16 Ocak 2015 Cuma

Nâzım olmak kolay değil elbet…

Duvardaki fotoğrafına bakıyorum uzun uzun…
Lakin o bana bakmıyor.
Başka yöne çevrilmiş bakışları.
Bursa Hapishanesi’nde çekilmiş fotoğraflardan birisinde gencecik haliyle duruyor karşımda…
İçinden binlerce yolcu gelip geçen, yüz binlerce anının hala bir yerlerde yaşadığı, hani şimdinin Adliye Binası’nın olduğu yerde…
Sesler, konuşmalar, gülüşmeler, içilen cigaralar, çalınan sazlar, yanık türküler, hasret yüklü mektuplar, görüş günleri, katiller, kader kurbanları, çaresiz akan gözyaşları…
Keşke zamanda yolculuk yapabilse insan diyorum. Keşke o günlere gitse de yaşananlara şahitlik etse.
Ya da o günlerde yaşamış olsa ama hiç ölmese, o günlerin ardından bir de bu günleri görse…
Önce yasaklanmalara, sonra da poh pohlanmalara canlı canlı şahitlik etse…
“Peki ama şimdi değişen ne?” dese…
Nazım aynı Nâzım, şiirler aynı şiir, şarkılar aynı şarkı…
Yoksa değişen zaman mı?
Nâzım; doğumunun üzerinden geçen 100 küsur sene sonra alkışlanmaya başlandığına göre, kendi döneminin 100 yıl ilerisinde yaşıyormuş demek ki…
Dedim ya keşke görseydim…
Kapak fotoğrafındaki gibi poz verseydik birlikte. Sohbetler etseydik.
Biliyorum, onu anlatmaya ne sözcükler yeter, ne cümleler.
Anlatmış zaten o kendini şiirlerinde. Kimseye söz bırakmamış.
O anlatmış da, anlaması gerekenler ya anlamamış ya da yanlış anlamış…
Bu anlamazlıklar onu önce maphusa, sonra da vatanından uzağa savurup atmış…
Yıllar içinde Nâzım; kavga, hasret ve ümitten ibaret bir insan halini almış…
Daha nesi anlatılır ki onunla yaşanmadan...
Yaşayanlar da anlatmış O’nu uzun uzun...
Piraye hele...
Hadi açıp okuyun şimdi onu satır satır, sayfa sayfa.
Bakın artık Nâzım yasak değil.
Okuyun ve şimdi anlayın...
“Bilim aklın şiiridir; şiir de yüreğin bilimi” demiş Gorki.
Şair olmak herkese nasip değil.
Hele hele yürekli bir şair olmak hiç değil...
Benim büyüdüğüm dönemlerde yasaklıydı Nâzım.
Babam elindeki Nâzım kitaplarını bana verirken “Aman dikkat” diye tembih etmişti.
Ev basmalar, kitap aramalar, bulunca bulduğunu nezarete atmalar bolcaydı.
Malum; 12 Eylül öncesi günler ve “Komünistler geliyor!” korkutulmaları…
Yıl 1980, Nâzım öleli olmuş 17 sene, hala Nâzım’dan korkulmaktaydı…
Nâzım Hikmet ben henüz birkaç aylık iken veda etmiş dünyaya.
61 yaşında imiş sadece. Bana göre çok büyük, çağına göre “Tam adam olduğu zaman”...
Yaşadığı onca çalkantılara daha fazla dayanamamış bedeni besbelli.
Gurbet elde yitip gitmiş üstelik.
Vatanına hasret, toprağına hasret...
****
Nâzım Hikmet’in doğum günü olan 15 Ocak’ı gıyabında kutluyoruz her sene.
Her yıl olduğu gibi Nilüfer Belediyesi bu yıl da Nâzım Hikmet Kültürevi’nde bir anma programı düzenledi.
Gecenin konuğu Nâzım’ın şiirlerine ruh veren sesiyle Nida Ateş…
Salon merdivenlerine kadar doluydu.
Her anmada olduğu gibi; “Onlar anlamasa da bak biz seni anlıyoruz” dedik yine.
“Anlamayanların anlamsız ve anlayışsız korkuları için mi heba oldu ömrüm?” diye sordu...
Cevap veremedik...
Nâzım’ı anlatan serginin açılışına yetişemesem de şiirlerinden bestelenmiş şarkıların söylendiği Nida Ateş konserine yetiştim.
Şiirlerini okuduk, şiirlerinden bestelenen şarkılarını dinledik. Biz dinledik diye, biz söyledik diye dünya batmadı.
Bak yine oldu sabah, bak yine kaldığı yerden başladı hayat…
İlk eser tanıdıktı;
* Dağlara Çıkma Karadeniz eserini ilk kez Şükriye Tutkun’un albümünde dinlediğimde hayran kalmıştım. Kaset kapağını ve eserlerin kime ait olduğunu okumuştum ihtimal, fakat unutmuşum.
Bu gece Nâzım Hikmet’in doğum gününde açılış bu şarkıyla yapılıp, parçanın öyküsü de anlatılınca eve gelir gelmez kaset arşivime el attım ve o albümü buldum.
Evet, yasaklı olduğu yıllarda Mesut Cemil eseri olarak sunulan bu eserin sözlerinin Nâzım Hikmet’e, müziğinin ise Mesut Cemil’e ait olduğu kaset tanıtım kapakçığında yazıyordu.
Hakkının teslim edilmiş olması içimi rahatlattı.
Sonra şarkılar yağmaya başladı.
* Zülfü Livaneli’den dinlediğimiz “Denizin üstünde ala balık”…
Nihai karar, “Deniz olunmalı oğul”…
* Nida Ateş’in sesinden “Ben senden önce ölmek isterim” şiiri, Piraye, Nâzım ve aşk.
Nâzım aşka aşık bir adam. Ve çevresinde içindeki bu aşka aşık kadınlar…
* Tuna şiirinin Nida Ateş tarafından bestelenmiş hali…
Karadeniz’in karşı yakasından, Varna’dan memlekete, evladına seslenişi.
“Memeeed, Memeeed, Memeeed!”
Sesi yankılanırken, silueti belirdi. Dalga sesleri, çaresiz haykıran, hasretle yanıp tutuşan, koca bir dev adam…

Her seslenişinde yüreğim dağlandı. Gözyaşlarım kendilerini bıraktı, Nâzım için, Memed için aktı…
Ama niye? Değer miydi? Değdi mi?
* Tiyatro sanatçısı Ali Düşenkalkar “Çınar” şiirini seslendirirken, Nâzım’ın şiirlerinin bestelenmeseler dahi adeta birer senfoniyi andırdığını düşündüm. Hepsinin kendine has tınısı, notası, melodisi, ahengi…

* Curasını eline alan Ateş, Karlı Kayın Ormanını çalmaya başladı, salon hep bir ağızdan haykırdı;
“Ne ölümden korkmak ayıp, ne de düşünmek ölümü 
Değil Nâzım değil, en fazla ölürüz işte… 
Ötesi mi var?
* Yine Ali Düşenkalkar ve yine şiir: “Severmişim Meğer”… 
Şiirin bir satırı vuruyor bir yerinden. 
“18 yaşında en değersiz eşyamız canımızdır” 
Ah be delikanlılık... 
Ne gözü karasındır sen...
* “Ayrılık demir çubuk gibi” derken şiirinde, şiirin bir yerinde bir anda “Ayrılık aramızda bir köprü” der mi hiç insan.
Özlemin yarattığı aşkı ve ayrılığın bağlayıcılığını bu kadar derin anlatır mı?
“Bir başkasıyla yaşamaktansa seni sensiz yaşamak, hatta senin yolunda ölmek daha evla” der gibi...
* Yine bir Nâzım şiirinden yine bir Nida Ateş bestesi; 

Ninni…
“Ruhum gözlerini yumuşacık yum, kucağımdaymışsın gibi bırak kendini
ninni,
uykunda unutma beni… ninni...
Gözlerini yumuşacık yum
yeşil ela gözlerini
ninni ruhum ninni
Sen yukarda yemişli dalların içindesin,
yeşil gözlerin güneş dolu,
dudakların bala bulanmış
ben ağacın dibindeyim,
bir ayağım çukurda...
Ben senden çok önce gideceğim,
sen bensiz kalacaksın ihtiyarlığında…”

* Nâzım’ın kaleminden Kurtuluş Savaşı Destanı ve Şayak Kalpaklı Adam, Atatürk…
Destanda öyküsü geçen Arhavili İsmail ve Livaneli tarafından bestelenen Arhavili İsmail parçası…
Hepsi birer öykü, hepsi birer film...
* Bir erkek bir kadına “Seni Düşünmek Güzel Şey” diye sesleniyorsa, ya da bir kadın bir erkeğe… Düşünmesi bile güzelse… Aşk değil de nedir bu…
* Bedri Rahmi Eyüboğlu Nâzım’a ithaf ettiği “Yiğidim Aslanım….” şiirinde, “Şu Bursa’nın ufak, tefek taşları...” diye başlamış dizelerine. Şu sılanın ufak tefek yolları diye bilirdik biz. Öğrendik aslını...
****
Ah Nâzım, sen bu şiirleri yaz diye miydi yaşadığın bunca sıkıntı, yoksa o şiirleri yazdın diye miydi?
İlki için idiyse çok üzüleceğim, ikincisi için idiyse, diyecek kelime yok, lanet edeceğim…
Nâzım olmak kolay değil elbet.
Kaç Nâzım var ki, Kaç Nâzım kaldı ki?
Yanı başımızdaki Nâzımlara haksızlık ediyoruz belki şimdi de…
Görmezden geliyoruz ya da günahlarına giriyoruz…
Kendi geri kalmışlığımıza bakmayıp, bizden ileride oldukları için ulaşamadığımız o insanlara cezalar veriyoruz...
Etmeyelim. Farklılıkları fark edelim...
****
Konserin ardından açılışına yetişemediğim sergiyi gezmeyi ihmal etmedim.
Vakit geç olmuştu, gecenin sessizliğinde sergi salonu sanki daha sihirliydi.
Sergiyi gezenler tek tek her şeyi okumaya çalışıyor, her fotoğrafın başında uzun uzun duruyorlardı.
Sessiz, sakin ve saygı dolu okuyorlardı duvarlardaki yazıları. Hüzünle bakıyorlardı fotoğraflara.
Von Gogh’un sergisinde kapıldığım mistik havayı soludum o anda.
İstedim ki her satırı uzun uzun okuyayım, her fotoğrafa uzun uzun bakayım, Nâzım’a doyana kadar orada kalayım…
Fotoğrafları, mektupları, şiirleri, dokuma atölyesi, Bursa’daki mekanları ve hayatlarını değiştirdiği insanlarıyla insan Nâzım Hikmet vardı her karede, her satırda…
Ayrıldık tabii çaresiz.
Bildiğimiz kadarına öğrendiklerimizi ekledik.
Nâzımlar ölümsüzdü, bunu bir kez daha belledik…
****
Okuyucuya not: Sergi 15 Şubat 2015’e dek Nâzım Hikmet Kültürevi’nde açık kalacak…
“Kaçırmayın”…
Ve okuyucuya bir tavsiye: Nâzım Hikmet’i Lateradio‘da bir de Özge Ersu‘dan dinleyin derim…
Dinlemek için
 tıklayın:

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder