30 Eylül 2017 Cumartesi

Erdemin başı DİL

1 Kasım 1928'de yapılan Harf Devrimi'nin ardından, 1932 yılında gerçekleşen İlk Türk Kurultayı'nın açılış günü olan 26 Eylül tarihi, "Dil Bayramı" olarak kabul edilmişti.
Bu yıl 85. yıl dönümü olan Dil Bayramı Bursa'da, Dil Derneği Bursa Temsilciliği ile Nilüfer Belediyesi'nin ortaklaşa düzenlediği Dil Bayramı Paneli ile kutlandı. Nazım Hikmet Kültür Evi Balaban Salonu'nda yapılan etkinliğin açılış konuşmaları Dil Derneği Bursa Temsilcisi Pelin Yılmaz ve Nilüfer Belediye Başkanı Mustafa Bozbey tarafından yapıldı. 
Mustafa Bozbey'in "Türkçe'nin yozlaşmasını önlemek görevimizdir" derken, belediye çalışanlarının diline azami dikkat ettiğini ve bu sayede yabancı sözcük kullanımını aşağılara çektiğini söylemesi dilimizi korumak adına attığı içten bir adımdı.
****
Kolaylaştırıcılığını Zeki Baştürk'ün yaptığı panelin konuşmacı konukları Adnan BinyazarFeridun Andaç ve Cevdet İrketi oldu.
Adnan Binyazar'dan kısa kısa:
"Türk Dili, Türk milletinin kalbi ve beynidir." Mustafa Kemâl Atatürk
Ülke bağımsızlığı dil bağımsızlığından geçer.
Bilgiler beyinde kendi bilgimiz haline gelmediği sürece o bilgi sahipsizdir.
Almanlar İncil'i Almancaya tam anlamıyla çevirebilecek dil zenginliğine sahiptir. Wilhelm Jacob Grimm dünyanın en büyük sözlüğü olan otuz üç ciltlik Alman sözlüğünü hazırlamıştır.
Bir dilin en önemli tanığı o dilin sözlüğüdür. 
Tanzimat'a kadar Türklerin bir sözlüğü yok. 
11. Yüzyılda Kaşgarlı Mahmut dört ciltlik Dîvânü Lugati't-Türk'ü yazıyor. Bu sayede Yunus Emreler halkla buluşuyor. 
Kur'an-ı Kerim'in kökü "İKRA"ya dayanır. "OKU" der...
Ön yargılar tehlikelidir. Halk kalabalığı düşüncesi ile hiçbir yere varılamaz.
1950 yılında 16 yaşında Köy Enstitüsü'nde iken, on iki ciltlik derleme sözlüğüne 300 sözcük toplamış bir kişi olarak Adnan Binyazar'ın ismini görebilirsiniz. 
Bakmayın araya karışanlara, bizim zengin bir dilimiz var.
Dili zenginleştirmek için sokak sokak, köy köy gezerek dil araştırmaları yapılmalı.
Eğer ki dil bir kökenden üremiyorsa onun ömürlü olması mümkün değil.
Çok da olumsuz düşünmeyelim, Türkiye'de çok nitelikli çeviriler yapan genç çocuklarımız var.

Feridun Andaç'tan kısa kısa:
Dil, sözel bir toplum olmaktan yazılı bir toplum olmaya geçişte taşıyıcı unsurdur.
Dil bir toplumun geçmişinin göstergesidir. 
Dil toplumu kurar. Dil bizi bireysel kıldığı gibi aynı zamanda toplumsallaştırır.
Dilin canlı bir varlık olduğunu bize en derinden hissettiren duygu edebiyattır.
Edebiyatı çıkmaza sürükleyen şey toplumun dil ile olan ilişkisidir. 
"Cumhuriyet aydınlanması olmasaydı Türk Edebiyatı bu kadar halklaşamazdı." Cemal Süreya.
Türkçe güdük bir dil değildir.
Dünyada binlerce dil içerisinden yetmiş altı dil edebiyat üretecek derecede gelişmiş. 
Bir ülkeyi tanımak istiyorsanız o ülkenin dilinde yazmış yazarları okumalısınız.
Dil bir çeşit dışa vurumdur. Dil yabancılaşması teknolojinin dayatmasıyla olmuştur.
Toplumun mesleksizleşmesi ve üretmemesi dilin zayıflamasının başlıca sebeplerindendir. Zeki Baştürk'ün dediği gibi: "Siz bir kamyon ithal ederseniz, arabayla birlikte bir kamyon sözcük de ithal etmiş olursunuz."
Dilin zenginliği ülkenin gelişmişliğini gösterir.
Söz bireysel, dil toplumsaldır.
Dil sürekli değişim içindedir. Toplum değiştikçe dil de değişir. Bir kültür dille beslenir.
İnsana ait olan gerçekliği dil ile yaşarız.

Cevdet İrketi ve Karamanoğlu Mehmet:
Cengiz İrketi dinleyicilere Karamanoğlu Mehmet Bey’in kendisini ve Karamanlıları anlattığı bir metin okudu.
Mehmet Bey 13 Mayıs 1277’ de Türkçe’yi korumak amacıyla bir Ferman yayınlar.
“Şimden girü hiç kimesne kapuda ve divanda ve mecalis ve seyranda Türki dilinden gayri dil söylemeye”
13.Yüzyılın dilini yansıtan bu cümle bugünkü Türkçeye Karaman Valiliğinin başvurusu üzerine Türk Dil Kurumu tarafından şu şekilde aktarılır:
“Bugünden sonra hiç kimse sarayda, divanda, meclislerde ve seyranda Türk Dilinden başka dil kullanmaya” 
(* Konuyla ilgili yaptığım araştırmalarda, bazı kaynaklar ortada böyle bir fermanın olmadığını yazıyor. Bunun da bir açıklığa kavuşturulması lâzım demek ki.)
50'liler, 60'lılar, 70'liler olarak siz, "Ninem dedem benim bugün konuştuğum dili duymuş olsaydı ne kadarını anlardı acaba?" diye sordunuz mu hiç kendinize?
Yabancı sözcüklerle harmanlanmış Plaza Dili bir yanda, azami birkaç yüz sözcükle konuşulan ve sesli harf kullanmadan yazılan Ergen Dili bir yanda...

Ninemi dedemi geçtim, dillerin bu hallerini ben dahi anlamıyorum.
Lakin benim anlamadığım sözler değil, insanların niçin böyle bir dil ile konuşmaya gerek duyduğudur.
Türkçe'yi eğip bükerek ya da Türkçe'den uzaklaşarak oluşturulan dil ile konuşmak daha mı ayrıcalıklı kılıyordur insanları?
Anlaşılmaz olmak anlaşılır olmaktan daha mı havalı duruyordur üzerlerinde?
Zengin bir dil ile yalın bir anlatım yapabilmek varken, basit bir dil ile karmaşık bir anlatım yapmak daha mı sıra dışı hissettiriyordur insana kendini. 
"Ne kadar anlaşılmaz, o kadar ulaşılmaz" mı buluyorlardır kendilerini?
Çok "Cool" mu oluyorlardır yani?
İmlâ desen, yüksek okul okumuşundan ilkokul mezununa, gazetecisinden televizyoncusuna kadar imlâ ile kimsenin arası iyi değil...
Aslında benim sorduğum bu soruların cevapları (yukarıda yazdığım) konuşmacıların anlattıklarında mevcut... 

Türkiye'de Türkçe konuşulur
Yazının burasında kısa bir anımı anlatmak isterim:
PERYÖN Endüstri İnsan Kaynakları 4.0, 2017'de yoğun katılımcı sayısı ile epey zengin bir program hazırlamıştı yine. Lakin konuşmacıların dili her zirvede Türkçe'den bir adım daha uzaklaşıyordu. İngilizce-Türkçe karışımı bir dil icat edilmiş ve tüm sunumlar bu dil üzerinden yapılıyordu. Sunumları dinleyenler de aynı dili konuştuğundan olsa gerek, kimse bunda garip bir taraf görmüyordu.
Sunumlardan birinde, konuşmacının arkasında dönen görsellerin üzerindeki yazıların Türkçe'ye çevrilmemiş olduğunu gördüğümde iyiden iyiye gerildim ve sunum sonrası bu konuyu konuşmacıya özellikle ilettim.  
Türkiye'ye ürün satan bir yabancı şirketin, ürünün içine Türkçe tanıtım yazısı koyup koymadığı dahi önemliyken, Türkiye'de ve Türkler tarafından yapılan bir toplantıda, Türk bir birey tarafından yapılan sunumun İngilizce-Türkçe olarak yapılması ve arkada dönen görsellerin Türkçe'ye çevrilme zahmetinde bulunulmamış olması kabul edilemezdi.
Tepkimi ilettiğimde, önce konuyu savunmaya çalışıp, sonra da konuyu uzatmamak adına "Haklısınız" sözüyle salondan ayrılan konuşmacının yaptığım uyarıyı dikkate aldığını düşün(m)üyorum...
****
Günümüz Türkiyesinin en büyük sorunlarından biridir dilini, dili ile birlikte de özünü koruyamamak. 
Sinsi sinsi ilerleyerek ülkeyi de ele geçiren bir düşmandır dil.
Kendi dilinde olmayan isimler ile firma kurmaktır. Yabancı dilde isimlere itibar ederek pazar payını arttırmaya çalışmaktır. Tabelalarından Türkçe'yi çıkartmaktır.
Tesettür giyim mağazasının ya da mütedeyyin görünen bir inşaat firmasının adını İngilizce yazmaya çalışmasıdır.
Suriyeli nüfusunun çoğalması ile şehirlerin Arapça tabelalar ile donanması ve şehrin Arap istilasına uğrayıp, ülkenin adeta bir Arap ülkesi görünümüne bürünmesi günümüzdeki en çarpıcı örnektir.
Arap modeli giyinme kısmını Suriyeliler gelmeden çok önce biz kendi kendimize halletmiştik zaten. Arapça'yı da ana dil yaptık mı...
Bir zamanlar aynı dertten muzdarip olan bu ülkede, Mustafa Kemal Atatürk'ün tam bağımsızlık anlayışı olan Türk Devrimi'nin olmazsa olmazı diyerek gerçekleştirdiği Dil Devrimi'nin gerekleri şu anda da geçerlidir:
"Kendi dili ile düşünmeyen, okuyup öğrenmeyen, kendi dilinde eğitim almayan bir ulus, bağımsız olamaz; hiçbir ulus, dilindeki yabancı kültürlerin etkisini önlemeden kendini bulamaz; dilde ödün verenler, ulusal savunma silahlarından birini elinden bırakmış, güçsüz düşmüş, birliğini yitirmiş demektir."

Şimdi olduğu üzere, 20. Yüzyıl başlarında ülkede resmi dil olarak kullanılan Türkçe'de, kendine ait cümle ve sözcüklerin oranının yüzde yirmi beşe düşmesi, Arap Fars dilleri etkisinde olan Osmanlıca'nın anlaşılmazlığı ve halka ulaşmazlığı, halk ile devlet arasında yaşanan kopukluklar, halkın cehaletin kucağına gittikçe daha fazla itilmesi, Türkçe'nin zenginliklerinin göz ardı edilmesi, hâttâ unutturulması, dolayısıyla da dünya devletleri arasında gerileme bu gerekler arasında sayılabilir.
Ki günümüzde eğitim sistemi o kadar büyük bir açmazdadır ki; öğrencilerimiz okuduklarını anlamaktan acizdir. Okuduğunu anlamayan öğrenci diğer dersleri hiç anlamıyor ve bu sebeple Türkiye, PISA ölçümlemelerinde alt sıralarda çıkıyor.
****
Halkın Divan Edebiyatını anlamamasından dolayı Türk Dil Kurumu pek çok sözcüğü Türkçeleştirmiştir ve Emin ÖzdemirSamim Sinanoğlu gibi isimler bu konuda büyük emekler verilmiştir.
Ancak devlette sadeleşmesi gereken bir yer eksik kaldığını görüyoruz. 
O da bürokratik dil.
Bürokrasi dili de eskisine göre sadeleşti elbette ancak biz bugün bu dili de anlamakta güçlük çekiyoruz. 
Misal, Noter'de imzaladığımız bir kâğıtta ne yazdığını anlamıyoruz. Çünkü hukuk dilini hukukçulardan başka anlayan yok.
****
Dil Bayramını kutladığımız gecede, bu kıymetli insanların kıymetli konuşmalarını dinlememize vesile olan Dil Derneği Bursa Temsilciliği'ne ve Nilüfer Belediyesi'ne teşekkürlerimizle...
Yazı biraz uzun olduysa da affola...

26 Eylül 2017 Salı

"Kitaplar tehlikelidir!"

Miras olarak bir kütüphane dolusu kitap bırakılmasını ister miydim acaba diye sordum kendime.
İçinde nadide eserler bulunan, her biri ayrı kıymete sahip, okunması bir ömür süren bir kütüphane.

Ki o kütüphanenin oluşması zaten bir ömür sürmüştür.
Lakin o ömür benim değil, kütüphaneyi oluşturanın ömrüdür...

Benim ömrüm olsun isterdim oysa ben dedim sonra.
Okuduğum kitaplardan ömrüm boyu ağır ağır oluşturduğum bir kütüphane olmalıydı benim kütüphanem.
Peki ya sonra?
Benim ömrümün izlerini taşıyan kütüphaneyi kim isterdi? Kime emanet edebilirdim hazinemi?
Kim onların sayfalarında gezdirdiğim gözlerimi görür, kim okuduğum kelimelerde neler hissettiğimi bilirdi?
Benim gidişimin ardından bir kitap yığıntısı haline gelerek oradan oraya savrulurdu kütüphanem belki.
Belki de bir yerlere bağışlanırdı kitaplarım.
Onların hepsinde benim ellerim, hepsinde benim gözlerim, hepsinde benim izlerim varken benden başka ellere de aynı hissi yaşatırlar mıydı?

Yaşatmazlar mı sandım, yaşatırlardı elbet... 
Alamut Kalesi'nden daha sağlam çıkmamış mıydı Hayyam'ın Kağıttan Şatosu?
Yüz yıllara direnmemiş miydi binlerce kitap?
Yüz yıllar boyu milyonlarca göz tarafından okunmamış mıydı onca kitap?
Okumakla tükenmiyordu kitap dediğin.
Okundukça çoğalıyordu hâttâ.
Her okuyan ile bir kez daha, bir kez daha yazılıyordu adeta..
****
İlk okuyuşumda derinliğini ve içeriğini yeterince algılayamadığımı düşünerek bir kez daha al baştan okuduğum Carlos Maria Dominguez'in Kâğıt Ev'iydi bana bunları düşündürten.
Kitabı okurken "okur-yazar" bir insan olarak kendimle mukayese içindeydim hep. 
Ben de biliyordum, "Kütüphane zamana açılan bir kapıydı".
Okuma hastalığına tutulmamıştım ancak evimdeki kitaplar gittikçe çoğalmakta ve artık dolaplara sığmamaktaydı. 

Heyhat, benim kütüphanemdeki üç beş kitabın sayısı neydi ki, Kâğıt Ev'deki kahramanımızın sahip olduğu kitap sayısı 20 bin idi.
20 bin kitap bir evde nereye sığardı?
Banyo, koridor, salon, garaj... Hepsi dolmuştu. Gittikçe büyüyen, uzayan ve her yere uzanan bir yılandı sanki kitaplar. 
Garaj boşalsın diye araba arkadaşa hediye edilmiş, banyodaki kitaplar buhardan zarar görmesin diye sıcak suyla yıkanılmaz olmuştu.
Kahramanımızın kitap alma ve okuma hastalığı o kadar ileri boyutlara varmıştı ki, kitapları korumak için gerekli önlemleri almak üzere ayrılması gereken para yine kitap satın almaya yatırılmıştı.
Kitaplar çoğaldıkça kütüphanenin tasnifi zorlaşmış ve arşiv yapma zarureti doğmuştu. 

Peki ya arşiv neye göre yapılacaktı?
Kendine göre bir sistem geliştirmişti kahramanımız. Kavgalı yazarları bir araya koymuyordu mesela.  
Lakin o kadar uğraşarak oluşturduğu o sistem, bir gece, müzik, şarap ve mum eşliğinde yapılan bir okuma sonrası şarabın fazla kaçması ve mum alevinin haddini aşmasıyla yok oldu gitti.
Arşivsiz bir kütüphane neye benzerdi şimdi?
"Bulamadığın kitap var olmayan kitaptı. İnsan pek çok kitabı fetheder ama bir kaşif onları idare etmekle yükümlüydü."

"Kitaplar tehlikelidir" diyordu ya kitabın başında bir paragrafta hani, sonra da kitap yüzünden başına gelmeyen kalmayan şahısları anlatıyordu, kitap bağımlılığı da böyle bir şeydi işte. Kahramanımız da kitabın zararlarını yaşıyordu.
Hele de aradığı kitabı bulamamak tam çıldırmalıktı.

"Kütüphane zamana açılan bir kapıydı."
"İnşa edilen bir kütüphane yığılmış kitaplar toplamı değil, yaratılan bir hayat demekti. "
Ve "İnsanın en çok arzusunun sınırını bilmeye" ihtiyacı vardı.
Sınırlar bir kez aşılınca insanın hayatla arasında olan gerçeklik bağı da kopmaya başlıyordu.
Sonra da insan hayatını elinden alan bu tutkusuna düşman oluyordu. 

Kahramanımız da müptelası olduğu kitaplarına düşman olmuştu sonunda. 
"Bir kitaptan kurtulmak ona sahip olmaktan daha zordu." 
Kendi eliyle yarattığı canavarın esiri olmuş ve onunla başa çıkamaz hale gelmişti.

Kitaplardan kurtulmak için kendince bir yol buldu o da.
Kitaplardan bir ev yapacaktı...
****
Kitap Kurtları Kitap Kulübü olarak okuduğumuz, büyük öykü, küçük roman, yani Novella tarzındaki Kâğıt Ev'de anlatılan konu hem anlatım tarzıyla, hem içinde barındırdığı tanımlamalarla boyundan büyük bir etki yarattı bende.
İçindeki soru işaretleriyle dolu öykü ise yorumlara açık.
Bu kitabı daha iyi anlayabilmek için kitabın satırlarına serpiştirilmiş kitapların da okunması gerekiyor olmalı.
Görüldüğü üzere, kitap kitabı doğuruyor, bize de o doğumların tatlı sancılı hazzını yaşamak düşüyor. 
Hepinize iyi okumalar efendim...

Kapak fotoğrafı Google Library

24 Eylül 2017 Pazar

"İşte benim Zeki Müren"

6 Aralık 1931 Bursa doğumlu Zeki Müren'i, nam-ı diğer Sanat Güneşi'ni, nam-ı diğer Bodrum Paşası'nı, 1996'nın 24 Eylül günü kaybetmiştik.
Vefatının üzerinden yirmi bir yıl geçen sanatçı her zaman özlemle ve saygıyla anılıyordu.
Bursa Osmangazi Belediyesi tarafından bu yıl ondördüncüsü düzenlenen "Zeki Müren Anma Gecesi"nde şarkılar yine Zeki Müren için söylendi.
Bursa Merinos Atatürk Kongre ve Kültür Merkezi'nde düzenlenen programın assolisti TRT sanatçısı Gökhan Sezer'di ve Zeki Müren’in unutulmaz şarkılarını seslendirdi.
Anma etkinliğine şarkıcı Gönül Yazar, modacı Yıldırım Mayruk, Zeki Müren'in kıyafetlerinin mimarı modacı Muzaffer Çaha, protokol ve Zeki Müren hayranları katıldı.
İzleyicinin ısrarı ile sahneye gelen Gönül Yazar ısrarları kıramayarak Zeki Müren'den bir parça seslendirdi.
Yazının burasında 2014 yılında yazdığım "Nice Yıllara Zeki Müren" başlıklı yazımdan alıntılar yapmak isterim:

Barkovizyonda dönüp duran Zeki Müren ise adeta bu geceyi izliyordu. Program ona layık olmalı ve onu utandırmamalıydı.

O bizi, ben de onu öyle izlerken, yıllar önce Zeki Müren ve ABD'li piyanist şarkıcı Libarece ile bir öykü duyduğum geldi aklıma. Bu yazıya başlamadan önce araştırdım şöyle bir.
Bugün Gazetesi'nden Bilal Özcan'ın kaleme aldığı bir yazı çıktı karşıma. Bilgilendirmek adına yazıdan küçük bir alıntı yapmak istedim ben de. Bakın neler yazmış Özcan:
"1995 yılıydı... Bir televizyon çekimi için Las Vegas'a gitmiştim. Las Vegas'ı tanıtırken, bir döneme imzasını atan Liberace (Wladziu Valentino Liberace/1919-1987) isimli şarkıcının müzesinde çekim yaptım. O program ekranda yayınlanınca Zeki Müren Bodrum'da inzivaya çekildiği evinden aradı: 'Bilal dün gece programını izledim. Nereden buldun Liberace'yi, bravo sana. Bak bir sırrımı vereceğim. Ben sahnelerde kendime Liberace'yi örnek aldım. Las Vegas'ta çalıştığı müzikholde onu izleyince kararımı verdim ve Türkiye'ye dönünce sahnelerde devrim yaptım. Kostümlerimde, saz heyetinde, sahnede yaptığım yenilikler çok daha başarılı olmamı sağladı...'
Zeki Müren, 1950'li yılların sonunda, ölünceye kadar yanından ayırmadığı en yakın arkadaşı Şahap Koptagel ile bir dünya turuna çıkmıştı. (Bir generalin oğlu olan sevgili Koptagel, Zeki Müren'den sadece iki ay sonra Ankara'da üzüntüsünden vefat etti; bunu hiç kimse bilmez) Amerika kıtasında önce New York'a, sonra Los Angeles'a, ardından Las Vegas'a uğradılar. Zeki Müren, Las Vegas'ta izlediği piyanist şantör Liberace'ye hayran kaldı. Liberace piyanosunu çalıp şarkısını söylerken üzerinde bulunduğu sahne, ağır ağır 360 derece dönüyordu. Sahnede papyon da takıyor, smokin de, kaftan da, şort da giyiyordu.
Ve hepsinden ilginci; yüzüne, gözüne makyaj yapıyordu. Sahneye çıkarken, yukarılardan bir yerden salıncakla geliyordu. Zeki Müren Liberace'ye hayran kalmıştı. Şahap Koptagel'e, 'Türkiye'ye döner dönmez onun yaptıklarını yapacağım' dedi. Ve yaptı da..."
****
Zeki Müren deyince ya sizin aklınıza neler gelir?
Eşsiz benzersiz sesinden dökülen nağmeler mi? Kendine has ses rengiyle bütünleşen konuşma biçimi mi? Özellikle de Türkçeyi doğru kullanma hassasiyeti mi?
Neredeyse hayatını sahnede kaybeden Zeki Müren diğer sahne sanatçılarından farklıdır. Giyiminden, duruşundan, bakışından, elindeki mikrofonu tutuşundan dahi yansır bu farklılık. Yaradanın kendisine bahşettiği o muhteşem sesi ve o muhteşem kulağı ile söylediği her şarkıya can verir, ruh katar.
Sahnedeki ve sahne dışındaki halleri birbiriyle müsemmadır onun. Doğuştan sahip olduğu yeteneklerinin 'iş'i olmuş olması bir şanstır. O, kendisine bahşedilen bu yetenekleri ile yaptığı işe her daim saygı duymuş, izleyicilerine de her daim saygılı olmuştur.
Zeki Müren, içinden taşan seslerin güftelere, güftelerin de bestelere dönüşmesi ile birbirinden kıymetli eserlerin anası olmuştur, babası olmuştur.
Zeki Müren'in yarattıklarına ve yarattıklarıyla bizlere yaşattıklarına bakarsak, genlerinde taşıdığı özellikler O'na bu görevi yüklemiş olsa gerek diye düşünürüz....
Ayrıcalık, donanım, donatılmışlık ve yollanmışlık...
Her insan doğarken kaderiyle doğuyorsa eğer, Onun kaderi de Zeki Müren olmakmış demek...
Bursa Erkek Lisesi'ndeki ilk günlerini babamdan, babasının dükkanının önünde bacak bacak üzerine atıp da, gözünde gözlükleriyle oturuş hallerini annemden dinlediğim, sesi ve görüntüsüyle muazzam bir insandı benim için Zeki Müren.
Bodrum denilince akla ilk o geliyordu.
Beklenen Şarkı oydu.
Bir Demet Yasemen oydu.
Koklamaya Kıyamadığı Manolya oydu.
Kâtibim oydu.
Çay ve Sempati oydu.
Deh deh Düldül oydu.
Ve daha niceleri..
Zeki Müren, başarılı yorumculuk ve oyunculuk kariyerlerinin yanı sıra yüksek eğitimini aldığı desen tasarımına devam etmeyi de ihmal etmedi. Sahne kıyafetlerinin pek çoğunu kendisi tasarladı.
Resimle de uğraşan Zeki Müren öğrencilik yıllarından itibaren gerek desenlerini, gerekse resimlerini pek çok ilde sergiledi.
1965 yılında 100'e yakın şiirinin yer aldığı "Bıldırcın Yağmuru" adlı şiir kitabını çıkardı. Bu kitabında yer alan şiirlerinden birisi de Bursa Sokağı'dır...

İşte o şiir:
BURSA SOKAĞI
beni Bursa sokağında vurdular,
güneşi olmayan bir sabahta,
yeşil şarap aktı bileklerimden
bir çöpçünün nasırlı eli saçlarımda,
''Picadilly'' kızları öbek öbek göz pınarlarımda
sarhoşlar avuçlarımda yürüdü...
ömür çizgim bir postalın kabarasında,
güneşi olmayan bir sabahta...
beni Bursa sokağında vurdular.
küf kokan kızlar taşıdı kollarımdan,
terli köy çocukları, işkembe işkembe elleri,
sarımsak sarımsak dişler,
tüm sarı ne varsa, tüm solgun herşey...
eflatun gözler, siyah dudaklar
beni Bursa sokağında vurdular,
bir akşam gazetesinde, salya salya ismim;
karakol taşları hep soğuk mudur?
ağustoslarda, nem nem midir merdivenler?
o günden beri güneşsiz sabahlardan korkarım...
o günden beri, o sokağın her taşında ben varım...
Zeki MÜREN - 1965
****
İsterdim ki; içinde taşıdığı sanatçı ruhu hayatının her alanına yansıyan ve ruhu bedenine sığmayan Zeki Müren ve nadide eserleri, oluşturulacak bir tanıtım programı ile il il, ülke ülke gezerek memleketine, hâttâ dünyaya tanıtılabilsin.
Nevi şahsına münhasır bir kişi olarak dünyadan geçerken, Türk olarak doğup bizlere armağan edilmiş olmasının kıymeti bilinsin.
****
Bir ufak tavsiye;
Zeki Müren'i özlediğinizde ve onunla sohbet etmek istediğinizde, Turizm Danışmanı, Gezi Yazarı, Profesyonel Turist Rehberi, Belgesel Yapımcı ve Yönetmeni ve Radyocu Özge Ersu'nun, Lateradio programında yaptığı ve 3 saat süren Zeki Müren özel yayınını özellikle dinleyin derim. Pişman olmayacaksınız...
Dinlemek için tıklayınız:

22 Eylül 2017 Cuma

Seçmece bunlar!

2013 yılından bu yana Gölcük müftülüğünü yapan Mehmet Yazıcı Facebook hesabından, "Mağazalarda ambalajı açılmış teşhir ürünleri hep yarı fiyatına satılır. Anlayana…" diye yazmış. Müftü Yazıcı bu paylaşımını kısa süre sonra silmiş.

Anladık mı?
Ya da ne anladık ya da ne anlamalıydık?

Benim anladığım; geçenlerde tesettürlü olmayan kadınlar için "kabuğu soyulmuş domates" benzetmesi yapan kabuğu soyulmamış domates kılıklı hanım kızlarımız gibi sayın müftümüz de açık gezen kadınları rafa dizivermiş. Ürün demiş kadınlara yani.

Bunlar soyulmuşlar, bunlar soyulmamışlar, bunlar teşhir ürünleri, bunlar ellenmişler, bunlar el değmemişler. Seçin beğenin alın.  

Kişileri bir kenara bırakalım ve zihniyete seslenelim;
Ya siz?
Siz nesiniz?
Çöpsüz üzüm mü?
Sapsız armut mu?
Çekirdeksiz karpuz mu?
Kabuksuz fıstık mı?
İnce kabuk dolma biber mi?

Kılçıksız taze fasulye mi?
Biz sizi neye göre değerlendireceğiz?
Biz sizi neye göre seçeceğiz? 

Evet evet yanlış duymadınız, bizler sadece seçilen değil, en az sizler kadar seçiciyiz.
Hem biz kadınlar pazar alışverişini siz erkeklerden çok daha iyi biliriz...
****
Kadını "giyim" üzerinden yorumlayınca böyle saçmalıklar çıkıyor ortaya işte. 
"Nice insanlar gördüm üzerinde elbise yok,
Nice elbiseler gördüm içinde insan yok"
  
diyen zat mevzuyu "insan"da toplamış ne güzel.
Anlayana tabi...
****
Zevkler ve renkler tartışılmaz demiş çıkmış işin içinden atalarımız.
Tadında giyinen ne kadar insan varsa, bir o kadar da tatsız giyinen var.
Süsleneceğim diye boya küpüne dalanlar olduğu kadar, doğal olacağım diye hilkat garibesi misali dolaşanlar da var.
Renklerden bihaber, uyumdan bihaber, kendi bedeninden bihaber, nereye neyin giyileceğinden bihaber, izlemeyen, gözlemeyen, öğrenmeyen kadınıyla erkeğiyle bir dolu insan var.

Başını örtüp kıçını açanlar olduğu kadar, kıçını örtüp başını açanlar da var.
Açık olmak başka, saçık olmak başka. 
Gözler velfecri okuyup bedenin her uzvu ayrı oynarken sen o bedenin üzerini örtsen ne yazar örtmesen ne yazar.
****
İyi giyinmek yerine göre giyinmektir aslında.
İş yerine düğüne gider gibi gitmek nasıl abes ise, düğüne giderken iş yerine gider gibi giyinmek de o kadar abestir. 
Ama sadece abestir.
Suç değildir, günah değildir, hiçbir şey değildir.

Bu bir kültür, gözlem, zevk ve bilinç işidir.
En fazla "zevksiz" der geçersin.
Ötesine geçemezsin...

Bence siz üzerinde elbisesi olmayan "insan"lara karışacağınıza, elbiselerinizin içinde "insan" olmaya çalışınız.
Kim bilir, belki becerirsiniz...

21 Eylül 2017 Perşembe

Bizim zamanımızda TEOG mu vardı?

İki dudak açılıp kapanıp da o dudakların arasından "Ben TEOG olayını istemiyorum. Bizim zamanımızda TEOG mu vardı?" sözleri dökülünce ekran başındaki öğrencilerden ve velilerden 'en coşkulusundan' bir OLEYYY! nidası yükselmiştir eminim.
Ekran başındakiler 'TEOG bu sene kalkar mı acaba?' diye birbirine bakışırken, ertesi gün yayınlanan "TEOG kaldırıldı" haberleriyle birlikte evlerdeki tüm sınav hazırlıkları bir sepete konmuş ve çöpe atılmıştır.
O açıklamanın ardından devlet katındaki tüm TEOG yapılanmaları da bilgisayar ekranında bir klasöre doldurulmuş, sonra imleç ile klasörün üzerine gelinip sağ klikleme yapılarak SİL seçeneği seçilmiş, klasör ekrandan kalkınca da "Oldu da bitti maşallah, TEOG'dan da kurtulduk inşallah" diye sevinilmiştir.

Lakin şimdi ekrana yeni bir klasör açmak gereklidir.

Nihayetinde okullar, dershaneler, aileler ve öğrenciler hedefsiz kalmıştır.
Yine ekrana sağ tıklayıp, açılan penceredeki 'yeni' seçeneğinden klasör sekmesine gelinip ekrana yeni bir klasör açmalıdır.

Açıklamanın ardından bir anda ortaya çıkan yol haritalarına bakınca klasörün çoktan hazır olduğunu ve adının da 'Kuzuların Sessizliği' konduğunu düşündüm hemen.

Evet yanılmamışım, ekranda zaten o isimde bir klasör varmış...
****
TEOG bitti sözünün ardından yükselen OLEYY nidaları hızla sessizliğe büründü şimdi. 
Bunun ardından da bir çapanoğlu çıkmıştı işte.
Niçin bir kez olsun karamansız, koyunsuz ve çapanoğlusuz iş yapılmıyordu bu memlekette?
Niçin tüm eğitim sistemi İmam Hatip yolu üzerinden gitmeliydi? 
Niçin bilimle gelişen beyinler yerine hurafelerle doldurulmuş uyuşuk beyinler isteniyordu?
Niçin çocuklar okullarda özgür bireyler olarak değil de, sessiz sedasız kuzucuklar olarak yetiştiriliyordu?
Niçin okul seçimi çocuğun yaradılışına ve yeteneklerine göre yapılmıyordu?
Niçin biz bu işi bir türlü rayına oturtamıyorduk ya da niçin rayından çıkartmıştık?
Niçin Tevhid-i Tedrisat Kanunu'nu (Öğretim Birliği Yasası) bir kenara atıp bilinmez yollara dalmıştık?

Bu gidişle 2023'te kendimizi nerede bulacaktık?

2023 hedefimiz neydi?
Bu hedefi bize kim koymuştu?
Bu hedefi koyan ellere kim, nasıl hizmet ediyordu?
Bu hizmete el verenler vatana ihanet etmiyorlar mıydı?
Kaş yapacağız derken göz çıkartmıyorlar mıydı? 
****
80'lerde icat olan, 90'larda gemi azıya alan ve 2000'lerde iyice çığrından çıkan 'okul-dershane-özel ders' çılgınlığını hiçbir zaman sevmedim.
Çocukların çocukluklarının bu şekilde çar çur edilmesini hiç istemedim.
Hayat ve hayatta kalma hakkında pek çok şey öğrenecekleri, kültürel olarak zenginleşecekleri ve eğlenerek öğrenecekleri zamanlardan çalınıp da sınav odaklı yaşatılmalarını hiç tasvip etmedim.

Tüm hayatını çocuğa kitlemiş, kahve fallarında bile çocuğun kaç net yapacağı söylensin istemiş, yatırlara gitmiş, ağaç dallarına çaput bağlayarak dualar etmiş, sınav öncesi çocuğa okunmuş üflenmiş pirinçler yutturup şekerler yedirmiş, olmadı çocuğunu sınava 'kutsanmış kalemlerle' göndermiş, sınavlardan gelen puanlara göre ya başına çatkı çakıp ulu ulu ulumuş, ya da böbür böbür böbürlenmiş ebeveynler gördüm.

Sınavları başarılara geçerek okullar bitirmiş ama entelektüel birikimden yoksun burnu havada ergenler gördüm.
Sınavlarda başarısız olunca kendi canına kıymış gencecik çocuklar gördüm.

Bu sistemde amaç neydi, hedef neydi, bu çılgın koşu nerede sona erecekti?

Sınavlarda yapılan oynamalar ile pek çok kişinin hakkı da yeniyordu üstelik.
Çocuklar canından bezdiriliyor, geleceğe ve devletlerine inançları tükeniyordu.

Sınavlar ölçme ve değerlendirme sistemi olarak gerekliydi oysa. 

Şirazeyi kaydıran, sınavlar üzerine oynanan oyunlardı...
****
Sayın büyüklerimiz, bizim zamanımızda da TEOG MEOG yoktu ama en adilinden ve en kalitelisinden bir eğitim sistemi vardı.
Tiyatrosundan sporuna, orkestrasından dans grubuna, münazarasından okul çayına ve 23 Nisan, 19 Mayıs gibi bayramların hazırlıklarına kadar her türlü etkinliğimiz vardı.

Siz onları geri getirin, yeter.
Onun yolu da hani şu çöpe atılan Öğretim Birliği Yasası'ndan geçer...

12 Eylül 2017 Salı

Ne var, ne yok?

12 Eylül'ün üzerinden bunca yıl geçmişken 12 Eylül'e giden yola taşlar nasıl döşenmişti, memleket nasıl azgın bir denize dönüşmüştü, boğulmakta olan insanlar darbeyi yapan kurtarıcılarına(!) nasıl sarılmışlardı hatırlıyorsunuz değil mi? O günleri bilenler bilir; her şey toplumun "kendi rızasıyla" gerçekleşmişti pekala... Kenan Evren yıllar sonra yargılanırken, "Bugün olsa bugün de aynı şeyi yaparım" demişti savunmasında. Haklıydı da; memleket o hale gelene kadar kimse işlerin nereye gittiğini fark etmemişken ona da son noktayı koymak kalmıştı haliyle. Tıkır tıkır işleyen bir mekanizmanın sonucu da darbe ile taçlanacaktı elbet. Alkışlar eşliğinde taçlandı da... **** Hatırlarsınız, darbe öncesinde ve sonrasında ne canlar yandı, nelere mal oldu o günler, kaç nesil heba oldu silindi gitti. İşkencelerde ölen ya da sağ kalsa da hiçbir anlamda sağlıklı kalamayan insanlar, yitip giden evlatlarının ardından gözü yaşlı bakakalan kalan acılı aileler, on yıllar geriye düşmüş bir ülke, zaman kaybı, güç kaybı, itibar kaybı... O kadar derindi ki açılan yaralar, ülke bir türlü kendine gelemedi. O sebeple "Biz de okuyamadık netekim!" Neredeydi Cumhuriyet'in ilk on yılındaki o şahlanış nerede... İlk on yıldan sonrası hep çelme, hep tökez, hep geri, hep geri, hep geri... Yıllar ve yıllar sonra şimdi artık kıskanılası yollarımız var, teknolojinin en son modeli aletlerle dolu akıllı evlerimiz var, çılgın betonlaşmadan toprak kavramını unuttuğumuz kentlerimiz var, yağmur yağdığında rafting yapabileceğimiz sokaklarımız var, emniyet kemeri takmaya gerek duymayan ve emniyet şeridini gasp edebilen sürücülerin kullandığı, saatte bilmemkaçkilometre hız yapan son model araçlarımız var, hatta yeni nesil bir darbemiz var, Atatürk'ü reddeden yeni nesil vatanseverlerimiz var, Osmanlı'yı diriltmeye çalışan tarihten bihaber şehzadelerimiz var, başını kapatınca cennette birinci mevkiye yerleşeceğini düşünen hanım kızlarımız var, korku var, şiddet var, baskı var, yalan var, hırsızlık var, üç kağıtçılık var, gelecek endişesi var, KHK var, OHAL var, var oğlu var, var oğlu var, var oğlu var.
Lakin medeniyetimiz yok, vicdanımız yok, ahlâkımız yok, sosyal adaletimiz yok, hukukumuz yok, can güvenliğimiz yok, giyim kuşam serbestimiz yok, düşünce ve basın özgürlüğümüz yok, eğitimde fırsat eşitliğimiz yok, hatta eğitim sistemimiz yok, doğamız yok, ülkeye nefes aldıracak yeşilimiz yok, kendimizi besleyecek tarımımız yok, temiz suyumuz yok, temiz havamız yok, insana sevgimiz yok, hayvana sevgimiz yok, ağaca sevgimiz yok, hiçbir şeye sevgimiz ve hoşgörümüz yok, yok oğlu yok, yok oğlu yok, yok oğlu yok... O yüzden de pek çok kişi tası tarağı toplayıp medeniyetli ülkelere kaçıp duruyor.
Eskiler neyse de, ülkenin parlak beyinli gençleri de kaçıyor.
Siz de sızlanıp duruyorsunuz sonra, "beyin göçü var" diye... Göçmeyip de ne yapsın o beyin, biliyor ki burada kalsa kendi içine göçecek ve ziyan olup gidecek...

Eee, daha daha ne var ne yok?

8 Eylül 2017 Cuma

Gider Harvey gelir Irma

Geçen hafta ABD'nin Teksas eyaleti kıyılarına vurarak vurduğu yerin altını üstüne getiren ve yıkıcılığı ile 4. kategoriye yükseltilen Harvey kasırgasının ardından kasırga listesine 5. kategoriden giriş yapan Irma, son on yıldır Atlantik'te görülen en büyük kasırga unvanını aldı ve huysuz kız Irma Karayipler'i yerle bir etti. Hızı saatte 300 km'yi bulan ve büyüklüğü neredeyse Fransa kadar olan kasırganın hafta sonu da Porto Riko ve ABD Virgin Adaları üzerinden geçerek Florida sahillerine ulaşması bekleniyor.
Kimsenin Irma'yı hasretle beklediği söylenmese de Irma döne döne gelecek ve yolu üzerine çıkan ne varsa yerle bir edecek.

Şu dizelerdeki gibi olmayacak yani:
"Pencerenin perdesini havalandıran rüzgâr,
Denizleri köpük köpük dalgalandıran rüzgâr."

Bursa'nın meşhur lodosu tüm şiddetiyle esip kapıyı camı zangırdattı mı evin içinde dahi üç buçuk atıyoruz biz, kategori 5 bir kasırganın üzerimize çöktüğünü hiç düşünemiyorum.

Kategori 5 ne demek?
Kategori 5, Atlantik Okyanusu ile Pasifik Okyanusu'nun kuzeyinde oluşan kasırgaları rüzgar hızına göre ölçen Saffir-Simpson ölçeğinin en şiddetli grubuna verilen isim. Bu ölçek, mühendis Herbert Saffir ve ABD Ulusal Kasırga Merkezi'nin (NRC) eski başkanı meteoroloji uzmanı Robert Simpson tarafından 1971 yılında geliştirildi. Saatte 250 kilometrenin üzerinde hıza ulaşan rüzgarlar, Kategori 5 olarak değerlendiriliyor. Bu kategoride fırtınanın büyüklüğü, yarattığı dalga boyutu veya sel ihtimali değerlendirmeye alınmıyor. Genellikle kasırganın yarattığı bu etkiler fırtınanın kendisinden çok, daha fazla can kaybının yaşanmasına neden oluyor. Bunun örnekleri arasında 1900'deki Galveston Kasırgası, 1928 tarihli Okeechobee Kasırgası ve 2005'te New Orleans'ı vuran Katrina Kasırgası yer alıyor. 
(Kaynak: bbc.com)
Kasırga isimleri de alfabetik olarak isimlendiriliyor. Harvey ve Irma'dan sonraki kasırganın adı Julia, July, Jade, Jackie, Jeremy ya da J'li bir başka isim olacaktır.
****
İnsanlar kasırgaya karşı kendilerince önlem alıyorlar. Bu önlemlerle evlerini, arabalarını ve canlarını korumaya çalışıyorlar. Yöneticiler ona keza. Bu afeti en az zararla atlatmak için ellerindeki tüm birimleri teyakkuza geçiriyorlar.
Lakin doğanın kudreti karşısında öyle aciz ki yeryüzündeki her şey. Evmiş, arabaymış, bahçeymiş, ağaçmış, dereymiş okyanusmuş, büyükmüş küçükmüş, hiçbirinin önemi yok. 
Kasırgayla birlikte o masum pamuk şekeri bulutlar, o tatlı esen rüzgâr ve o asude deniz bir anda azgın bir canavara dönüşebiliyor. Hepsi bir olup yerle göğü birbirine karıştırıyor. 
İnsanların aldığı hiçbir güvenlik önlemine aldırış etmiyor. Hepsinin üzerine basıp geçiyor. 
O canavar için insanoğlunun çizdiği sınırların da hiçbir önemi yok. Kasırga bir ülkeden bir diğerine geçiş yaparken pasaport-vize kontrolünden geçmiyor mesela. 
Irk, dil, din, cins, kilo, boy ayrımı da yapmıyor.
Sadece insanlar değil, hayvanlar da nasibini alıyor yaşanan kâbustan. Yuvalar darmadağın oluyor, kuşlar uçamıyor, deniz canlıları bir anda kendilerini bir şehrin sokaklarında, hâttâ evlerin odalarında yüzer halde buluyor.

Dağılmayanlar da var tabi.
Teksas'ı sular altında bırakan ve en az 47 kişinin hayatını kaybettiği Harvey kasırgası felaketinde sel sularından kurtulabilmek için ateş karıncaları birbirine yapışarak hayatta kalmayı başarmışlar mesela. İnanmazsanız şu videoya bir bakın:
****
Kayıtlara bir göz attığımızda, tarihin yaşadığı en dehşet kasırga Nina Kasırgası olarak görünüyor. 2 Mayıs 2008'de Myanmar'da meydana gelen kasırga sonrası uydudan çekilen fotoğraflarda ülkenin haritasının değiştiği gözlenmiş. Ölü sayısı 80 bini aşmış, kayıplar ise 56 bin civarındaymış. 

Karıncalar kadar değiliz diyor insan hasarlara ve kayıplara bakınca.
Bir yandan da afet sonrası toparlanan insanlara ve hızla günlük hayata dönüşlerine bakınca, evet insanoğlu olarak biz de hayatta kalmaya programlıyız diyor.

Lakin hayatta kalırken kendimize daha fazla yer açacağız diye doğayla oyun oynamayalım, onun dengesini bozup canını sıkmayalım.
Doğanın eli kasırga haline gelip insanoğlunun suratına tokadı aşk ediveriyor yoksa.
Tokatlardan ders alınmayınca da gidiyor Harvey, geliyor Irma, Julia, Katerina etc. etc. etc...