30 Mayıs 2013 Perşembe

Farkındalığı olanlar farkındalık yaratırlar

1993 yılında Yıldırım-Küçükbalıklı'da kurulan M.E.B. Mitat Enç Özel Eğitim İlkokulu Ortaokulu ve Mesleki Eğitim Merkezi ‏     2000-2001 eğitim yılında Nilüfer'deki yeni binasına taşınana dek birkaç mekan değiştirmiş.

Okulu sebeb-i ziyaretim okul öğrencileri tarafından hazırlanan sergi açılışı idi.
Açılış öncesi okul müdürü Şenol Ugsuz ile sohbet ettik uzunca. Sohbetimize İlçe Milli Eğitim Şube Müdürü Arzu Ayyıldız, Nilüfer Özel Eğitim Meslek Lisesi Müdürü Türkan Caner ve Duyum İşitme Engelliler İlkokulu Müdürü Mehmet Ali Karadağ da katıldı.
Genel olarak Milli Eğitimin ve Nilüfer Belediyesi'nin katkılarından ve desteklerinden gayet memnundular.
Şenol Ugsuz okul olarak bağımsız olmak istediklerini ifade etti sadece.
Aynı kapıdan giriş-çıkış yapan üç okulun olması, bu üç okul öğrencilerinin yaş yelpazesinin geniş olması, dolayısıyla da kontrolün zor olmasıydı konu.
Okula olan talep ile okul kapasitesi ilişkisini sorduğumda; ana sınıfı ve ilkokul 1 ve 2'de boşluk, 4 ve 5. sınıflarda ise sıra olduğunu söyledi.
Sebep ise insanların çocuklarını mükemmel görmek istemesinde ve minik de olsa olan problemleri kabullenememelerinde...
Oysa bunlar utanılacak ya da görmezden gelinecek durumlar değil.
Sadece yaratılış...
Böyle durumlarda yapılacak olan şey, durum tespit edildikten sonra ona göre bir yol haritası izlemek.
Daha da önemlisi ise mümkün olduğunca erken tespit edebilmek.
Geç kalmamak…
Bunun için de farkındalığı olan ebeveynler ve eğitmenler lâzım.

Kendilerine özel okullarda okutulan bu çocuklar 12. sınıftan sonra okul hayatına veda edip çalışma hayatına giriyorlar ve özel şirketlerin ve kamu kurumlarının özürlü kontenjanlarından faydalanıyorlarmış.
Üstelik okul sonrası hayatlarında da yalnız bırakılmayıp, özel birimler tarafından yine takip ediliyorlarmış.

Bu bilgilendirmelerden sonra konferans salonuna geçtik. İstiklal Marşı'nın okunması ve Okul Müdürü Şenol Ugsuz'un açılış konuşmasından sonra sporda başarılı olan öğrencilere ödülleri takdim edildi.

Aldıkları derecelere bakacak olursak okul sporda epey iddialıydı.

100 m koşuda Ömer SAĞINÇ Türkiye birincisi, uzun atlamada Türkiye üçüncüsü,
100 m koşuda kızlarda Kübra DEMİR Türkiye ikincisi, uzun atlamada Türkiye üçüncüsü, gülle atmada Türkiye ikincisi,
100 m serbest yüzmede Fatih CENGİZ Türkiye ikincisi, 200 m serbestte Türkiye üçüncüsü,
200 m serbestte Köksal YILMAZ Türkiye ikincisi,
Masa tenisinde Nedim TASLI Türkiye dördüncüsü,
Down sendromlular 50 m serbestte Emirhan UZUN Türkiye birincisi olmuş.
Ödüllerini alan çocuklar alkış yağmuruna tutuldular.
Ne de olsa hem okullarının, hem de ailelerinin gurur kaynağıydılar.
Ödül töreninin ardından görsel sanatlar, teknoloji tasarım ve el sanatları dallarında hazırlanmış el emeği göz nuru eserlerin sergilendiği salona geçtik.
Eserlerinin önünde "Bunu ben yaptım, bunu da ben yaptım" diyen çocuklar vardı.
Hepsini fotoğrafladım elimden geldiğince. Öyle gururla poz veriyorlardı ki ve öyle mutluydular ki…
"Beni de çek, beni de çek!"
Onların gelişimini görünce Bursalı çocukların bu konuda ne kadar şanslı olduklarını anladım..
Ve keşke her özel ilgi gerektiren çocuk bu imkânlara sahip olabilse dedim...

Yeşile düşman Griler...

Yer gök aşk demek istiyor insan İstanbul için.
Yedi tepesiyle, Boğazıyla, Kız Kulesiyle, Hisarlarıyla, kasırlarıyla, köşkleriyle, camileriyle, çeşmeleriyle, sahaflarıyla, çarşılarıyla, simitçileriyle, İstiklâliyle, Tüneliyle...
İstanbul'u İstanbul yapan her şeyiyle.
Boğazın durmaksızın akan mavi sularına, durmaksızın değişen kent görüntüsü eşlik eder ya iki yandan.
Boğaz aynı renkte akar hep, lâkin şehrin rengi başka başka.
Yeşili daha az, grisi daha çok.
Toprak desen, hiç yok...
Yer gök aşk demek isterdim dedim ya yazımın başında İstanbul için, belediyenin Taksim Meydanı Düzenleme animasyonunu görünce yer gök taş dökülüverdi ağzımdan.
Dümdüz beton satıhlar ve araya serpiştirilen görsel peyzajlar.
Gölgesinde dinlenilemeyen ağaçlar, ulaşılıp da koklanamayan çiçekler, sere serpe uzanılamayan çimenler.
Hepsi sadece dekor...
Sanki bir tiyatronun görsel efektleri.
Oyuncularsa bu oyunda rol almak istemiyorlar hiç.
Dokunmak, uzanmak, koklamak, soluklanmak, derin derin nefes almak istiyorlar.
Ne AVM cafeleri, ne cadde üzeri mekânlar, ne de özel kulüpler parktaki bir çay bahçesinin keyfini yaşatıyor insana.
Hemen gidiliveren, hemen oturuluveren, hemen iki çay söyleniveren, hemen içiliveren...
Ulu ulu kapılardan geçmeden, kasmadan, germeden, giderken ne giysem diye düşünmeden.
Ağaçlar altındaki bir bankta edilen sohbetin tadını düşünün bir.
Hemen oracıkta.
Randevulaşmadan.
Buluşmadan.
Tesadüfen.
İki muhabbet ve sonra herkes evine, herkes işine...
Milyonlarca insan geçer gider şu hayattan.
O banklar kalır.
Banklara gölge olan o ağaçlar kalır.
Kökleri toprakta, dalları semada.
Nefes alır, nefes verir, can verir.
Yüzyılları görür de kimseye etmez tek bir kelime.
Şahit olduğu bütün sırları sessizce saklar derinlerde bir yerde...
Sonra gelir biri, söküp atar o can'ı.
Ne yaşına ne de yaşattıklarına bakmaksızın sağlam bir dişi çeker gibi topraktan koparır köklerini bir bir.
Sonra ne mi olur?
Diyeyim.
Toprağa basamayan, ağaca dokunamayan, doldukça dolan ama boşalamayan insanların yaşadığı asabi bir ülke olur elbet...



29 Mayıs 2013 Çarşamba

Biber gazında damping mi var?

"Gaspçıya, tecavüzcüye, apaçilere aman vermeyin! Ailenizin, eşinizin, dostunuzun ve kendi hayatınıza değer verin! İnsanlıktan nasibini alamamış insancıklara boyun eğmeyin!
(x) biber gazı ile artık uzak doğu dövüş teknikleri için kursa gitmeye gerek yok. Tek yapmanız gereken göz yaşartıcı biber gazını kötü niyetlinin yüzüne sıkabildiğiniz en yakın mesafeden sıkın."
Bu da neyin nesi derseniz, internetten satılan biber gazının tanıtım cümleleri derim.
Müdahale edilmese büyümeden bitecek her olayda polisin insanların üzerine sıktığı onca gaza bakınca da, biz bu tanımlardan hangisine uyuyoruz diye sorarım.
Biber gazı üreticileriyle polis arasında ayda bilmemnekadar ürün tüketilecek babında gizli bir anlaşma mı var yoksa?
En son Taksim Gezi Parkı'’nda eylem yapan gruba da sıkmışlar bol bol.
Malzemeden çalmıyorlar şükür ki.
Elleri de hiç korkak değil.
Bu gazlar bitecek denmiş kendilerine besbelli!
Şaka bir yana; eylemin fotoğraflarına bakınca insanların artık yeter raddesine geldiğini anlıyoruz.
Özellikle de gençlerin.
Hele fotoğrafların arasında biri var ki;
Reuters fotoğrafçısı Osman Orsal'’ın çektiği, sıkılan gazın tazyiğinden saçları havalanmış, yine de yerinden kıpırdamadan duran kırmızı elbiseli genç bir kıza ait.
Çevredeki herkes, çıkan kargaşada hareket halinde.
O ise gözlerini kapatmış, sessiz bir direnişte.
İsyansa isyan.
Duruşsa duruş.
Tavırsa tavır.
Gazı sıkan polisse bisepslerini şişirmiş, var gücüyle sıkıyor kıza.

24 Mayıs 2013 Cuma

Eşeğin aklına karpuz kabuğu nasıl düşer?

Ankaray'ın Kurtuluş İstasyonu'ndaki bir aklıevvelin anonsundaki gibi: "Sayın yolcularımız lütfen ahlâk kurallarına uygun hareket ediniz" derseniz, işte böyle düşer...
Ha, başlıktaki deyime bakıp da insanları eşek yerine koyduğumuz düşünülmesin aman ha!
Kimsenin aklında olmayanı akla getirmeye uyan başka bir deyim bulamadım doğrusu.
Akılda olmayanı akla sokmalarındaki büyük başarı sayesinde insanlar yarın (25 Mayıs) saat 18:30'da aynı istasyonda öpüşme eylemi düzenliyorlarmış.

Siz eyleme katılır mısınız ya da onaylar mısınız bilmem.
Lakin ahlâksızlıkla itham edilip o kazanda kaynamak istemezsiniz herhalde.
"Sen kim, bana ulu orta ahlâk dersi vermek kim!" dersiniz.
"Öpüşmek ahlâksızlıksa al sana ahlâksızlık!" diyerek nazirelerin en büyüğünü de yaparsınız.
Yasaklardan muzdarip olduklarını söyleyerek yıllardır ağlaşanların ve bu sayede rüyalarında dahi göremeyecekleri tepelere tırmananların uygulamaya kalkıştıkları yasaklar aldı başını gitti.
Milletin damarına damarına basıyorlar da, bilmiyorlar ki bu memleketin hamurunda yasaklara uymak yasaktır zihniyeti var!

Çatır patır yasaklayarak değil; sevgiyle yaklaşarak, eğiterek, öğreterek ve en çok da örnek olunarak gelişir toplumlar.
Yoksa nasihat, en çok vereni eğlendirmekten öteye geçmez.
Sallanan her parmak da gün gelir sallayanın gözüne girer...

22 Mayıs 2013 Çarşamba

En iyi zanlı 'ölü' zanlı...

Geçtiğimiz 15 Nisan'da (2013) Boston Maratonu'na düzenlenen bombalı saldırıyı hatırlarsınız.
Saldırı sonucunda 3 kişi ölmüş, 200'den fazla kişi de yaralanmıştı.
Üç gün sonra FBI tarafından civardaki kameralardan tespit edilen görüntülerde olayı yaptığı varsayılan kişilerin görüntüleri medyada yayınlanmış, tespitin ardından kaçmaya çalışan zanlılar 18 Nisan gecesi Massachusetts Teknoloji Enstitüsü'nde görevli bir polisi öldürmüş, kendilerini takibe alan polislerle girdikleri ve sabahın erken saatlerine kadar süren  silahlı çatışma sonucunda zanlılardan birisi ağır yaralı olarak ele geçirilmiş ve kısa bir süre sonra hastanede ölmüş, kardeşi ise kaçarak bir süre izini kaybettirmiş, daha sonra da Boston'un banliyölerinden biri olan Watertown semtinde yaralı olarak ele geçirilmişti.
En son olarak da bugün saldırıyla bağlantılı bir kişi FBI ajanları tarafından vurularak öldürülmüş.
Vurulmasına sebep ise "saldırganlaşması"...

Bütün bu zanlıları hemen tespit etmece, hemen yakalamaca ve ardından da anlaşılmaz bir şekilde hemen ortadan kaldırmaca size neyi hatırlatıyor bir düşünün...
Televizyonla henüz yeni tanıştığımız 70'li yıllarda izlediğimiz dizilerden birini hatırlatmıyor mu?
"Oswald Ölmeseydi.."

Hani Keneddy Suikasti'nin gerçekleşmesinden 12 saat sonra yakalanarak avukatı bile olmadan sorgulanan, söyledikleri tutanaklara dahi geçirilmeyen, duruşmaya çıkartılmak üzere götürülürken 70 polis ve birçok gazetecinin arasında ve canlı yayında Jack Ruby tarafından vurulan Keneddy Suikastı zanlısı Lee Harvey Oswald...

Her hafta diziyi heyecanla beklediğimi hatırlıyorum lakin Oswald'ın ölmemesi halinde neler oluyordu onları pek hatırlamıyorum.
Bugün Oswald hakkında biraz araştırma yapınca kendisinin bu olay için seçilmiş kişi olduğunu, 17 yaşından beri bu vak'aya hazırlandığını, yakalandıktan sonra konuşacağını beyan etmesiyle birlikte de kendi sonunu hazırladığını görüyoruz.
Konuşamaması sonucunda tek zanlı olarak kabul edilerek dosya kapanıyor.
Konuşabilseydi neler diyecekti, dünya hangi yöne gidecekti bilinmez...
****
Dünyanın gidişatında mihenk taşı olacak çok büyük olaylar var malum.
En yakınlardaki 11 Eylül saldırıları mesela.
Yurdumuzdaki Hatay-Reyhanlı'daki bombalamalar mesela.
Olayların ardından şıp diye bulunan ya da sittin sene bulunamayan failler mesela.
Bulduk dedikleri, bulamadık dedikleri, işte bu dedikleri, yok bu değil o dedikleri.
Yapanları cezalandırmak için dünyanın bir ucundan öteki ucuna yettikleri.
Herkesi maymun edip her şeyi kendi istedikleri gibi yönettikleri...

Uzun metrajlı bu filmin setinde -biz dahil- ziyadesiyle figüran var.
Başrole soyunup da dublörlükten öteye geçemeyenler suflörün kendilerine sufle ettiklerini söyleyip, rolleri bitince de ayrılıyorlar sahneden.
Ayrılmak istemeyen olursa da cızz, anında atılıyor oyundan.
Nasılsa yerini alacak dublör çok.
Işıkçısı, sesçisi, asistçisi, her çeşit eleman her dem mevcut.
Bir tek başrol oyuncuları değişmiyor.

Onlar kim mi?
"Akmakta olan bir nehrin akış yönü değiştirilmişse, bunun sorumlusunu bulmak için nehrin yeni suladığı tarlanın sahibine bakmak yeterli" demişler.
İşte onlar suyu kendi tarlalarına çevirenler...

Kapak fotoğrafı: ABD başkanı John F. Kennedy’ye suikast düzenlediği iddia edilerek tutuklanan Lee Harvey Oswald'ın 24 Kasım 1963 günü, yani olaydan iki gün sonra, Dallas Emniyet Müdürlüğü binası çıkışında gece kulübü sahibi Jack Ruby tarafından canlı yayında öldürülüş anı. 

18 Mayıs 2013 Cumartesi

İncir çekirdeği dolmaz ama...

Tıkır tıkır işleyen planlardan geriye kalan, o planda figüran olarak kullanılan günahsız insanların acıları...
O acının üzerine her mevzu lüzumsuz, her söz kifayetsiz.
Olsa da;
Hayat devam ediyor...
Kaç kez yıkıldık böyle, kaç kez kalktık sonra.
Unuttuk mu yaşananları, unutmadık.
Unutmayacağız da...
Unutmayacağız ama düğün de yapacağız, bayram da..
Koşa koşa tatile de gideceğiz.
Yüreğimizdeki her acı zihnimizden geçecek zaman zaman.
Gözler bulutlanacak, feri kaybolacak.
Sonra, kazanılan bir maçla, kıvrak nağmeli bir şarkıyla, beklenmeden alınan bir armağanla tazelenecek hayat bir daha, bir daha...
Bir çocuk gülüşüyle aydınlanacak dünya.
Anlaşılacak ki henüz her şey bitmedi.
O çocuğu büyütmek için yaşamak lazım.
Yaşamak için de neşe lazım...
****
Hayat akıp giderken neler yaşamıyor ki insan.
Kendi yaşadığım kısacık bir otobüs hikayesi anlatayım size canlı canlı.
Şehir içi bir otobüsün dikkatli çıkması gereken bir yola bodoslama girmesi ve sürücüsü kadın olan 4x4 araçla çarpışma tehlikesi.
Kısa bir el kol hareketi vs vs.
Normaldir.
Hepimiz trafikteyiz. Bunun gibi daha nelerle karşılaşıyoruz.
Normal olmayansa, otobüs şoförünün sürücü kadının ardından demediğini komaması.
Ön koltukta oturan iki teyzeyi de lâflarının onaylayıcısı ilân ederek mevzuyu paraya pula, zengine fakire, ehliyete manava kadar dayandırması.
Yolda gelirken durakta yavaşlamadığı için, otobüs bekleyen bir yolcuyu almamasını ve niye durakta saklanıyormuş diyerek almadığı kişiye saydırmasına ses çıkartmamıştım.
"Sus Canan" demiştim.
Sürücü kadının ardından ettiği lâflara ise daha fazla kayıtsız kalamadım.
Kendi aracında istediğine istediği lafı edebilirdi, lâkin bu bir toplu taşıma aracıydı.
Ve o da kaptanı...
"Yol kadın sürücünün idi, biz hatalı çıktık" dedim düz ama sakin bir sesle.
Lâfımı güçlendirmek için de -profesyonel olarak yapmamış olsam dahi- direksiyon öğretmeni olduğumu belirttim.
Ondan sonra iş bana döndü.
Bizim yetiştirdiğimiz sürücülerin bu kadar olduğundan başlayarak devamını getirdi.
Kendi kendine olan konuşmalar ve ona buna lâf atmalar başladı.
"Beyefendi insanlara çemkirmeyin" dememle de iyice coştu.
Diğer yolcuların kendisine 'işini yapmasını ve kimseye hakaret etmemesini' söylemesiyle de çıldırdı.
Durağa gelmeden kapıyı açarak, götürmüyorum işte, kullanmıyorum işte, ne haliniz varsa görün nidaları arasında yolcuları adeta dışarıya attı.
Ondan sonrasıysa ilgililere ettiğimiz telefon ve şikayet bildirimi.
Sonuç ne olur bilemem...
****
Kimseyi işinden gücünden ve ekmeğinden etmek değildir arzumuz ama insanların önce kendilerine, sonra işlerine ve dolayısıyla çevrelerine saygılı olmayı öğrenme zorunlulukları var.
Yılların öfkesini kusmak için sudan bahanelerin arkasına saklanmamaları ve hadlerini bilme zorunlulukları var.
İşlerini yaparken kişisel sorunlarını başkalarının sırtına yüklememe zorunlulukları var.
Bunları ya öğrenecekler ya öğrenecekler.
****
Hatay Reyhanlı'da yaşananların ardından bunlar ne kadar lüzumsuz hareketler aslında değil mi?
Ama korkutucu.
İncir çekirdeğini doldurmayan konulardan işlenen cinayetlere bakacak olursak.
Şu an yazabildiğimden anlaşıldığı üzre, henüz ömrümüz bitmemiş...

14 Mayıs 2013 Salı

Siz savaşı ne zannediyorsunuz?

Hani son 20 yılda televizyonlarda canlı canlı savaşlar izledik ya.
Kuveyt'ten, Filistin'e, Irak'a, İran'a, Bosna'ya, Afganistan'a ve şimdi de Suriye'ye kadar pek çok savaş.
Kore'yi, Vietnam'ı ve İkinci Dünya Savaşı'nı saymıyorum.
O zamanlarda teknoloji bu derece yüksek olmadığından, yaşananlar farksız da olsa yansımalar böyle şiddetli değil.
Vietnam'da yaşananları, savaşın ardından yapılan filmlerde gördük mesela.
Görmez olaydık...
Irak Savaşı sırasında Amerikan askerlerinin marifetlerini izledik bolca. Pis sırıtışlarla verdikleri pozlarda Iraklılar'ı kullandılar figüran olarak.
İnsanın insana neler edebildiğini bir kez daha kanıtladılar.
Sonra Suriye karıştırıldı ve halk birbirine düşürüldü.
Sokaklardan vahşet görüntüleri yayınlanıyor iftiharla.
Bir videoda, ele geçirdikleri posta binasının çatısından posta memurlarını atıyorlar tek tek.
Düşüş bir anlık bir hadise ve küt diye yapışıyor yere fırlatılıp atılan. İnce bir kan sızıyor sonra zemine...
Öldürdükleri insanların cesetlerine bile o kadar zulmediyorlar ki, bunu yapabilen insanların içlerinde nasıl bir canlı yaşadığını görmek insanı hem tiksindiriyor, hem de ürkütüyor.
Öldürdüklerine bunları yapabilenler öldürmeyip esir aldıklarına neler yaparlar, hayal bile edemiyor.
Canlı canlı boğazlamalar, canlı canlı recmler ve daha neler neler.
Hepsi paylaşım sitelerinde izlenme rekorları kırıyor.
Çok yönlü bir delilik bu.
Yapan, kameraya alan, yayınlayan, izleyen, beğenen...
Düşünün bir, bu zincirdekilerden hangisi daha insafsız?

Bu vahşet ve bu savaş bulaşıcı olmalı.
Yangın gibi sirayet ediyor hızla.
Önce ortam ısınıyor, sonra da ısınan her şey birden alev alıyor. Yoluna çıkan ne varsa kavuruyor.
Daha dün yanı başımızda patlayan bombalardan sonra ortaya çıkan manzaranın sahnelerine tanıklık ettik tek tek.
Kopmuş organlar, kanlar içinde insanlar, evladının cansız bedenine bir umutla sarılan analar, babalar.
Savaşın gerçek yüzü işte bu.
Bomba, ateş, ölüm, kan, acı, çaresizlik, nefret, korku, endişe, isyan.
Bu olayın ardından insanları galeyana getirense, bu savaşa dahil olmamız için ortamı ısıtanların tavırlarındaki riya...
Patlayan bombalardan kilometrelerce uzakta yaşananlarsa bambaşka bir facia.

Vatana sahip çıkmak adına mangalda kül bırakmamacasına konuşanlar, askere uğurlanırken kınalar yakılanlar, vatan borcu namus borcudur diye haykıranlar; binlerce keredir oynanan sıradan bir maçın ardından, üzerinde  farklı renkte bir forma olan kendi yurttaşlarını hacemat ediveriyorlar.
Hani biz dosttuk, hani biz kardeştik, hani düşman biz değildik...

Geçmişimizdeki savaşların acı dolu izlerinden olsa gerek, savaşın kanlı olduğunu bilir ve mümkün mertebe savaşa girmekten kaçınırdık eskiden.
Yurtta sulh, cihanda sulh olsun isterdik.
Şimdiyse, cahil cesaretinden olsa gerek, her şeyi savaşa çeviriyoruz.
Spor savaşları, trafik savaşları, sanat savaşları, tartışma savaşları, fikir savaşları, düğünler, kutlamalar...
Hepsine kan bulaşıyor tek tek.

Ne yapmalı, ne etmeli de bu gidişe bir dur demeli.
Yoksa akan bu kanlarda hepimiz boğulup gideceğiz.
Boğulurken de çok ama çok acı çekeceğiz...