisi, devrimin yeni bir nesil yaratması, işçi sınıfının ortaya çıkmasıı, demiryollarının bu değişimdeki önemi... Üstüne üstlük bir de elektrik bulununca gecemizin gündüz olması ve çalışma saatlerinin güneşten bağımsızlaşması.
Bir yerlerde duyduğum gerçek bir öykü geliyor aklıma:
ABD'de eğitim almış bir Hintli ülkesine döndükten sonra ABD'li firmaya birlikte çalışmayı teklif ediyor. Dünyanın ters taraflarında yaşamanın etkisi ve teknolojinin avantajıyla oluşturulan vardiyalı çalışma ile 24 saatlik bir çalışma ortaya çıkıyor. Hindistan uyurken ABD çalışıyor, ABD uyurken Hindistan...

Dinler devam ediyor anlatmaya; petrol ve kimya, enformasyon, akıllı telefonlar, bilgisayarlar, internet...
Ve 2000'lerde başlayan sosyal dönem.
"Yaşanan bu hızlı değişime gençler ayak uydurabiliyor. Biz onları anlar ve onlara uyum sağlarsak var oluruz" diyor.
Ve ekliyor; "Gençler film sanayiini dahi değiştirdi. Uzun uzun filmler izlemek istemiyorlar. Uzun okumak istemiyorlar. Uzun yazmak istemiyorlar. Değişim ve etkileşimin şekli değişti. Hastalıklar değişti. Muayene ve tedaviler değişti. Kişiye özel ilaçlar belirleniyor. Global hastalıklar var artık. Sanayi de değişti.
Sağlık ve eğitime gidiyor yatırımlar. Sosyal sanayi gelişti.
Pazarlar değişti. Artık networkler var. Artık uyumlu ve elegant bir hayat var.
Nüfusumuz çok hızlı artıyor. 2050 yılında 165 milyon yeni iş lazım. Varlığımızı devam ettirmek istiyorsak uyum sağlamalıyız.
Gelecekte köyler sıfır nüfusa inip şehirler % 100'ü görecek.
Şehir içi mahalle savaşları olacak."
Bu konuşulanlar insana "Aman Allahım, nerede yaşıyoruz, nereye koşuyoruz, bu bir bilim kurgu filmi mi? dedirtiyor...
Paradokslar da çıkıyor arada. Oto üretiminde 25 kişinin yaptığını yapan 1 adet robot var, lakin robot üretim fabrikasında çalışacak eleman bulmak zor.
Onlar da komşu fabrikanın robotlarını mı çalıştırsınlar o zaman? Trajikomik değil mi?
Dinler'in son tespitlerine biraz üzüleceksiniz.
Savaşlarda yılda 600 bin kişi ölüyormuş. İş kazasında ise yılda 2 milyon kişi. Buna kısaca İş Savaş çıkmış da haberimiz yok mu desek acaba?
1923'den bu yana kurulan şirketlerin ortalama ömrü ise 4,5 yıl imiş.
* Aç-kapa, aç-kapa... Geleceğe miras bırakma...

Söz arasında Serdar Dinler'den gerçek bir minik hikâye dinledik. 
Anlatayım:
Tabela mı kasa mı?
İki oğlu olan meşhur baklavacıya ikisine birden bırakılmaz kuralına istinaden sorarlar; "Oğllarından hangisine bırakacaksın dükkanı?"
"Biz" der baklavacı, "Çocuklar küçükken dükkana getiririz. Birisi kasaya oturur, biri çıkar dışarıdan dükkanın tabelasına bakar."
Çocuklar büyür, şirket büyür...
Gün gelir bir içecek firması baklavacıda pazar bulmaya çalışır. Her itirazda gittikçe fiyat yükseltir.
Bu ısrarlar üzerine baklavacı baba yetişkin oğullarını oturtur karşısına, açar konuyu.
Kasa'yı seçen atlar hemen. "Tamam, hemen anlaşalım" der.
Tabela'yı seçen hemen bir bardak o içecekten alır, içine baklavayı atar. Baklava köpürür. "Sen" der babasına, "Bizim baklavalarımızı yiyenlerin midelerinde bu mu olsun istiyorsun?"
Baba dükkanı emanet etmek için tabelayı seçeni seçer.
* Kıssadan hisse; Kazanç önemliyse de itibar her şeydir...

Kurumsal İtibar nedir?
Üçüncü konuşmacı olan Ertan Acar kurumsal itibarı anlattı bize:
Sözlük anlamıyla Kurumsal İtibar; bir kurumun görünen yüzü ile ilgili materyallerin, insanlar üzerinde bıraktığı izlenimlerin toplamına denir. Bir kurumun muhatap olduğu kişi ve kurumların gözünde sahip olduğu değerdir. Bir kurumun, hissedarlar, müşteriler, çalışanlar, sosyal kurumlar, yazılı ve sözlü medya ile halkın beynindeki algılamalarının toplamıdır. Saygınlıktır. Muteber olmaktır.
İngilizcedeki karşılığı ALGIdır.

Kısaca bir karşılaştırma yaparsak; Türkiye'deki 100 markanın değeri 31 milyon dolar ve 1 Walmart etmiyor.
Borsa'da işlem gören hissesi olan şirketler 1 Ronaldinho etmiyor.
İtibarı yüksek olan şirketlerin hisseleri % 15 daha pahalıya satılıyor.

Üretimin değişen yüzüne de bir bakalım;
70'lerde: Üretin de nasıl üretirseniz üretin.
80'lerde; Üretin ama kaliteli üretin.
90'larda; Üretin, kaliteli üretin, markanız da olsun.
2 binlerde; bunlara ek olarak üretiminiz etik de olsun.
2 binlerin sonuna doğru hepsine ek olarak İtibarlı Olun.... dendi.
Neden itibar diye soracak olursanız, çünkü itibarlı olanlar krizleri atlatırlar...
Marka olabilmek için bir de firmanın bir öyküsünün olmalı.

Hiç dikkatimi çekmeyen bir ayrıntıdan bahsetti Acar. "Yurt dışından gelen konuğa göre caddelerdeki reklamlar da değişiyor dikkat ettiniz mi? dedi. Etmemiştim...
Kore'den gelen konuk devlet adamı billboardlarda kendi ürünlerinin reklamlarını görüyordu. Ya da Almanya Başkanı geldiğinde Alman ürünleri billboardlara yerlerini alıyordu.

* Bundan böyle daha dikkatli bakmak lâzım demek ki.
Bakıyormuşuz ama görmüyormuşuz...

Patent Yasası'nı bekliyoruz
İkinci tura dönüldüğünde Kemal Yamankaradeniz marka korumada mevzuat eksikliği olmadığını ama uygulamada sıkıntı olduğunu söylüyor. "Mahkemelerde hak kayıpları yaşanıyor" diyor.
Akıllarda sorular; Patent koruma kanunu niçin bir türlü çıkamıyor?
Bu kanunun çıkması için kamuoyunun oluşması gerek diyor Kemal Bey.
"Yurt dışından gelecek olan markalar haklarının korunmasını önemsiyor. Bu yüzden yatırım için patent kanunun çıkmasını bekliyorlar" diyor.
Teknoloji değişimi iklimi lazım bize ve bu iklimin de üniversitelerde gelişeceğini düşünüyor Kemal Bey.
Üniversite-sanayi işbirliğinin önemine dikkat çekiyor.
"Gelişmiş ülkelerde lokomotif teknolojiler üniversitelerden çıkar" diye altını çiziyor.
"Türkiyenin iklimi buna hazır" diyerek de konuşmasını sonlandırıyor.

Serdar Dinler bu kez Kurumsal Sosyal Sorumluluk nedir onu anlatıyor.
"KSS'nin olmazsa olmazı olan,
1. kural; ekonomik sorumluluk" diyor. "Şirket para kazanmalı, çalışanların maaşları yatmalı. Şirket iyi yönetilmeli."
2. kural; "Hukuki sorumluluk. Kanunlara uyulmalı. Gelenekler de kanunlar gibi görülmeli ve dikkate alınmalı" diyor.
3. kural; Etik sorumluluk,
4. kural; Sosyal sorumluluk...
* Görüldüğü üzre ilk ikisi kurumsal, son ikisi sosyal sorumluluk.
İlk ikisi olmadan son ikisi olmaz...

Firmalarda ya da kurumlarda her şey aynı dahi olsa güvendiğini seçiyor insan
Her şeyi neredeyse tıpatıp aynı olan yüzlerce marka sudan gidip birisini alıyor mesela.
Ya da kalitede aynı dahi olsa İtalyan mobilya almak istiyor. Tasarımın önemini atlamayalım...
Akıllarda kalan her ne ise insan tercihini ona göre yapıyor.
Aynı durumda olan iki GSM şirketinden birisi batarken birisi yürümekle kalmıyor, adeta koşuyor...
Genelde yaptığı işi doğru yapıp, içine sosyal sorumluluğu da katanlar farklılık yaratıyor ve yıkılmıyor.

Global düşünerek globalden başlayanlar daha başarılı oluyor
İsrail modelinde olduğu gibi, İsrailliler'in hiçbir siteleri İbranice değil, hepsi İngilizce ve kimse de o firmanın kimliğini sorgulamıyor..
Bir de; ki en önemli ayrıntılardan birisi "Sistem basit ama fonksiyonel olmalı" diyor Dinler. En bilinen örnek Google'da olduğu gibi.
Herkesin ulaşabileceği, herkesin anlayabileceği, herkesin kolaylıkla kullanabileceği, herkese hitap eden.

İtibar ölçülebilir mi?
İkinci turun son konuşmacısı olan itibar uzmanı Ertan Acar "İtibar ölçülebilir mi?" diye soruyor, "Evet ölçülebilir" diye cevaplıyor.
"Genelde insanlar size bir işin nasıl yapılacağını değil de nasıl yapılmayacağını söylerler" diyor.

* O zaman bir öykü de benden gelsin;
Renklerin ustası olarak anılan büyük bir ressamın öğrencisi eğitimini tamamlamış. Büyük usta öğrencisini uğurlarken, yaptığı resmi şehrin en kalabalık meydanına koymasını ve yanına da kırmızı bir kalem bırakmasını, halktan beğenmedikleri yerlere çarpı koymalarını rica eden bir yazı iliştirmesini istemiş. Öğrenci birkaç gün sonra resme bakmaya gittiğinde resmin çarpılar içinde olduğunu görmüş.
Üzüntüyle ustasına gitmiş. Usta ressam üzülmemesini ve yeniden resme devam etmesini önermiş. Öğrenci resmi yeniden yapmış.
Usta yine resmi şehrin en kalabalık meydanına bırakmasını istemiş fakat bu kez yanına bir palet dolusu çeşitli renklerde boya ile birkaç fırça koymasını ve yanına da insanlardan beğenmedikleri yerleri düzeltmesini rica eden bir yazı ile bırakmasını önermiş.
Öğrenci denileni yapmış. Birkaç gün sonra bakmış ki resmine hiç dokunulmamış. Sevinçle ustasına koşmuş.
Usta ressam şöyle demiş: "İlkinde insanlara fırsat verildiğinde ne kadar acımasız bir eleştiri sağanağı ile karşılaşılabileceğini gördün. Hayatında resim yapmamış insanlar dahi gelip senin resmini karaladı. İkincisinde onlardan yapıcı olmalarını istedin. Yapıcı olmak eğitim gerektirir. Hiç kimse bilmediği bir konuyu düzeltmeye cesaret edemedi. Emeğinin karşılığını, ne yaptığından haberi olmayan insanlardan alamazsın. Sakın emeğini bilmeyenlere sunma ve asla bilmeyenle tartışma."
****
Bir amfide ders dinler gibi dinlediğim bu söyleşiden cebimizde kalan her zamanki gibi çalışmak oldu.
Lakin kaliteli çalışmak.
Hedefi belirleyip, gündemi takip edip, geliri olduğu kadar insanı ve doğayı da önemseyip çalışmak...

30 Ocak 2015 Cuma

Böyle olur Sütçü’nün Süt Aşkı

SÜTAŞ’ın Bursa, İstanbul ve Aksaray’da eş zamanlı gerçekleşen basın toplantısının ana üssü İstanbul’daki Four Seasons Otel idi.
Toplantının Bursa ayağındaki basın mensupları ile birlikte Bursa Hilton Oteli'nde edilen kahvaltının ardından, SÜTAŞ Yönetim Kurulu Başkanı Muharrem Yılmaz’ın konuşması, Yönetim Kurulu Başkan Vekili Tarık Tezel ve Yönetim Kurulu Üyesi Mürvet Yılmaz Tezel eşliğinde hep birlikte izlendi.
40 yıllık SÜTAŞ’ın markalaşma aşamalarındaki öyküsüne yakınen tanıklık etmiş birisi olarak bu yazıyı yazmak takdir edersiniz ki benim için hem çok kolay, hem de çok zor.
Yine de bugün yapılan basın toplantısında anlatılanları tarafsız biri olarak dinledim. Yine o gözle bakmaya çalıştım. Ve yine o gözle görüp anladıklarımı aktarmaya çalışacağım.
****
Temellerinin atılışının üzerinden geçen 40 yıldan ve o 40 yılda yaşananlardan sonra SÜTAŞ artık Karacabey sınırlarını aşmakla kalmayıp ülke sınırlarını da aştı. Makedonya ve Romanya’da fabrikalar kurmaya kadar ulaştı.
Kurucusu Sadık Yılmaz tarafından 70’li yıllarda küçük imkânlarla ama büyük hayallerle başlayıp, esnaflıktan sanayileşmeye geçerek ve geçerken de adımlarını hem sıklaştırıp hem büyüterek alınan bu yolun en sadık yolcuları iyi niyet, samimiyet ve manevi değerler oldu.
Sektördeki liderliği % 16 pazar payı ile 10 yıldır elden bırakmaması, yine kendi kulvarındaki en yakın rakibinden % 50-60 daha fazla pazar payına sahip olması, son 5 yılda kendisini ikiye katlaması ve 2014’ü 2,2 milyar ciro ile kapatması bir yana, İPSOS’un gerçekleştirdiği marka izleme araştırmasına göre en güvenilen ve en sevilen marka olmak SÜTAŞ ruhu için en değerli ödül.
Memleketimizdeki her 10 haneden 8’ine giren SÜTAŞ’ın, her gün 3,5 milyon paket ürününün açıldığını düşünün. Dakikada 2 bin 500 paket demektir bu.
Muharrem Yılmaz’ın dediği gibi, Süt Aşkı artarak paylaşılıyor.

Sütten kazandığını yine süte yatıran ve sütçülükten başka bir iş yapmayı bilmediklerini söyleyen Muharrem Yılmaz her yatırımı kendi öz kaynakları ile yapmayı prensip edindiklerini söyledi.
Son 5 yıldaki 2 kat büyümelerini önümüzdeki 5 yılda da gerçekleştirerek 2020 yılına kadar 300 milyon dolar daha yatırım yapmayı ve 2 milyar dolar ciroya ulaşmayı hedeflediklerini belirten Yılmaz, “Doğal Lezzet ve Çiftlikten Sofraya”  iş modeline yatırım yapmaya devam edeceklerini ifade etti.
Avrupa’da Makedonya ve Romanya’dan sonra yurt dışı yatırımlarına devam edeceklerini anlatan ve Sütaş’ın 50. yılında dünyanın ilk 25 süt ürünleri şirketi arasına girmeyi hedefleyen Yılmaz, önümüzdeki 5 yılda istihdamı da ikiye katlayacaklarının müjdesini verdi.
"Deneyimleri, birikimi, ekibi ve teknolojisiyle SÜTAŞ buna hazır." dedi.

Yönetim kadrosunun % 70’inin şirket bünyesinde yetiştiği, üretime üçüncü kuşağın da geldiği, kişi başı 21, toplamda 100 bin saat eğitimin verildiği şirketin meslekî ve kişisel gelişime yaptığı yatırım kayda değer.
Sütaş’ın çalışan sayısı  4800 kişiye ulaşmış ve yönetim kadrosunda 200 müdür ve üstü yöneticinin ortalama kıdemi 11 yıl. Çalışanlar ile yapılan ankette çalışanların % 90’ının çok mutlu olması da ayrıca gururlandıran bir sonuç.

Şirket Avrupa’ya açıldığı kadar İç Anadolu ve Doğu Anadolu’ya da yatırımlar yaptı ve yapmaya da devam ediyor.
Bunlardan ilki Aksaray olmuştu, şimdi de Tire ve daha sonra da Bingöl fabrikalarının kurulum çalışmaları devam etmekte.
Tire fabrikası 2015 sonunda bitirilip, üç aylık deneme sürecinin ardından Mart 2016’da piyasaya ürün vermeye hazır hale gelecek.
Bingöl’de proje çalışmaları devam ediyor. Üreticiler eğitiliyor. Kadrolar hazırlanıyor. Bingöllü üreticiler Karacabey’e eğitime getiriliyor. Kısacası  2017’de Bingöl fabrikası devreye alındığında tüm kadro hazır olmuş olacak.

SÜTAŞ üretirken tüketmiyor
Elektriği kendi gübrelerinden üreten şirket 5 yıl içinde tükettiği tüm enerjiyi karşılayacak kadar elektrik üretebilmeyi hedefliyor.
2014 sonu itibariyle gübre ve fabrika atıklardan 5 MWh elektrik üretimine ve yüzde 30 yeterliliğe ulaşan Sütaş, fabrikalarında kullandığı suların tamamını arıtıp geri kazanarak, tarımsal sulamaya ve çiftliklerinin ihtiyacına uygun hale getiriyor.  Öte yandan Sütaş ambalaj atıklarını geri kazanmak üzere gübre çuvalı üretme projesini de 2015 yılında başlatacak.
Böylece de örnek bir sürdürülebilirlik modeli oluşturacak.
Sütaş ayrıca elektrik dışında karbon piyasasından da yararlanabilecek seviyeye gelmeyi hedefliyor.
Yılmaz, taşımacılıktan doğan kirlenmeyi de gelişen teknoloji ile birlikte daha çok hybrid araç ile engelleyebileceklerini, bu konuda öncü olabileceklerini söylüyor.

Konuşması boyunca yeşil ottan beyaz sütün oluşumunun bereketine ve tarımdaki tek düzenli gelirin sütçülük oluşuna, sütçülüğün bir yaşama biçimi olmasına ve doğayla iç içe bir hayat sunmasına, katma değer yaratırken sermaye birikimi de sağlamasına, ineklerin yavrulayarak zenginleşmeye katkı sunmasına kadar pek çok konuya değindi Yılmaz.
En önemli konunun ise İnsan Kaynakları olmasının altını özellikle çizdi.
Üreticinin mutluluğu kadar tüketicinin mutluluğuna da önem vermek böyle bir şeydi.

Muharrem Yılmaz yaptığı konuşmasının ardından İstanbul, Bursa ve Aksaray’daki gazetecilerin sorularını yanıtladı.
Sorulan sorular üzerine yabancı sermayeyle ilgili herhangi bir girişimin söz konusu dahi olmadığını, yoğurda sahip çıkacaklarını, Aksaray’a daha çok yatırım yapacaklarını ve kapasiteleri arttıracaklarını, Bingöl'le ilgili söz verdiklerini, geçtiğimiz dönem yaşanan tatsız olayların kendisini ne kadar üzdüğünü ve yapılan haksızlıklara sessiz kalmayacaklarını, tüm yasal haklarını kullanacaklarını söyledi.

Konuşma arasında 40 yıllık SÜTAŞ'ın bir 40 yıl daha hatırı olması adına tüm basın mensuplarına kahve servis edilmesi esprili ve zarif bir düşünceydi.
Gururla dinlediğimiz bu konuşmanın ardından salondan ayrılırken bir fotoğraf almayı da ihmal etmedik elbet.

26 Ocak 2015 Pazartesi

TÜBİTAK'a mı gülsem, damadı mı tebrik etsem...

Haberde şöyle diyor:
"Cemaat operasyonu sırasında sahte diploma ile TÜBİTAK’a girdiği ortaya çıkan ve tutuklanan Hasan Başaran’ın, eski Bilim, Teknoloji ve Sanayi Bakanı Nihat Ergün’ün yeğeninin eşi olduğu ortaya çıktı. "
Bu cümle bana bir fıkra hatırlattı. Anlatmadan geçemeyeceğim:
Temel ile Fadime bir gün arabayla yolda gidiyorlarmış. Bunları polis durdurmuş ve yanlarına bir kamera ve bir muhabirle yaklaşmışlar.
Muhabir :
"Sizi tebrik ederiz beyfendi! Kaç saattir burdayız, emniyet kemeri takılı olarak araba kullanan tek sürücü sizsiniz. Ödül olarak kanalımız size 500 milyon veriyor! Eee ne yapacaksınız bu parayla ?"
Temel cevap verir:
"İlk fırsatta bir ehliyet alıcam!"
Fadime telaşlanır durumu düzeltmek için "Kusura bakmayın alkollüyken ne dediğini bilmez!" der.
Arka koltukta oturan İdris atılır.
"Ben dedim size çalıntı arabayla yola çıkmayalım diye, yakalandık işte!"
Bu arada bagajdan bir ses gelir;
"Ula hala geçmedik mi şu sınırı???!!"...

İmdiii;
Hadi siz ne yaptınız ne ettiniz aldınız bu diplomayı. Ordan oraya yatay geçiş, ordan buraya dikey geçiş derken üniversiteler arası gittiniz geldiniz. Bu gidiş gelişlerden eli boş dönmediniz ve diplomayı cebe indirdiniz.
Sonra da kalkıp TÜBİTAK'ta işe girdiniz.
Vay vay vay vay...
Eşinizin amcası "Benim bakanlık yaptığım dönemde TÜBİTAK’ta işe başladı. Ama işe alınması sürecinde hiçbir dahlim ve katkım olmadı" dediğine göre, demek ki siz o diplomayı koskoca TÜBİTAK'a bir güzel yedirdiniz...
Bu durumda yapılması gereken, TÜBİTAK Başkanı'nın istifa etmesi ve yerini size vermesidir.
Bilirsiniz Microsoft'un kendisini hackleyenlere karşı politikası nedir,
"Benim bile hakkımdan geldiysen sen benden iyisindir. Gel benimle çalış" der.
Hadi yine iyisiniz.
Bakın sayemde parladı istikbaliniz...
Bir yalancıyı en iyi bir yalancı tanıyacağına göre, siz en azından bundan sonra oluşabilecek olaylarda TÜBİTAK'ı kimselere yedirmezsiniz...
Bizim de içimizi rahat ettirirsiniz...

22 Ocak 2015 Perşembe

Yerinde duramamanın adı HİÇ olmuş

İnsan bir işe başlarken, devamlılığını ve ibrenin daima yukarıya doğru seyretmesini ister değil mi?
Yarım bırakmasın, havada kalmasın, geriye düşmesin, hep üzerine koyarak devam etsin ister.
Yeni projeler de uzun ömürlü olmayı ister hep.
İster ki proje kendi boyutlarını aşsın, gelecek nesillere ulaşsın.
****
Bursa Halkla İlişkiler Derneği 2013 yılında "HİÇ (Halkla İlişkiler Çalışmaları) Ödülleri" adıyla bir organizasyon başlatmıştı.
Geçtiğimiz yıl ikincisi yapılan bu organizasyonun bu yıl üçüncüsü yapılacak.
Fakat ufak bir farkla.

Kendilerinin de dediği gibi;
"HİÇ, yerinde durmuyor, şimdi de 'ulusala' açılıyor"...
Yerinde durmamak sivri zekâlara mahsustur malum. Bursa Halkla İlişkiler Derneği de gençlerden ve böyle sivrilerden oluşunca yerinde duramamaları gayet normal...

Bu sabah Almira Otel'de düzenlenen basın kahvaltısında BHİD Başkanı Serdar Ömeroğulları bu yarışma hakkında bilgiler verdi bizlere. "HİÇ ödüllerine gösterilen ilgi ve alakanın ikinci yılında da artarak sürmesi, yarışmanın ulusal boyuta taşınması için ihtiyaç duyulan motivasyonu sağlamıştır. Bu yıl Bursa'dan hareketle iletişim profesyonellerinin taşıdığı bayrağı Türkiye'nin bütün illerine yayacağız. HİÇ ödüllerinin önümüzdeki yıllarda Türkiye'nin iletişim alanındaki en önemli unsurlarından biri haline geleceğine olan inancımız tamdır" dedi. Değerlendirmenin 7 kişilik profesyonel bir jüri tarafından tarafsız olarak yapılacağını da sözlerine ekledi.

2013 yılında 18 projenin, 2014 yılında da 23 projenin başvurduğu yarışma iletişim alanında Bursa'da bir sinerji oluşturduğu açık. Bu sinerjiden alınan kuvvet de HİÇ Ödülleri'ni ulusala taşıyacak...

Hem halkla ilişkilerin işin uzmanı profesyonellerce yapılması gerektiğinin önemine dikkat çekmek bakımından, hem de kurumları halkla buluşturmanın yolunun halkla ilişkilerden geçtiğini kurumlara belletmek açısından bu organizasyonların ne kadar faydalı olduğu ortada.
Yeni nesil çalışanlar ile eski nesil patronlar ortak bir noktada buluşacaklar elbet.
****
Yeni nesil çalışanlar derken, eskinin ağır aksak basın toplantıları da yerini enerjisi ve teknolojisi yüksek toplantılara bıraktı.
Artık toplantılarda değişen ve gelişen dil ile birlikte teknolojinin tüm nimetlerinden yararlanılıyor.
Başkan Serdar Ömeroğulları'nın Başkan Bozbey'e meydan okurcasına yaptığı
"Özçekimde ben de varım" atraksiyonu kendisine hediye edilen selfie bastonuyla daha bir eğlenceli hale geldi.
Bastona telefonun yerleştiren Başkan'ın neşeli halleri benim kameramdan böyle görüntülendi.
Toplantıya katılanların hepsini birden bu kareye sığdırabilen Başkan Ömeroğulları'nı özçekimdeki iddiası ve başarısı için ayrıca kutluyoruz...

Unutmadan söyleyelim;
Yarışmaya son müracaat tarihi 10 Nisan 2015, ödül töreni ise 21 Mayıs 2015 tarihinde.
6 dalda düzenlenen yarışma, "Kurumsal İletişim, Kurum İçi İletişim, Kurumsal Sosyal Sorumluluk, Sponsorluk İletişimi, Sivil Toplum Kuruluşları ve Kamu Kuruluşları"dallarında olacak.
Başvurular hicodulleri.org sayfasından yapılacak...

Akla zarar bir Ak’lanma

Herkes aynı şeyleri anladı o fotoğraflardan değil mi?
Hani şu AKLANMA oylaması esnasında yakalanan kareler.
Hani memleketin birliği ve bütünlüğü üzerine yemin ettikleri Meclis'in çatısı altında yapılan oylamadaki kareler.
Hani şu tüm sınavlar, tüm ihaleler ve tüm seçimler gibi bu oylamanın da sonu baştan belli bir iş olduğunu açık açık söyleyen kareler...
Bırakın siyasi analizcileri dinlemeyi, bırakın teknik terimleri, bırakın tuttuğunuz siyasi partileri...
Sadece o fotoğraflara bakın.
Tek bakışta anlaşılıyor her şey ama siz yine de uzun uzun bakın hepsine.
Ne kadar küstahça, ne kadar "Biz Üsküdar'ı çoktan geçtik" havasında, ne kadar pervasız, ne kadar duyarsız, ne kadar şeytanca edalar, ne kadar vurdumduymaz havalar...
Yakınlaşmadan, uzaktan, bir zahmet sallanan zarflar. Sanki panayırda halka atıyorlar... 
Ya da köpeklerine frizbi...
Suratlarında "Bitse de gitsek!" ifadeleri.
Birbirlerinin yanından geçerken aynı oyunun oyuncuları olduğunun emaresi bir sessizlik ve müstehzi kıvrımlar.
Hırsızlık esnasında yakalanıp da kendisini yakalayan polisler arasından kameralara arsız arsız sırıtan ergen halleri.
Utanma duygusu mu, o da ne?
İnsan yapmak zorunda kaldığı ama gönlünün de aklının da yaptığının yanlış olduğunu söylediği hareketlerden utanır.
Hiçbir zorunluluk olmadan, tamamen kendi arzusuyla, tamamen organize olarak, tamamen taammüden olandan niçin utansın?
Minareyi çalmış, kılıfını da hazırlamış... Utanmasını beklemek hata....
Bu arada, her suçta 'taammüden'in cezası diğerlerine göre fazladır bilirsiniz...
Yapanlar kadar göz yumanlara da etmeli iki laf.
Hani şu tansiyonu çıkıp da ulu ulu hasta olup, döşeklerinden çıkamayanlar...
Neden diye sorulduğunda "Nasılsa bir şey fark etmeyecekti" cümleleri kuranlar.
E siz kendinizi bu kadar kifayetsiz gördükten sonra...
"Geçmiş olsun"...
Yummayanların arasında kendi partililerinin olması zihinleri bulandırdı biraz.
Şimdi onlar bu oyuna daha fazla katlanamayan namuslular mı, oyunun sonunun geldiğini anlayıp da gemiden atlayan sıçanlar mı, yoksa kendilerine bu ganimetten yeterince pay değmediği için trip atan zavallılar mı?
****
Görüldüğü üzere her iki taraf da kendilerine bel bağlayan, oy verdiği için hizmet uman insanlara ihanet ediyorlar.
İhanete uğrayanlar da bu hainleri hala daha Allah'a havale ediyorlar.
Tamam da, hangi birisinin hesabını kessin yaradan.
İstiyoruz ki hep bize baksın, paso bize çalışsın. Öte tarafa gidecekleri ince ince ayıklasın.
"Sen sağa, sen sola, gel bakayım gel sen de Araf'a"...
Bu arada; biz öte tarafa inanıyoruz da, bizden çok inandıklarını söyleyenlerin yaptıklarına bakacak olursak onlar kat'iyetle inanmıyorlar.
Yoksa bu yaptıklarını yaparlar mıydı hiç? En azından korkarlardı...
İşte yine halının altına süpürüldü tüm vak'alar?
****
Ne kadar çok ayıbımız var geleceğe miras bıraktığımız...
Faili meçhuller, kadın cinayetleri, maden göçükleri, çocuk tacizleri, darbeler, darbeye hazır hale getirmeler, ateşe verdikleri otelde diri diri insan yakmalar, gencecik fidanları idamlar, daha çok taze, Gezi olaylarında ölenler, yaralananlar....
Hangi birisini saysam ki,
Geçmişe bakmaya korkuyorum...
Geldiğimiz son noktada görünen manzara adeta Gençliğe Hitabe'den birkaç cümle;
"..........Cebren ve hile ile aziz vatanın bütün kaleleri zaptedilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir. Bütün bu şeraitten daha elim ve daha vahim olmak üzere, memleketin dahilinde iktidara sahip olanlar gaflet ve dalalet ve hatta hıyanet içinde bulunabilirler. Hatta bu iktidar sahipleri şahsi menfaatlerini, müstevlilerin siyasî emelleriyle tevhit edebilirler. Millet, fakr ü zaruret içinde harap ve bitap düşmüş olabilir. "

Manzara detay:
Bunu yazan Atamın yüz yıl sonrasına bakışı ve bunu okumasına rağmen bugün dahi anlamayan bizlerin aymazlığı...
Detay sonuç:
Kokuşmuşluk...
Çözüm:
Kızılcık sopası! Hem de en ıslağından...