26 Ocak 2011 Çarşamba

Ah benim yorgun dünyam

Üzerinde yaşadığımız şu dünyaya yeterince iyi davranıyor muyuz, yoksa ‘Benden sonra tufan!' mı diyoruz?
Farkında mıyız ki milyarlarca yıldır canlılara kucak açmış güzelim yeryüzü cennetini cennetlikten çıkartıp, hızla cehenneme döndürmeye çalışıyoruz.
Üstelik bunu da oldukça iyi başarıyoruz.
Ve biz bunun için o kadar uğraşıyoruz ki, dünya bize direnmekten bitap düşüyor, yalpalıyor, savruluyor...
Bir yandan toprağa geçirdiğimiz kimyasalları sindirmeye, derelere boşalttığımız atıkları süzmeye gayret ediyor.
Bir yandan da atmosfere karışan onca zehirli gazı arıtıp bize solunacak hava yaratabilmek için var gücüyle çalışıyor, çalışıyor, çalışıyor...
Ne yazık ki artık dünya bunlarla kendi doğal korunma yöntemleriyle baş edemiyor.
Bizi daha fazla taşıyamıyor...
Sonunda onu organları bozulmuş bir canlıya döndürdük.
Suyumuzu süzemeyen böbrekleri var artık. Havamızı arıtamayan ciğerleri, kimyasalları öğütemeyen bozulmuş bir midesi var.
Üzerinde yaşayabilmemiz için mükemmel donatılmış bu gezegeni ve onun yaşamsal organlarını kendi ellerimizle birer birer yok ettik.
Yok ettik de; bu yok edişle esasen kendi kendimizi imha etmenin eşiğine geldik.
Kendi bindiğimiz dalı kestik, kendi kazdığımız çukura düştük.
Bedenindeki hayati organları çürümüş bir canlı daha ne kadar direnebilir?
‘Koskoca denizde boş bir sigara paketinin kime ne zararı olur ki canım?' diye düşünürler hep.
Sigara paketlerini atarlar, izmaritlerini atarlar, burunlarını sildikleri mendilleri, içtikleri meşrubat şişelerini, çocuk bezlerini, ellerine geçen her ne varsa hepsini deniz bir çöplükmüşcesine fırlatıp atarlar.
Saygısızca ve sorumsuzca atılan bu çöpler denizin dibinde kokuşmuş balçık tarlaları yaratır. Dibe çökmeyip yüzeyde kalan çöpler ise deniz tarafından sahillere kusulur.
Denizden gelen kokunun verdiği rahatsızlık, sahillerde birikmiş çöp yığınları, ağır metal içeren deniz canlıları, yok olan balık türleri ve kirlilikten yüzülemeyen rengi bozarmış o deniz, tamamlanmamış bir alış-verişin zaman zaman görülen hesabıdır aslında.
Kâr-zarar belirlenmiştir.
Bedeller karşılıklı ödenmektedir...
Şehirlerin ve fabrikaların denizlere salıverilen atık sularıysa, bu çağda olmaması gereken en büyük sorumsuzluk örneği değil midir?
Artık ne içme sularımızdan eminiz, ne ürünlerimizin yetiştiği topraklardan, ne de sulandığı sulardan.
Organik ürün koşturmacasıyla kavruluyoruz. Yumurtadan domatese, fındıktan patatese kadar her şeyde organik etiketi arıyoruz.
Ürünlerin köylerde yetişmiş olmalarının organik olmalarına yettiğini düşünüyoruz.
Oysa yetmiyor!
Kısır bir döngü içerisinde hepsi bu kirlenmeden nasibini alıyor ve bunun faturası yine insanoğluna çıkıyor.
Zehirli yiyeceklerle beslediğimiz vücutlarımız da çok erken yaşlarda isyan bayrağını çekip, bizi onulmaz hastalıklarla baş başa bırakıyor.
Sonra da gelsin anti ageing kürleri...
Bir an bile düşünmeksizin kesilen her ağaçla birlikte bunun bedelini toprak kaymalarıyla ödeyen, çamurlara gark olan köyler, oksijen seviyesinin düşmesi, ozon tabakasının delinmesi derken fatura yine kabarıyor
Doğadaki her canlıyı da doğayla birlikte yok ediyoruz. Onları daha dar alanlara sıkıştırarak varolma haklarını ellerinden alıyoruz...
Balkonumuzdaki ışığa pervane olan böceği de, duvarda gezinen örümceği de haneye tecavüz suçundan ölüme mahkûm ediyoruz.
Kimin kimin hanesine tecavüz ettiğini görmezden geliyoruz...
Bir çocuk doğduğundan itibaren çevresinde her çöpünü sokağa fırlatan insanlar görürse, bunların son derece doğal davranışlar olduğunu benimser ve hiç sorgulamadan gördüklerini yapar.
Bir insan ailesinde bu yanlış davranışı öğrenmiş olabilir. Ancak artık çocuklar genellikle beş yaşlarından sonra evlerinden ayrılıp okullara gitmekteler.
Milli Eğitim Bakanlığı çevreyi koruma bilincinin öğrenilmesi ve gelişmesi adına müfredatlarına bu konuya özel dersler eklemeli. Tek tek gönüllülerin büyük özverilerle yapmaya çalıştıkları bu işi organize bir hale getirmeli ve bu önlemlerin ve bu yaşama tarzının bizim geleceğimiz olduğu her çocuğa tek tek belletilmeli.
Tabi bunlar sadece ders olarak anlatılır, çocuk okuldan çıkıp da evine giderken kendisine öğretilen her şeyin tam tersini hayat içinde görürse kafası oldukça karışacaktır. Bu karışıklığı yenmeleri ve göğüsleyebilmeleri için de çevre duyarlılığı olan, inanmış öğretmenler en belirleyici kişilerdir.
TEMA Vakfı kurucusu Hayrettin Karaca yıllardır sesini duyurabilmek için mücadele veriyor, durmaksızın çalışıyor, bıkmaksızın anlatıyor.
O; ‘Türkiye Çöl Olmasın!' dedikçe daha çok ağaç kesiliyor, daha çok ormanlık alan imara açılıyor, daha büyük katliamlar yapılıyor.
Türkiye Cumhuriyeti sınırları dahilinde, orman vasfını yitirmiş, kadastro marifetiyle orman alanları dışına çıkartılmış, bir daha geri kazanılamayan ve ıslah edilemeyen arazilere 2B arazileri deniliyor. (2B, 6831 Sayılı Orman Kanunu'nun 2. maddesi B bendi için kullanılan bir kısaltmadır)
Bu arazilerin satılması durumunda hazineye 5 ila 20 milyar dolar gelir getireceği öngörülüyor.
Bir yandan TEMA Vakfı, "2/B Arazileri Satılmasın" isimli bir imza kampanyası başlatıyor, diğer yandan muhalif sesler 2B düzenlemesinin orman arazisi işgalcilerinin oyunu almaya yönelik bir seçim hilesi olduğu öne sürüyor.
Gerçekten de bir daha geri kazanılamayacak arazilerin imara açılması için bir sözümüz yok. Lâkin henüz verimli ya da geri kazanılabilir araziler de işin içine girerse vay halimize...
Lâf aramızda;
2B arazileri ile ilgili yaptığım internet aramalarında karşıma ilk çıkan sitelerin emlak siteleri olduğunu görünce irkilmedim de değil.
Ben'ce;
Dünyamızın artık iyi bir tedaviye ihtiyacı var.
Belki itinalı bir bakımla kendini toparlayıp bir nebze olsun eski haline dönebilir. Bu özenli bakımın sürekliliği halindeyse eski neşesine ve verimliliğine kavuşabilir.
Bu iyileşmenin olabilmesi için neler yapmak gerektiği konusunda insanın aklına çılgınca fikirler de gelmiyor değil.
Hani olmaz ya; (aciliyeti olan durumlar dışında) arada bir bütün dünya şalter indirse mesela. Yine başka bir gün kimse arabasını kullanmasa. Bir gün şehrin bütün vanaları kapatılsa ve bir damla bile su harcanmasa. Bir gün ne ısıtıcı ne soğutucu çalışmasa.:
Bir günlük tatil versek dünyamıza
Bir gün de o izin kullansa...
Belki o zaman şöyle bir oh çeker içinden ve ertesi gün daha bir neşeyle, daha bir şevkle dönmeye başlar kaldığı yerden...

21 Ocak 2011 Cuma

Bir küçücük kitapçık

Bazen elli sayfadırlar, bazen beş yüz; bazen çantamızdadırlar, bazen başucumuzda... 
En sessiz, en şikayetsiz, en vefalı, en dost, en arkadaş hep onlardır. Kendilerine has kokuları, ilk alındıklarındaki dirilikleri, sayfalarını çevirirkenki hışırtıları, okunmuşlukları, dokunulmuşlukları, eskimişlikleri; en çok da 'son okunan' sayfaya bırakılmış işaretleriyle bir başkadır kitapların dünyası...
Kitaplıktaki bütün kitaplar içlerindeki her şeyi cömertçe sunabilmek için sıralarını bekler dururlar sessizce. Elimize alıp okumaya başladığımız anda art arda dizilmiş onlarca, yüzlerce, binlerce kelime sayfalardan akmaya başlar. Okundukça canlanan bu kelimeler birleşerek cümlelerden oluşan bir köprüye dönüşür, o köprüden geçip de bize gelen her ne varsa içimizde hayat bulur, canlanır ve bizimle yaşamaya başlar.
O günkü okumamızı bitirip de kitabı kapattığımız anda, bir dahaki açılışa kadar her şey orada donar kalır. Okunan her ne varsa okuyucusunun geri dönüşünü sükût içinde bekler...
****
Okumaya ilk ne zaman başladığımı tam hatırlamıyorum. Henüz okula gitmiyordum. Hece bilmiyordum. Harfleri birleştirerek kelimelere dönüştürüyordum. Kelimeleri de cümlelere...
Madem ki okumayı-yazmayı ve hesap yapmayı biliyordum, o zaman birinci sınıfı okumama da gerek yoktu ve okul hayatına ikinci sınıftan başladım.
Okuldaki ders kitaplarını okumak her zaman çok hoş olmasa da hikâye kitaplarını, gazeteleri ve dergileri okumak oldukça keyifliydi.
Doğan Kardeş, Ayşegül serisi, dünya klasiklerinin basitleştirilmişleri, hediye gelen kitaplar ve en çok da babamın okumuş ve saklamış olduğu kitaplar...
O zamanlar benim için oldukça ağır olan bu kitapları okumaya çalışan ve okuyan da, ben...
Okuduğu her kitapla bir başka boyuta geçip kendi kurguladığı filmin içine giren, ben...
Hâttâ çok zaman okuduğu kitabın filmini izlediğinde çekilmiş olan o filmindense kendi yarattığı filmleri daha çok beğenen, yine ben...
Etraftaki kitapları okuyup tükettikçe çareyi kütüphanede arar, oradan kitaplar alırdım. Çabuk okunabilecek olanları kütüphanede okur bitirir, daha uzunca olanları da eve getirirdim...
Büyüdükçe okuduğum kitaplar da farklılaşmaya başladı.
Bir gün içinde soluksuz okuduklarım da oldu. Okudukça uzayan, uzadıkça tavsayan, herşeye rağmen yine de bitirilenler de...
Daha sonra araya Cep Fotoromanları girdi. Tommiks, Teksas, Zagor, Mandrake, Mr.No, Tenten ve buna benzer bir çok kitap keşfedildi. Elbette ki bunlar aileler tarafından çocukların okumasının tasvip edilmediği çizgi romanlardı.
Bunun da yolu bulundu ve ders kitaplarının arasına konularak hepsi bir güzel okundu...
Okumayı bu kadar sevmemin ve hayaller kurabilmenin başlangıcının, annemin her gece yatmadan önce bıkmadan usanmadan anlattığı masallar olduğunu düşünürüm hep. Ne kadar yorgun olursa olsun, arada bir uykuya dalarak da olsa her gece hiç olmazsa bir Keloğlan masalı anlatırdı. Karanlıkta anlatılan o masallarda Keloğlan gözümde canlanır ve saflıklarıyla beni güldürürdü...
Hele de büyük eniştemin günler süren masallarını hiç unutamam. Masalın en heyecanlı yerinde anlatmayı keser ve ertesi günkü buluşmaya kadar bizi merak ve sabırsızlık dolu saatlerle baş başa bırakırdı. Bir nevi "Arkası Yarın" misali, masalın devamın dinlemek için ertesi güne kadar heyecanla bekleşirdik...
Babamın anlattığı masallarsa çok daha heyecanlı hikâyelerdi. Titanik’i anlatırdı mesela. Gözümün önüne batmak üzere olan koskocaman bir gemi gelir, can havliyle suya atlayan insanların canhıraş feryatlarını duyardım...
Bazen Pompei’yi anlatırdı. Gökten yağan ateş toplarını ve insanların lâvların arasında kalarak taşlaşmalarını görürdüm...
Heyecandan nefesimi tutarak dinlerdim hepsini...
Okumayı öğrendikten sonra babamın anlattığı hikâyelerin aslında gerçek olaylar olduğunu anladım. Eski dergilerde bu trajedilerin canlandırıldığı resimler gördüm. O resimler de en az benim hayallerimdekiler kadar ürkütücüydüler.
****
Artık o eski okumaların unutulduğu, "yazanı çok-okuyanı yok" zamanlardayız ne yazık ki. Olanın bitenin an be an ekranlardan, monitörlerden, telefonlardan izlendiği bir dünyadayız...
Filmlerde ya da dizilerde başkalarının kurduğu hayalleri izliyoruz beynimizi hiç zorlamadan, kendimizden bir şey katmadan, oturduğumuz yerde hiç yorulmadan.
Üstelik birisinin kurduğu hayali beğenmezsek uzaktan kumanda marifetiyle diğer bir hayale bir tuşla geçiveriyoruz...
Bir de çocukların okumadığından yakınıyoruz sürekli...
Biz de artık eskisi kadar okumuyoruz aslında. Günlük hayat meşgaleleri ve kalan zamanlarda da izlenen televizyon programları uzun ve dingin okuma saatlerimizi de aldı götürdü.
Bu karmaşa ve koşuşturma içinde geceden geceye de olsa, yarım saat dahi olsa okunan kitaplar okumanın hazzını tatmış insanlara derin bir soluk alış misali can veriyor...
Her şeye rağmen onlar "OKUMAK"tan asla vazgeçmiyor...

18 Ocak 2011 Salı

Kıskanç ruhlar...

Tavukların pazardan canlı alınarak evlerde kesildiği zamanlarda yeni kesilmiş o tavuğun tüylerinin yolunuşunu, kalan hav tüylerinin ateş üzerinde tütsülenişini, iç organlarının temizlenişini hatırlarım.
Patlatılmamaya özen gösterilerek alınan öd, çıkartılan ciğerler ve yürek.
Yüreği ortadan keserek içinde kalan kanı temizlemek isteyen annem, eğer yüreğin içinde kalmış olan kan fazlaysa o tavuk için "KISKANÇMIŞ" derdi. Yüreğinde ‘kara kan' varmış çünkü.
O gün bugündür kıskanç insanların yüreklerinin tam ortasında kara bir kan tortusu taşıdıklarına inanırım. İçinin karası dışına vurmuş derler ya hani, işte öyle bir gölge vardır onların gözlerinde. Sürekli bir kinaye ve mukayese ile yaşarlar. Her zaman mutsuzdurlar. Uzaklara bakmaktan yakını göremezler ve sahip olduklarının farkına hiçbir zaman varamazlar.
Neden yapıldığını anlamadığımız kıskançlık hareketlerine de maruz kalırız bazen..
Yeni alınmış arabaların aynalarının kırılması, kesici aletlerle boydan boya çizilmeleri vakalarına hepimiz şahit olmuşuzdur.
Henüz küçük bir çocukken dahi arkadaşının kalemini, defterini, oyuncağını kıskanıp da onlara zarar veren çocuklar olurdu.
İnsan sormadan edemiyor; nedir insanlara bunu yaptıran his?
Sahip olamamanın hırsı mı; sahip olunanı, sahip olana lâyık bulmamanın nefreti mi? Yoksa bu zararı verdikten sonra şartların eşitlenmiş ve adaletin yerine gelmiş olduğuna olan inançları mı?
Kıskanarak ve haset ederek geçen yokluk günlerinden sonra edindikleri her şeyin herkes tarafından kıskanıldığını düşünenler de yok değil. Onların değişmez söylemi de şu; ‘Kıskananlar Çatlasın'.
Onlara göre herkesin gözü hep üzerlerindedir ve herkes onları kıskanıyordur. ‘Gözü olanların gözü çıksın'dır.
Aslında onlar bu kıskançlıklarla besleniyorlardır da farkında değillerdir.
Kendilerinin umursanmamasına tahammül edemezler.
Kimse umursamayacaksa niçin alınmıştır o muhteşem arabalar, neden kazanılmıştır bu kadar çok para, neden yaptırılmıştır o devasa evler? Kimseye gösterilemeyecek, kimse hasetlendirilemeyecekse ne anlamı vardır ki o zaman bütün bunların? Böylece kendileri için değil de başkaları için yaşadıkları hayatlar içinde debelenir dururlar...
Bir de sevgililerin birbirini kıskanması var, bilirsiniz. Çoğu zaman tatlı tartışmalarla toy küslüklere sebep olan bu genç aşıkların barışmalarındaki heyecan, zaman zaman böyle ufak tartışmalarla sevgilerini sınadıkları intibaını bırakıyor insanda.
"Niçin mesajıma 5 saniye içinde dönmedin, niçin aradığım anda açmadın, niçin o kıza öyle baktın, telefonundakiler kim, arayan kim, mesaj kimden, o çocuğu nerden tanıyorsun?"
Üstelik bütün bu sorgulamalar "Seven insan kıskanır" cümlesine bağlanarak kıskançlık yapmayanın yeterince sevmediği sonucuna varılıyor.
Seven insan kıskanır da, bu kıskançlığı ne kendisine ne de karşısındakine zarar verecek boyuta ulaştırmaz.
Kıskandırmayı ilgi çekmek için kullanmaz. Kimseyi zorla yanında tutmaya çalışmaz.
Evliliklerde de ‘kıskançlık' tartışma konularından biridir.
Yıllar boyu karısına camdan bakmayı dahi yasaklamış kocalar olduğunu duyardım. Etek boyundan yaka açıklığına, o eteğin yırtmacından ayakkabısının puntosuna kadar karısının her şeyine karışan erkekler, eşlerini kendileri gibi düşünen diğer erkeklerden korumak için mi bu kadar sıkı sıkıya kurallar koyarlar, bilinmez..
Ya kocasının çevresindeki her kadını evliliğine potansiyel tehdit gören kadınlara ne demeli? Aldatıldığına dair sürekli bir delil arayan, adeta aldatılsa daha mutlu olacak olan, olur olmaz herkese şüpheyle yaklaşan, önce kendisine sonra da diğer insanlara güvensiz bir kadın...
Eğer ki terk etmeyecekse niye bu kadar peşine düşer, niye bu kadar yüz-göz olmaya çalışır, niçin ömrünü o labirentlerin içinde kaybolmaya adar? Yoksa kocasının bir açığını bulunca en azından bir konuda ona karşı üstünlük sağlamış mı olacaktır? Üstelik bu durumu başı her sıkıştığında ortaya sürerek mağduru oynar ve her zaman da kazanır.
Evliliğinin tavsamışlığının için için farkında olan uzun yıllık evliliklerdeki kıskançlıklar bir yana, evliliğin daha ilk günlerinde başlayan anlamsız ve tutarsız kıskançlıklar insana "Acaba bu çocuklar kendi arzularıyla evlenmemişler miydi?" sorusunu getiriyor.
Birisinden birisi bu evlilikten kaçmaya mı çalışıyor da diğeri ona kilit üzerine kilit vurmaya kalkışıyor?
Bu kadar sıkı takipçi olmanın karşı tarafı bunaltmaktan ve ilişkiyi soğutmaktan başka bir işe yaramayacağını, bunun 'sahip çıkma'  olmadığını, her şeyin önce güvenle başladığını, güvenilmeyen kişiyle bir hayat paylaşılamayacağını, kişi isterse bütün o takiplere rağmen istediği her şeyi yapabileceğini biraz akıl ve mantık yürüten herkes bilebilir.
O yüzden; sadece hesap sormak veya hesap vermek için değil de, yalnızca onu özlediğiniz ve merak ettiğiniz için arayın sevdiğinizi.
Kıymetli ve bağlayıcı olan budur...

14 Ocak 2011 Cuma

Bu yazıyı okumak da yasak!

Doğduğumuzdan beri en çok duyduğumuz kelime herhalde "YASAK" kelimesidir.
Hareketlenmeye başlayan bir bebeğe ufak ufak yasaklar da konulmaya başlanır. Soba, fırın, ocak, yani sıcak olan her şey yasaktır. Pencere, balkon, merdiven ve dolayısıyla yüksek olan her yer yasaktır. Elektrikli aletler, kesici aletler, kırılabilir eşyalar hep bu yasakların içindedir.
Bunlar elbette ki onun can güvenliği için uygulanan yasaklar. Tehlikeyi henüz idrak edemediği zamanlarda onu koruma vazifesi elbette ki biz ebeveynlere düşüyor.
Yeni yürümeye başlayan bir bebek nasıl önce emekler, sonra sıralar, sonra tay tay durur ve sonra da koşturmaya başlarsa; ve biz de bu evrelerde nasıl her zaman onun yanındaysak, her düştüğünde kaldırmaya koşuyorsak, hâttâ düşmemesi için çevremizdeki her tehlikeli durumu bertaraf ediyorsak; bu korumacılığı bir ömür boyu yapmak, onu her zaman korumak istiyoruz.
Biz kendimizce çocuklarımıza muhteşem ebeveynlikler yaparken onları tehlikesiz bir dünyanın varlığına inandırıp, savunma mekanizmalarını devreye sokmuyoruz. Sürekli korunmaya alışan çocuklar kendilerini korumayı asla öğrenemiyorlar.
Ya bütün o yasaklara sorgusuz-sualsiz uyarak başları önlerinde hep eğik ve ezik yaşıyorlar ya da yıllarca üzerlerinde uygulanan bu baskılardan bunalıp, yasakları delip geçen taşkınlıklarda bulunarak hayatı kendilerine de çevrelerine de zindan ediyorlar.
Tehlikenin farkında olamayan insanlar, temkinli olmayı öğrenemediklerinden hayatı
‘Yasaklara Uymak Yasaktır' pervasızlığında yaşıyorlar...
Ailelerin yasaklarından sonra toplumun yasakları geliyor. Yazılı olmayan kuralların yasakları bir yanda, kanunlarla belirlenmiş yasaklar bir yanda.

Bu kadar çok YASAK'ı hak edecek insanlarız biz demek ki!
Çimenlere basmak YASAK! (Kadın istismarı serbest)
Çiçekleri kopartmak YASAK! (Çocuk istismarı serbest)
Korna çalmak YASAK! (Yaşlı istismarı serbest)
Buraya Çöp Dökmek YASAK!  (Hayvan istismarı serbest)
Sigara içmek YASAK! (Silahlanmak serbest)
İçki içmek YASAK! (Öldürmek serbest)
90 kilometreden hızlı gitmek YASAK! (200 kilometre ile gitmek serbest)
Bu sokağa giriş YASAK! Buradan çıkış YASAK! (Bütün ters yönler serbest)
Bir yandan kanunlarla korunuyoruz olmak güzel tamam da; bu kadar çok yasağın olması size de kendinizi son derece yetersiz ve basiretsiz varlıklarmış gibi hissettirmiyor mu?
Bu demek değil ki kurallar ve kanunlar HİÇ olmasın...

Bütün ülkelerin kendilerine göre uyguladığı kuralları vardır. O insanlar kuralların mantığını doğru algılarlar. Bunun için kurallara riayet ederler. Konulmuş o kuralları neresinden ihlâl etsem diye düşünmezler...
Sistemleri iyi oturmuş bir düzende yapılan minik ‘yama' yasaları kimseyi rahatsız etmez.
Lâkin bizde yama yasalar pek olamıyor. İnsanların üzerine aniden atılan yorgan yasalar çıkıyor. O yorgan bazen insanları altında nefessiz bırakacak kadar kalın ve büyük de olabiliyor ya da neresinden çekiştirirseniz diğer tarafından açılacak kadar küçük ve yetersiz…
Silahlanma yasası, içki satışı ve nasıl içilmesi yasası, kız çocuklarının en erken ne zaman evlenebileceği yasası, kapalı alanlarda sigara içme yasası ve bunun gibi altyapıdan yoksun, eğreti ve sürekli delinebilen birçok yasa...
İki kadeh içmiş kişiyle bir büyüğü devirmiş kişi aynı derecede cezalandırılacak, hepsine alkolik, serkeş ve günahkâr muamelesi yapılacak, yani hepsi aynı kazanda kaynatılacaksa o zaman farklılık nerede?
IV. Murat'tan tutun da bugüne kadar pek çok sulta yasaklamadı mı içkiyi de sigarayı da?
Sene 2011 ve mevzu hâlâ aynı...

11 Ocak 2011 Salı

Lüks evlerin aç insanları olmaya hazır mıyız?

Geçtiğimiz günlerde yerel televizyonlardan birinde bir sohbet programını izliyorum.
İlçelerden birinin belediye başkanı gelecekteki projelerinden bahsediyor. Kendinden emin, gerçekleştirdiklerinden ve gerçekleştireceklerinden gururlu...
Başkan yapılacakları anlatırken bir yandan da ekrana tanıtıcı görüntüler geliyor.
Şehrin batısına doğru yeni bir yerleşke kurulacağını anlatıyor mütemadiyen. Bu yeni yerleşim bölgesinde yapay göletler de olacakmış. Göl manzaralı evler olacakmış. Doğal ortam sağlanacakmış...
Doğal ortam yaratmaları ne güzel diyorum, acaba nereye kurulacak bu şehir diye programı daha bir dikkatli izlemeye başlıyorum...
Ekrana yerleşkenin yapılacağı yerin görüntüleri geliyor. Kamera araziyi geniş açıyla tarayarak gösteriyor seyircilere.
O anda içim cız ediyor. Ekili araziler görüyorum gösterdikleri yerlerde. Bazılarında âlâ ürün var yemyeşil; bazılarıysa sürülmüş, kahverengi. Geometrik şekillerde göz alabildiğine uzanan tarlalar.
'Evler ve yapay göletler buralarda olacaksa ürünler nerelere ekilecek o zaman, biz ne yiyeceğiz, birbirimizi mi?'  diyen sesimi duyuyorum aniden. Yüksek sesle düşünmüşüm...
Kendi ses tonumdan ürküyorum.
Arazi sahibi köylülerle röportaj yapıyorlar, onlar dünden razı bu işe. Mikrofona konuşanların arasında tek bir genç kişi yok. Hepsi orta yaşın üzerindeler...
Gençler köyden kaçmış besbelli, yaşlılar da çiftçilikten bıkmış usanmış. Bıkmak için, kaçmak için o işin o kişiyi tatmin etmemesi gerek. Anlıyorum ki bu insanlar artık çiftçilik yapmak istemiyorlar. Yorulmuşlar. Arazilerini güzel bir bedel karşılığında verip bundan sonraki ömürlerini daha bir konforlu yaşamak istiyorlar.
Demek ki artık verdikleri emeğin karşılığını alamıyorlar. Demek ki artık onlar “Efendi” değiller.
Oysa ki Atatürk 'Köylü milletin efendisidir!' derken, kendi ürününü yetiştirebiliyor olmanın paha biçilmezliğini anlatmamış mıydı bize?
Düşünüyorum da; böyle bir coğrafyada yaşayıp da kendi ürününü yetiştirememek, kendi milletini doyuramamak olur mu hiç diyorum.
Bursa ya da Bandırma'dan Karacabey'e gelirken yol boyunca geniş araziler görürsünüz. Göz alabildiğine uzanan bu arazilerde kâh sapsarı buğday başakları hafif esintilerle dalgalanmaktadır, kâh kızarmış ya da kızarmaya yüz tutmuş domatesler yemyeşil dalların arasından göz kırpmakta. Yüzünü güneşe dönmüş ayçiçekleri aynı yöne bakan binlerce insan suretini hatırlatır insana... Soğan, bezelye, pamuk, kavun, karpuz…
Hangi birini saysam. Tam bir besin ambarı bu ova... Ki bu ovanın bu verimde olan dünyadaki iki ovadan birisi olduğu söylenir.
Yollarda ürün taşıyan traktörler, tarlalarda çalışırken kızgın güneşten korunmak için başlarını sarmış işçi kadınlar. Tarlalardaki tek tük ağaç gölgelerinde öğlen yemeklerini yiyenler. Buğday hasat zamanı hasat yapan biçerdöverler...
Kaymakamlığın arkasındaki boş alana buğday döktüklerini hatırlıyorum. Yeni Cami'nin arkasındaki boş alana gündöndü yaydıklarını hatırlıyorum. Çocukken o gündöndülerin üzerinde yuvarlanır, ayçiçeği kafalarının içinden koparta koparta ayçiçeği yerdik. Boş kafalardan da arabalar yapardık.
Esentepe arkasında dere kenarına doğru olan pamuk tarlalarını hatırlıyorum. Bandırma yolunda Karadere'yi, Hanife Dere'yi ve oralardaki kayısı bahçelerini hatırlıyorum. Kayısı zamanı toplanıp kayısı bahçesine gittiğimizi hatırlıyorum.
Ki o dönemde hepimizin evlerinde bol bol kayısı olur, reçeller yapılır, marmelatlar kaynatılırdı. O reçellerin lezzetini bir daha hiç bulamadım...
Eski dönemlerde şehirler her zaman yüzleri güneşin doğuşuna karşı gelecek şekilde ve taşlık, kayalık, yamaç yerlere kurulurmuş. Hem güvenlik hem de sağlamlık açısından tercih edilen bu şehirlere sığmadıkça ovalara inilmeye başlanmış.
Bizler de artık bu güzelim ovaya indik ve fabrikalar kurarak, siteler kurarak bu verimli toprakları talan ediyoruz. O topraklarda yaşayan canlı hayata, ekolojik sisteme karşı gelerek sorumsuzca kendimize yer açıyoruz.
Domates üretimi yapılan bir memlekette salça fabrikası olmasından doğal bir şey olamaz da, ortamla alâkasız fabrikaların kurulması hangi mantıkla gerçekleşir anlaşılmaz.
Bu fabrikaların atıklarının sularımızdan başlayarak ziraî ürünlerimize geçmesi, soluduğumuz havaya karışması ve dolaylı olarak pek çok şekilde zehirlenmemize sebep olmaları kabul edilebilir bir şey mi?
Bu fabrikalar tarım yapılmaya elverişli olmayan yerlere kurulsa da oralardaki halk için de bir çeşit istihdam sağlanmış olsa keşke.  İş sahibi olan o insanlar da evlerini barklarını bu taraflara taşımak zorunda kalmazlardı böylece.
Yurdumuzun Ankara merkezli bir tahterevalli olduğunu hayal ederim bazen. Batının ağırlığı göçlerle arttıkça doğu daha ıssızlaşmakta, daha hafifleşmekte ve oradaki insanlar bu ıssızlıktan kurtulabilmek için adeta tepetaklak kayarcasına batıya sürüklenmekteler.
Peki; batıda da yiyecek ekmek, içecek su kalmayınca, burayı da sömürünce biz daha nereye gideceğiz?

7 Ocak 2011 Cuma

Dizi dizi diziler

Televizyon denen icatla ilk tanıştığımız yıllar. 70'ler...
Televizyonu olan evlerin hıncahınç misafirlerle dolduğu, ev sahibesine dahi oturacak yerin kalmadığı o meşhur ‘telesafir' geceleri.
Televizyondaki dizilerle birlikte ‘dizi' diye bir kelimenin doğuşu.
O zamana kadar dizi niyetine radyoda dinlediğimiz Arkası Yarın programının televizyonun yaygınlaşmasıyla birlikte eski önemini kaybedişi. Ki biz o programı dinlerken duyduğumuz bütün konuşmalarla ve efektlerle hikâyeyle ilgili bütün görüntüler zihnimizde canlanır, adeta bir filme dönüşürdü. Herkesin filmi de kendine özeldi.

Çarşamba günleri sinemada üç film birden izleyebilen bir ırkın ahfadı olan bizlerin, televizyonun evlerimize girmesiyle birlikte onun karşısına çakılıp kalmamız, ona bu kadar müptela olmamız pek de anormal sayılmazdı. Açılışından kapanışına kadar, hattâ arada sırada oluşan elde olmayan teknik arızalarda ekrana sürülen meşhur ‘Necefli Maşrapa' görüntüsüne kadar her şeyi gözümüzü kırpmadan seyredişimizi düşünüyorum da; o zamanlarda seyredilmeye değer esas görüntü bizim o şaşkın hallerimizmiş diyorum.
Kaçak, Bonanza, Küçük Ev, Zengin ve Yoksul, Dallas, Kökler, Aşağıdakiler Yukarıdakiler, Dük Caddesi Düşesi, Lavern&Shirley, Taksi, Kaynanalar, Aşk-ı Memnu ve sayamayacağım kadar çok diziler bizim ilk gençlik yıllarımıza imzalarını atıp geçtiler.
Tabii bu arada ders notlarının  tepetaklak oluşu, daha önceleri karnelerde hiç görülmeyen kırıkların oluşmaya başlaması da kaçınılmazdı. Sonra bu delicesine televizyon izleme durumuna alışıldı, kanıksandı ve nihayet her şey eski düzenine girdi.
Bir ara Güney Amerika dizilerinin işin içine girmesiyle bu durum öyle hale geldi ki, insanlar o dizileri izlerken evleri soyuldu ve fark etmediler. Şaka gibi ama gerçek.  Bu da oldu..
İzleyenler bilir; Marianna için, Köle Isaura için, Kunta Kinte için az gözyaşları dökülmedi o ekranlar karşısında...

Televizyonlarda sayamayacağımız kadar çok kanal ve dolayısıyla bir o kadar da çok program var. Bazen yarışma programları furyası oluyor, bazen eğlence programları, çok zaman da diziler...
Son senelerde yerli diziler televizyon programlarının baş tacı durumundalar. Bizler gecede iki dizi üst üste izliyoruz bıkmadan usanmadan. Yetmiyor tekrarlarını izliyoruz, yetmiyor özetlerini izliyoruz, yetmiyor özel bölümlerini izliyoruz..
Artık evlerde televizyonlar çifter çifter, herkes kendi odasında kendi istediği programı izlemekte. Erkekler kadınların dizi merakını anlamıyor, kadınlar da erkeklerin oynanıp bitmiş bir maçın ardından sabahlara kadar pozisyon tartışmaları yapılan programları nasıl olup da bıkmadan usanmadan izleyebildiklerini.
Bu arada diziler için farklı farklı yorumlar yapılıyor. Beğenenler var beğenmeyenler var.
Pek çok kişi dizilerden şikayet ediyor, beğenmezlik ediyor, dudak büküyor. Bir yandan da bütün dizilerde geçen hikayelerden, hâttâ dizi karakterlerinin özel hayatlarından dahi haberleri var. İstemem ama yan cebime sanki biraz.

Bir dizi için ahlâk bozguncusu deniyor, bir bakıyorsunuz ki izlenme rekorlarını kıran o dizi. Bir diğeri için insanları kabadayılığa özendiriyor deniyor, o da aynı şekilde sıralamalarda hep üst sıralarda. Hele de en çok ağlatan dizi, bu listedeki en makbûl dizi oluyor.
Bir yandan acımasızca eleştiriliyorlar, bir yandan da en çok onlar izleniyorlar. Tam bir çelişki.
Genelde taammüden yapılan kötülüklerin baskın  olduğu kâh sinir bozucu, kâh üzücü bu hikâyeleri izlerken içimizde sıkışıp kalmış alt benlikler mi can buluyor, hata yapmamak adına içimizde engellediğimiz her şeyi pervasızca gerçekleştiren bu karakterler bizim eksik parçalarımızı mı tamamlıyor, toplum baskısı, kanun korkusu, cennet-cehennem derken kendimize yasakladığımız iyi-kötü ne varsa dizilerle birlikte bizim içimizde de mi yaşanıyor? Hangisi? 

Dizi başladığı anda hikâyenin içine çekilip aynı hayatı sen de onlarla birlikte yaşamaya başlıyorsun. Onlara ağlarken kendi hayatındaki ağlanacak durumlar geliyor belki aklına. Güçlü görünmek adına ya da susturulmuşluğundan dolayı beyninin en derinlerine gömdüğün her ne varsa koşup geliyorlar sıra sıra. Belki bir rahatlama, belki daha da büyük bir bunalma yaratıyor bu durum. Her ne yaratıyorsa yaratsın, sen bu durumdan vazgeçemiyorsun.

Ya da gülüyorsun delice. Yapmak isteyip de yapamadığın bütün çılgınlıkları, en absürt konuşmaları onlar yapıyorlar. Saçmalıyorlar, zırvalıyorlar, yer yer hicvediyorlar, düşündürüyorlar, düşüyorlar, kalkıyorlar, seni güldürüyorlar. Mutlu ediyorlar. Ağlatmaktan çok daha zor bir işi beceriyorlar üstelik..
İnsan bir hikâyede eğer kendisinden bir şeyler buluyorsa daha bir ilgiyle izliyor olmalı. 

Bir kitabı okuduğumuzda ya da bir filmi izlediğimizde bütün diyalogları, bütün sahneleri, bütün cümleleri tek tek hatırlayamayız. Unuturuz.
Sadece içimizde tarifsiz bir ŞEY kalır.
İşte bu dizileri izleyince içinizde o ŞEY kalıyorsa izlemeye devam edin...
Yok kalmıyorsa;
Buyrun, kumanda sizde! 

Dizi dizi diziler / 7 Ocak 2011
Şimdi reklamlar / 24 Mayıs 2011
Zam-bak Zum-bak! / 24 Ocak 2020

4 Ocak 2011 Salı

Nerde kalmıştık?

Yeni yılın ilk günleri yaşanmaya başlandı, dördüncü güne ulaştık bile.
Yeni yılın ilk bebeği, ilk kazası ve bugün de ilk güneş tutulması derken şimdi de 2012’ye doğru hızla geri saymaya başladık. Bu saymanın sonunda 2012’ye kimler ulaşabilecek, kimler o ipi göğüsleyebilecek yaşayıp göreceğiz.
Yeni yılın ilk saatlerinde her zamanki gibi şehirlerdeki meydanlardan kutlama görüntüleri geldi ekranlara. Birçok insan ailelerini, arkadaşlarını, sevgililerini alıp havaî fişek gösterilerini izlemeye çıkmışlar, hep birlikte yapılacak geri sayıma katılmaya gelmişler.
Kamera Nişantaşı’nda dolanıyor. İnsanlar huzurlu, coşkulu, rahat, arzu ettikleri gibi, kadın-erkek, genç-yaşlı demeden sokaklarda.
Bazıları da bu eğlenceye evlerinin pencerelerinden katılıyor.
Daha sonra Taksim’den görüntüler düşmeye başlıyor ekranlara. Bilenler bilir, Taksim-Nişantaşı arası yürüyüş mesafesindedir. Buna rağmen bu iki semt arasındaki görüntüler sanki farklı ülkelerden farklı milletleri izliyormuşum intibaını bıraktı yine. Sanki o görüntüler İstanbul’un en merkezî yerinden değil de en uzak köşesinden alınmış. Sanki oradaki erkekler yüzyıllardır tek bir kadın görmemişler. Sanki o insanlar bir kadına dokunabilmek için ‘365’ gün boyunca bu yılbaşı gecesini beklemişler.
Kutlamaya gelen tek tük kadınlara önce kaçamak, daha sonra ise alenî dokunmalar, tacizler, çevirmeler, sıkıştırmalar. Ve bu durumdan haz alan oldukça ürkütücü bir güruh.
Taciz ettikleri kadınların yanlarındaki erkek arkadaşları da bu tacizleri engelleyemiyor. Hattâ çıkan arbedede onlar da nasibini alıyor.

Kadının evden çıkmasını istemeyen bir topluluk sanki bunlar. Kadınlar ortada görünmedikleri sürece mutlular. Ortada görünenler de her türlü muameleye müstahaktırlar zaten. Bu kadınlar oraya niçin gelmişlerdir, ne işleri vardır gece vakti oralarda, doğru düzgün insanlar olsalar evlerinde otururlardı değil mi? Demek ki suçlu olan o KADINLAR.
Belki hayatlarında hiç kız arkadaşı olamamış, hiçbir kızla konuşamamış, hiç bir kızla iletişim kuramamış çocuklar bunlar. Bir kadın karşısında nasıl davranacaklarını bilemiyorlar. Karşılarında gördükleri kendilerinden farklı o anatomiyle bir şekilde iletişim kurmaya çalışıyorlar ama bunun için seçtikleri yolun en çıkmaz yol olduğunu bilmiyorlar.
En acısı da, ne yaptıklarının farkında olmamaları ve üstelik bir de taciz ettikleri kişilerin bu durumdan memnun olduklarını düşünmeleri. Yaptıklarından utanmak yerine birbirleriyle itişip kakışmaları, çevreye arsızca sırıtmaları durumu daha da dayanılmaz hale getiriyor.

Nerelerden kopup gelirler, evleri nerelerdedir, aileleri nasıldır, nasıl yaşarlar, kimdirler, ne isterler diye sorgulamaya başlıyor insan onları izlerken.
Hayatlarında bir kez bile sevilmemiş çocuklar bunlar belki de. Sevilmemiş insanlar sevmeyi de öğrenemiyorlar ne yazık ki.
Erkek erkeğe bir dünya mı isterlerdi acaba diyorum.
Böyle olduğunu kurgulamaya başlıyorum sonra da.
Bütün sokaklarda, çarşılarda, sinemalarda, 'Cafelerde', bütün ama bütün her yerde erkekler olsun. Eczacıdan doktora, kasiyerden memura, kuaförden esnafa bütün meslek dallarında bir tane bile kadın olmasın. Kadın cinsinin esamesinin okunmadığı, hepsinin imha edildiği bir dünya olsun. Bunu mu istiyorlar?

Yoksa kadın onlar için sadece bir nesne mi? Annelerini, kız kardeşlerini, halalarını, teyzelerini, hattâ kendi kız çocuklarını dahi bu kadar mı önemsiz görüyorlar? Evde ev işlerini yapan, gerektiğinde ihtiyaçlarını karşılayan, bir şey istemesi yasak, ağzı var dili yok olan.
Kendilerince aşkları da oluyor onların. Sevmenin ne demek olduğunu bilmiyorlar aslında ama kendilerince delicesine de sevebiliyorlar.
Kendi sevdikleri(!) kızdan karşılık alamadıklarındaysa kızı oracıkta acımasızca yok edebiliyorlar. Eee, ne de olsa onların sevdaları ölümüne.
Ölümüne sevdikleri kızla evlendiklerindeyse de, o en çok sevdikleri büyük aşklarını her gün dayaktan geçirebiliyorlar. Babalarının annelerine de, kendilerine de yaptığı gibi, onlar da kendi hayatlarında kendi yaşadıklarından farksız bir şey yapmıyorlar. Sadece gördüklerini yapıyorlar. O ökseye tutulan kadın artık ne baba evine dönebiliyor, ne de başka bir yere kaçabiliyor. Arafta beklercesine geçen bir ömür.

Her şeyin başı eğitim deriz ya; eğitimin ilk başlangıcının aile ve esas temelin de tutarlı bir sevgi olduğunu, sevgi açlığı çekmeyen insanların ruhlarındaki bozulmamış o dengeyle hayatlarının her evresinde önce mutlu, sonra başarılı ve dolayısıyla yine mutlu olabileceklerini, böylece toplum seviyesinin yükseleceğini daha çok, daha iyi anlatmamız gerek diyorum.
Bütün o erkekler KADIN bir ANNE’nin çocukları değiller midir?