29 Temmuz 2011 Cuma

Susuz Yaz

"Mini mini bir kuş donmuştu, pencereme konmuştu..."
Çocukken bu şarkıyı öğrenmemle birlikte soğukta dışarıda kalan hayvanlara karşı kendimde büyük bir sorumluluk taşımaya başladım.
Ekmek kırıntılarını pencerelerin önüne koyarak o mini mini mini kuşları besledim. Belki karınları doyarsa üşümezlerdi. Belki güçleri kuvvetleri olur, uçup kuytu bir yerlere saklanabilirlerdi.
Bir dönem geldi o beslediğim kuşları tuzaklar kurup yakaladım. Yakaladım ve serbest bıraktım. Başarı; o tuzağın doğru bir şekilde kurulup avını yakalayabilmesiydi. Yoksa minicik bir kuşun canını almak değil.
Sonra eve gelen kediyle birlikte o kedinin beslenmesi için alınan ciğerler, evdeki yemeklerden aşırılıp kediye taşımalar, kendi tabağından birkaç lokmayı da ona ayırmalar derken bir canın beslenmesinin hazzını tattım.
Biz tatilde olduğumuzda evde kalmayan kedimiz bazen haldeki balıkçıların balık artıklarıyla, bazen konu komşunun verdiği yemeklerle, bazen de bizzat kendisi avlanarak hayatta kalmayı başarıyordu.
Suyunu da her mahallede bulunan umumî çeşmelerden içiyordu.
Tatil bitip de eve döndüğümüzde kedimiz de eve dönüyor, birlikteliğimize kaldığımız yerden devam ediyorduk.
Bütün canlılar için su, yemekten çok daha öncelikli bir ihtiyaç. Doğal hayatta sürüler halinde ya da tek başlarına yaşayan bütün canlılar zaman zaman yakınlarındaki su kaynağına inip sularını içerler. Suyu paylaşırlar. Kaynak doğaldır, ihtiyaç da doğaldır. Paylaşılması elzemdir.
Tabii suya inen hayvanların su içerkenki en savunmasız hallerini fırsat bilen diğer avcılar bu durumdan istifade edip günlük yemeklerini temin edebiliyorlar. "Su içerken yılan bile dokunmaz" derler de; su içmeye inmiş antilop sürüsüne saldıran timsahın bu sözden bihaber olmasına pek şaşırmamak gerek…
Canlıların su içebilmesi için doğada dereler, su birikintileri, çaylar var da; şehirlerde böyle bir imkân kalmadı ne yazık ki.
Köylerde kasabalarda belki kalmıştır ama büyük kentlerde gürül gürül akan o mahalle çeşmeleri yok artık.
Bu yüzden de kışın yemek bulmakta zorlanan  canlı mahlûkat yaz geldiğinde de su bulmakta zorlanıyor.
Kuşlar susuzluktan havuzların klorlu suyunu dahi içebiliyorlar. Aniden suya doğru inişe geçip nasıl olduğunu anlamadığım bir şekilde suya değercesine ağızlarına su alıp tekrar yükseliyorlar. Kimyasal karışımlı o su insanın derisinden vücuduna zerk olabiliyorken minicik bir kuşun midesine inmesine üzülmüş bir halde arkasından bakakalıyorum.
Sokaklarda yaşayan kediler-köpekler için çevre esnafı bir yandan, mahalle sakinleri bir yandan belli yerlere su bırakıyorlar. Suya gelen  hayvanların büyük bir hararetle su içişlerini izlerken "Susuzluktan yanmış yavrucak" diyor insan kendi kendine...
Ve yaptığı bu iyi işten dolayı kendisini bir kez daha seviyor.
Bu mücadelenin bireyler tarafından verilmesi her ne kadar güzel olsa da süreklilik gösteremediği için bir yerlerde kopup gidiyor aslında. Oysa belediyeler parklara-bahçelere nasıl özen gösterip, oradaki çiçekleri nasıl düzenli suluyorlarsa; kentin çeşitli yerlerine sadece hayvanların içebileceği minik su havuzları yapıp onları da her gün taze suyla doldurmalı bence.
Evet; çiçekler canlılar ve çok güzeller. Bakımı ve özeni ziyadesiyle hak ediyorlar.
Unutmayalım ki hayvanlar da en az çiçekler kadar canlılar ve en az çiçekler kadar güzeller.
Hem biz onların doğal hayatlarının içine getirip  şehirlerimizi yerleştirmedik mi? Onların dengelerini biz bozmadık mı? Onları da şehirleştirmedik mi? Madem ki işgalci olan biziz, madem ki onları da bu şartlarda yaşamaya biz mecbur bıraktık, o zaman onlara da hizmet vermek zorundayız.
Sokaklarda yaşayan köpekleri-kedileri toplayıp onları itlaf etmekle ya da sağlıksız koşullardaki barınaklara tıkmakla sorunlar çözülmüyor ne yazık ki. Onlar bir yandan bir yerlerde üremeye devam ediyorlar.
Sokaklarda yaşayanları koruma altına almak, doğmuş olan yavruları sahiplendirmek, onları itilip-kakılmaktan, türlü çeşit işkenceye maruz kalmaktan kurtarmak da insanlığın öncelikli sorumluluklarından değil mi?
Çiçeklerimizi sulamadığımız zaman nasıl boyunlarını büküp sararıp soluyorlarsa susuz kalan sokak hayvanları da aynı şekilde kuruyup kavruluyorlar.
Ha; derseniz ki "hayvan işte, ölse ne olur, yaşasa ne olur", o zaman da dönüp aynaya bakmanız ve aynada gördüğünüz o canlıya acımanız gerekir derim.
Ben'ce artık o, insanlıktan uzaklaşmış bir organizmadan öte bir şey değildir...

26 Temmuz 2011 Salı

Taammüden

Planlı programlı öldürmenin adı “taammüden cinayet”tir ve cezası da diğer cinayetlere göre daha fazladır değil mi?
Tahrik'e kapılmayan, savunma amaçlı olmayan, cinnet haline girmeyen, yavaş yavaş, tasarlayarak, planlayarak, adım adım hedefe yürümek ve sonuca ulaşmak.
Bu kolay kolay herkesin yapabileceği bir şey değil.
Bunun altında ya büyük bir kin ya da delice bir akıl yatıyor olmalı.
Hatay'ın Dörtyol İlçesi'nde aile meclisi kararıyla 19 Temmuz gecesi baba evinde diz çöktürülüp, göğsüne ve karnına tabancayla ateş edilerek öldürülen 21 yaşındaki Ceylan Soysal'ın töre cinayetine kurban gitmesini okuduk gazetelerde.
Adana otogarındaki güvenlik kamerası kayıtlarında amcası tarafından bekleme salonundan alınışını ve ölüme götürülüşünü izledik.
Demek ki aile meclisi oturmuş ve kararını vermiş. Kızları hakkında ölüm emri çıkarmış. Aile meclisindeki amcalar, ağabeyler, babalar bu kararı vermeye, o canı almaya kendilerini muktedir görmüşler. Hak saymışlar.
Cinayetin adına da “töre” demişler.
Yani kısacası kızlarını “taammüden” öldürmüşler.

Bizde her gün üçer-beşer yaşanan bu planlı cinayetlerin kat be kat fazlasına bir günde şahit oldu bütün dünya. Norveç gibi sakinlik timsali bir memlekette bir kerede 88 çocuk öldürüldü. Oslo'daki patlamada ölenlerle birlikte de sayı 93'ü buldu.
Genelde terör saldırılarının Ortadoğu kaynaklı olduğuna inanan sakin Norveç halkı eminim ki kendi içlerinden birinin böyle bir katliama imza atışına epey şaşırmıştır.
Haberin ayrıntılarını izlerken sanki bir korku filminin içindeymişsiniz gibi gelmedi mi size de? Ekranlara gelenler “13. Cuma” gibi bir filmden görüntüler sanki. Her yer ceset dolu. Güvenlik güçleri denizden ceset topluyorlar. Gencecik cansız bedenler kayalıklarda serilmiş yatıyorlar.
Kurtulanların ya ölü taklidi yapanlar ya da bir yere saklanabilenler olduğunu okuyoruz.
O adadan canlı kurtulanların ömürleri boyunca bu korkuyu yaşayacaklarını ve ruh sağlıklarını kaybedeceklerini şimdiden görebiliyoruz.
Aynı şekilde ablasının öldürülüşünü gören 14 yaşındaki kız kardeşin parçalanan hayatı. Annesinin ebediyete kadar sürecek acısı...
Artık onlar da asla eskisi gibi olmayacaklar. Üstelik öldürme emrini verenlerle aynı evde yaşayıp, aynı havayı soluyacaklar. Elleri mahkûm Ceylan'ın katillerine hizmet edecekler. Bu da geride kalanların yaşadığı en ağır işkence değil mi?
Bir belgesel kanalında “Öldürmeye Programlananlar” yapımı var. İzlemişsinizdir. Hayvanlar aleminin kendi içindeki dengesini nasıl sağladığını, besin zincirinin en üstten en alta doğru nasıl sıralandığını, hepsinin hayatta kalabilmek için savunma ve öldürme taktiklerini nasıl geliştirdiklerini anlatır.
İşte ben bazı insanların da bu şekilde öldürmeye programlandıklarını düşünüyorum. Onların beyinlerindeki “öldür” komutunu veren merkez oldukça fazla gelişmiş sanki. Ne bir tereddüt, ne bir acıma, ne de bir pişmanlık. Sadece emre itaat!
Öldürme eylemi gerçekleştikten sonra da görevini yerine getirmiş olmanın gururu.
Öldürmek yeni bir şey değilse de günlük hayat içerisinde bu kadar kolaylaşması ve bu kadar fazlalaşması yeni bir şey.
Planlayarak ya da planlamayarak, işkenceyle ya da işkencesiz, durup durup öldürüyorlar. Ara vermeksizin her gün basında birçok cinayet haberi yer alıyor. Ölüm haberlerinin çeşitliliği ve fazlalığı oldukça ürkütücü...
Herkes silahla mı dolaşıyor artık bu memlekette yoksa?
Maça bile döner bıçağıyla gidildiğini düşünürsek, ihtimal ki öyle.
Aslında bırakalım silahlanma yasağını bir kenara da; verelim herkesin eline birer pala, hançer, ok, yay, mızrak, kesici-delici her ne varsa... Korkunç görünümlü gürzleri de unutmayalım tabi. Bir vuruşta karşısındakinin beynini darmadağın etsin.
Ya da herkes tabanca, tüfek, lâv silahı, makineli tüfek, havan topu gibi bilumum ateşli silah taşısın üzerinde. Mermileri de çapraz assın boynuna. Kemerinden el bombaları sallansın dizi dizi. Gece görüşlü termal gözlükleri de olsun.
Kim kimi nerede kıstırırsa yok ediversin. Sanki bir sürek avındaymışcasına herkes birbirinin avı ve avcısı olsun.
Bu öldürme oyunun sonu nereye varırdı dersiniz?
“Ölen ölür kalan sağlar bizimdir” e mi?
Yoksa son 1 kişiye mi?
Peki; o son 1 kişi siz olmak ister miydiniz?

22 Temmuz 2011 Cuma

Hepsi mi kader?

Galiba biz biraz fazla çoğaldık.
Çoğaldık ve bir türlü sığışamıyoruz olduğumuz yerlere.
Ne ekmek yetiyor ne de su. Ne kara yetiyor, ne deniz ve ne de gökyüzü.
Parsel parsel bölüşmüşüz dünyayı. Kıta sahanlıkları, hava sahanlıkları, deniz sahanlıkları derken herkes kendisini kendi sınırlarına hapsetmiş. Kimse kimseyi kendi sınırları içinde istemez hale gelmiş.
Evler, bahçeler, parklar hep bölüşülmüş. Demir parmaklıklar, çitler, dikenli teller, duvarlar derken elimize geçen her şeyle kendimize sınırlar çizmişiz.
Bu sınırların içinde sonsuza kadar yaşamayı hedefliyoruz.
Bütün tıp emrimize amade. Nasıl daha uzun yaşarız, nasıl daha genç kalırız, nasıl hastalanmayız ve hâttâ nasıl ölmeyiz...
Biz ölmemek için bu kadar direndikçe ve bir yandan da son hızla üremeye devam ettikçe elbette ki dünya da üzerine yaşayanlarına dar gelmeye başladı. Çizilen sınırlardan taşılmaya başlandı. Bir yandan da bütün doğal kaynaklar kurumaya başladı. Haliyle savaşlar da kalan bu kaynaklar üzerinde yoğunlaştı.
Eskiden de bu kadar çoğul ölüm olur muydu bilmem ama sanki şimdilerde ölümler de birer birer değil de onar onar, yüzer yüzer...
Mesela icat ettiğimiz arabalar sayesinde yıllardır her gün mütemadiyen ölür hale geldik. Hele de yaz döneminde ya da uzatılmış tatiller döneminde bu ölümler o kadar fazlalaşıyor ki insan artık trafiğe çıkıp eve döndüğünde evine dönebildiğine şükreder hale geliyor. Ve bu dönüşün de hasbelkader olduğuna inanıyor. Yoksa kendi şoförlük becerisinden değil.
En yüksek teknolojiyle donatılmış arabayı en "duble" yolda kullanan kişinin yeterince yüksek donanımlı ve yeterince "duble" olmaması belki de bu kazaların en irdelenmesi gereken yanıdır.
Toplu ölümlerin olduğu bir başka mecra da deprem sebebiyle yıkılan binaların altında kalarak yaşanan ölümler. Hani “Deprem öldürmez bina öldürür” denir ya, kendi elimizle yaptığımız çok katlı ama bir o kadar da çürük binalar bizim toplu mezarlarımız oluyorlar.
Bu kadar çabuk yapılıveren binaların o kadar çabuk yıkılıvermesine de şaşırmamak lâzım elbette ki.
İçinde can yaşayacağını düşünmeden, deprem bölgesinde olduğu göz ardı edilerek sırf göstermelik yapılan binalar her türlü donanımdan eksik olunca, en ufak bir sallantıda da felaket kaçınılmaz oluyor.
Sonra gelsin yüzlerce, hâttâ binlerce ölüm...
Dere kenarlarına yapılan binaların su baskınlarında darmadağın oluşu, alt yapı yetersizliğinden dolayı biraz fazla yağan bir yağmur sonucunda suyla dolan binalar, iş yerleri ve alt geçitler. Ve buralarda boğulanlar...
Kadere inanıyoruz tamam da, bu kadar basitçe yaşanan ölümlerin hepsi de mi kader diye düşünmeden edebiliyor muyuz?
Askerlerimizin şehit oluşuna ne kadar içimiz yanıyorsa ihmalden kaynaklanan diğer toplu ölümlere de bir o kadar yanmamız lâzım aslında.
Yanmıyor muyuz diyeceksiniz, tabii ki yanıyoruz. Maalesef ki sadece o an yanıyoruz... Sonra her şeyi unuttuğumuz gibi onları da unutup geçiyoruz. Ta ki kendi başımıza gelene kadar...
Bütün bu ölümlerin hepsinin ardında bir vurdumduymazlık, bir iş bilmezlik, bir umursamazlık yatıyor olduğunu görmezden geldiğimiz ve bu ölümlerde kabahati olanları ortaya çıkartıp cezalandırmadığımız sürece her gün hepimiz birer “kaza kurbanı” adayıyız.
Alt yapısı bozuk olan her şey üzerinde ne kadar pırıltı taşırsa taşısın eninde sonunda altındaki bozukluğu bir yerden ele vermeye mahkûm.
Bu bozukluğun adına "kader" demek de bizim "kaderimiz" olsa gerek...

19 Temmuz 2011 Salı

Daha kaç çocuk?

Sabah erken...
Yüzüyorum...
Her kulaçta bir çocuk...
Olmuyor, çıkıyorum.
Kendi çocuklarımın evde güven içinde uyuyor olmalarının suçluluğu üzerimde.
Eve dönüyorum.
Kahvaltı ederken her lokmada bir çocuk...
Olmuyor, bırakıyorum.
Evde korkusuzca kahvaltı edebilmenin suçluluğu üzerimde.
Nereye gitsem sığamıyorum. Ne bir şarkı, ne bir şiir, ne bir yazı siniyor içime.
Her çocuğun evi geliyor gözümün önüne. Ateş düşmüş ocaklarına, düşmüş de yakıyor cayır cayır.
Akşama ne yemek yapsam diye dolanıyorum.
Artık akşam yemeği yiyemeyecek o çocuklar diziliyor karşıma sıra sıra
Olmuyor, bırakıyorum.
Ölüme diyecek bir sözüm yok, ölümün kalleşcesinedir isyanım...
Askere giderken kınalanan o kuzuların pusuya düşürülüp katledilmesinedir.
Gerçi; askerlik yan gelip yatma yeri değildi ya, unutmuşum.
Peki bu kadar haince katledilebilme yeri miydi?
Terörün vicdanı yok, namusu, ahlâkı yok.
Artık mertçe savaşmak da yok.
Ne mertçe yaşamak, ne de mertçe ölmek.
‘Varsa yoksa hile, pusu, tuzak, şike’
Olan hep aynı yoldan geçen, aynı tastan içen o garip insanlara.
Ötesi yalan...

15 Temmuz 2011 Cuma

Kupon kupon şike


Kapalı kapılar ardında neler yaşanıyormuş, neler konuşuluyormuş, ne pazarlıklar yapılıyormuş da haberimiz yokmuş.
Gün geçmiyor ki ortaya yeni bir haber düşüp de diğer her şeyi unutturuversin.
Son patırtımız da 'şike' üzerine koptu.
Oluşan bu girdap daha kimleri kimleri içine çekecek bakalım...
Biz sıradan vatandaşlar oturduğumuz yerden olanları hayretle izliyoruz.
Maçlara gidip sesleri kısılıncaya kadar slogan atarak takımlarını destekleyenler, gol attıklarında çılgınca sevinip, yediklerinde çocuk gibi üzülenler, diğer tarafın taraftarlarıyla kıyasıya kapışanlar, sıradan muhabbetlerde bile söz konusu taraftarlık olduğunda tuttukları takımları için en yakın dostlarıyla dahi kavgalı hale gelenler, takımlarının renklerine aşık olanlar, takımlarının logolarını vücutlarına dövme yaptıranlar, maçlar öncesi tahmin kuponlarını büyük heyecanlarla ve büyük umutlarla dolduranlar...

Ne oldu şimdi, hepsi boşa mı gitti?
Her şey aslında danışıklı bir dövüş müymüş? Yenenler de yenilenler de her şeyi kuralına göre mi oynuyorlarmış? Biz seyirciler de bu oyunun en masum figüranları mıymışız? Yani bütün maçların sonucu baştan belli miymiş? Parayı bastıran şampiyonluğu mu alıyormuş? Şampiyonluk takımın geliriyle doğru orantılı mıymış?

Şu durumda şikeyi yapan tek bir takım olamaz değil mi? Nihayetinde o maçlar kendi kendine oynanmadı. Galip gelinen her maçta bir de mağlup vardı. Ve mağlup olunduğunda da bir galip. Bazen de zararsızca bir beraberlik...
Ne yapıp yapmadıkları tam olarak bilmiyoruz ama eğer ki böyle bir şey yapılmışsa en büyük ayıp kendi taraftarlarına karşı yapılan bir ayıptır. O taraftar ki; onurlu bir kaybeden olmayı onursuz bir kazanan olmaya her zaman tercih etmiştir.
Tuttukları takımlarının başkanından oyuncusuna kadar her bireyine sahip çıkmaya çalışan bu insanlar böyle bir lekeyi hak etmediler.
Bu lekelenme bana Özdemir Asaf'ın bir sözünü hatırlattı;
'Bütün renkler hızla kirleniyordu, birinciliği beyaza verdiler.'
Ve ardından diğer renkler de bu kirlenmeden nasibini alacaklardır.

Sporun içine bu kadar hile karışmışsa, her şey sahnelenen bir oyundan ibaretse, bütün amaç kimin daha fazla parayı kendi hesabına atacağıysa, bu memlekete yazık olmuş demektir.
Atatürk'ün; 'Ben sporcunun zeki, çevik ve aynı zamanda ahlâklısını severim.' sözü işte şimdi tam olarak yerini bulmuştur.
Yok, eğer ki ortaya atılan her şey hain bir senaryonun parçalarıysa, dürüstlük ve açıklık değerleri öne sürülerek gerçekte başka hedeflere varılmak isteniyorsa, bu memlekete çok daha fazla yazık olmuş demektir.
Pasta büyük olunca kavga da böyle büyük oluyor galiba.

Sadece futbolda mı yaşanıyor bu al gülüm-ver gülüm durumları sanki? Daha bilmediğimiz neler var acaba diye düşünmüyor musunuz?
Deniz Feneri adı altında yardım parası toplayanların, topladıkları paraları kapalı kapılar ardında nasıl da kendi hesaplarına aktarıverdikleri çıkıyor ortaya bir yandan. Bir yandan Meclis'te 'yemin etmem' diyenlerle yemin etme pazarlıkları yapılıyor. Sonra her şey ortalara saçılıyor.
Pazarlıklar aleyhte delil olarak kullanılmaya başlanıyor.

Nasıl oluyor da her iki tarafın da dahil olduğu pazarlıktan birisi mağrur, birisi mağdur olarak çıkıyor o da ayrı bir muamma.
Sanki önce pazarlık zeminleri oluşturuluyor, sonra pazarlıklar yapılıyor, sonra yapılan pazarlıklar uygulamaya konuluyor, sonra birisi oyunbozanlık ederek diğerini halka müzevirleyiveriyor. Masum halkın aklına da 'Ya o anda sen neredeydin?' sorusunu sormak gelmiyor. Hep birlikte müzevirlenenin üzerinde tepinilmeye başlanıyor.

Kapalı kapılar ardında yapılan her pazarlığın eninde sonunda bir yerlerde ayaklara dolanacağını unutmadan yaşamak lâzım belki de.
Her zaman ama her zaman kazanan olmaya programlanmamalı insan. 
Kazanmak için bütün değerleri yok saymamalı.
Yeterince iyi ya da yeterince şanslı olmadığında kaybedebilmeyi de bilmeli.
Bükemediği bileği öpebilmeli...

12 Temmuz 2011 Salı

8 bin 372

11 Temmuz 1995 - 11 Temmuz 2011
Srebrenica Katliamı'nın on altıncı yılı.

II. Dünya savaşında Almanlar'ın Yahudilere uyguladığı soykırımdan sonra Avrupa'da yaşanan en büyük soykırım 11 Temmuz 1995'de Yugoslavya'nın Srebrenisca kentinde gerçekleşmişti.
Resmi rakamlara göre 8372 kişinin katledildiği soykırımda ölenleri anmak ve yaşanan bu vahşeti kınamak için Genç Boşnaklar Derneği bu yıl Türkiye'de eylem yapıyor. 8 bin 372 çift ayakkabı toplayan ve bu ayakkabıları Taksim'de BM'nin İngilizce kısaltması olan 'UN' (United Nations) şeklinde sergileyecek olan dernek üyeleri bu yolla dünyanın bu katliama kayıtsız kalışını bir kez daha bütün dünyaya hatırlatacak.
Serginin ardından, kullanılır durumda olan bütün bu ayakkabılar, Suriye'den kaçıp Türkiye'ye sığınan muhtaçlara dağıtılacak.

Tarihe dönersek; Osmanlı Padişahı I. Murat, Prens Lazar komutasındaki Sırp kuvvetlerini 1389'da Kosova Meydan Muharebesinde yenmişti. Fethedilen yeni topraklara Anadolu'dan getirilen Türkler ve Müslümanlar yerleştirilmişti. 500 yıllık Osmanlı Yönetiminde çeşitli ırk ve dinlere mensup bu  insanlar barış içinde kardeş gibi yaşamışlardı.
Ta ki Kosova savaşının 600. yıl dönümü olan 1989'da on binlerce Sırp faşistini bir açık hava mitinginde bir araya getiren Miloseviç'in onlara şu ibretlik çağrıyı yapmasına kadar.
"İslâm vebası ülkemize tam buradan yayıldı. Ve biz Sırp vatanseverleri onu yine aynı yerden başlayarak yurdumuzdan kazıyacağız."
Bosna İç Savaşı işte bu sözler başlamıştı.
Bosnalı müslümanlar bütün uluslar tarafından bu savaşın ortasında yapayalnız bırakılmışlardı. 1991 yılında Küveyt halkına sahip çıkarak Körfez Savaşı'nı başlatan devletler Bosna'da yaşananları görmüyorlardı bile. Çünkü onların ‘petrol'leri yoktu. Çünkü onlar her türlü hakarete ve aşağılamaya layık bir ırka ve bir dine mensuplardı.
Oysa ki Bosnalı müslümanlar şehirlerde yaşayan, sanat ve kültür ile uğraşan kendi halinde insanlardı.
Nisan 1992'de Srebrenisca'nın hemen dışında bulunan Bratunac köyünde yaklaşık 350 Bosnalı Müslüman, Sırp paramiliterleri ve özel polis güçleri tarafından ölümcül işkenceye tabi tutulmuş ve katledilmişti. Sırplar hafta içi rutin işlerinde çalışırlarken hafta sonları pikniğe (müslümanları işkence ile öldürmenin adı piknik idi) gidiyorlardı..
Ülkede Fransız İstihbaratçıları tarafından tecavüz kampları kurulmuştu. Bosnalı kadınlara en iğrenç işkencelerin yapıldığı bu kamplarda tecavüze uğrayarak hamile kalan kadınlar, kürtaj yaptırabilme zamanları geçinceye kadar serbest bırakılmıyorlardı. Böylece Müslüman Boşnak soyunun Sırplaştırılması hedefleniyordu.
Savaşta her yol mubahtır psikolojisiyle zıvanadan çıkmışçasına vahşileşen insanlar, yıllarca yan yana yaşadığı, komşuluk ettiği masum insanların can düşmanı oluvermişlerdi.
Engeller, yasaklar, cezalar, kanunlar olmadığı zaman demek ki insanların içinde uykuda olan o alt benlik kana doymaz bir yaratığa dönüşebiliyordu.

İşkenceye maruz kalmak başka bir şey, onu uygulayan olmaksa çok daha başka bir şey.
Bir canın can çekişmesine seyirci kalabilmek, onun acılar içindeki haykırışlarını duymazdan gelebilmek, parçalanmış cesetlerle yaşayabilmek, onları birer çöpmüşçesine kepçelere doldurarak çukurlara atabilmek, ölüp ölmediğine bakmadan canlı canlı dozerlerle üzerlerinden geçebilmek, kırılan kemiklerin sesleriyle, kan kokusuyla yaşayabilmek ve üstüne üstlük bütün bunlardan haz alabilmek...
Kısacası; insan olma vasfını kaybetmek...

İnsanı bu kadar zalim yapan nedir?
Bu kadar zalim olabilenler aslında kendilerine yetersiz ve basiretsiz insanlar mıdırlar?
Bu katliamların emrini verenler belki de çocukken hayvanlara işkence edenlerdi. Karga yavrularını yalaklara batırıp çıkartarak boğanlar, kedi köpek yavrularına eziyet edenler, oyun arkadaşlarına saldıranlardı. Emri uygulayanlar da kendi başlarına olunca ‘hiçbir şey' olup, toplulukla birlikte hareket edince 'her şey' olabilenlerdendi.
İçlerindeki bu ezilmişlikle kendilerinden güçsüz gördükleri her canlıya zulmedebilen bu insanlar için savaş halinin oluşması bulunmaz bir nimet oluyor demek ki. İçlerinde taşıdıkları bütün o irini rahatlıkla boşaltabiliyorlar. Ne bir korku, ne de bir suçluluk duygusu taşıyorlar.

Genelde bu tip insanların savaş haline gerek duymadan yaptıkları işkenceler de o kadar çok ki. Onlar için karşılarındakinin düşman olup olmaması hiç önemli değil. Kendilerinden zayıf olması yeterli.
Mesela çocuğunun annesini de, çocuğunu da üzerlerine benzin döküp yakabilirler onlar. Çok ağlıyor diye minicik bebeklerini duvara fırlatabilirler. Öğrencilerine attıkları tokatla öğrencilerinin kulaklarını sağır edebilirler. Kendi halinde yaşayan zararsız bir kediyi tekmeleyip, kafasını ezebilirler. Trafikte yol verme tartışması yüzünden bir kadına tekme tokat girişip, yerlerde sürükleyebilirler. Toprağa yarı beline kadar gömdükleri bir kadını taş yağmuruna tutabilirler.

Genç Boşnaklar Derneği'nin yaptığı gibi biz de ülkemizde yaşanan kadın cinayetlerinde ölen kadınların kendilerine ait ayakkabılarını toplasak. Bütün o ayakkabıları sahiplerinin hikâyeleriyle birlikte şehir şehir, köy köy sergilesek. O ayakkabıların capcanlı sahiplerinin yaşama haklarının ellerinden alınışını gazetelerin üçüncü sayfa haberlerinden öteye taşısak.
Belki bu bahaneyle bu gidişata bir DUR denilebilir. Belki cezalar ağırlaştırılır, engeller çoğaltılır ve en önemlisi de temele dayanan bir eğitim sağlanır. Yoksa bu hızla giderse kadın soykırımının önüne geçemeyeceğiz ve erkekler kadınsız bir toplumda yaşamak zorunda kalacaklar.

Kadın ya da erkek, yaşlı ya da genç, erişkin ya da çocuk, savaşın ortasında kalmış ya da kalmamış hiç kimse, ne canlıyken ve ne de ölüyken bu kadar aşağılanmayı hak etmiyor...

8 Temmuz 2011 Cuma

Yeni bakanlıklar

Okullar açılıp da sınıflara doluştuğumuzda öncelikle sınıfımıza bir başkan seçerdik değil mi? Sonra da Eğitsel Kollar’da hangi ‘kol’a kimin gireceği seçilirdi.
Sen Kızılay Kolu’na, sen Gezi Kolu’na, sen Tiyatro Kolu’na!
Ve diğer kollara…
Herkes girdiği ‘kol’da bir takım çalışmalar yapardı. Girdiği o ‘kol’a meraklı olup olmaması pek de önem taşımazdı. Önemli olan seçtiği ya da seçildiği kolda öğrenecekleri ve uygulayacaklarıydı.
Zaman zaman Kızılay Kolu’na seçilerek 19 Mayıs ya da 23 Nisan gösterileri sırasında izleyicilere Kızılay pulları sattığımız da oldu, zaman zaman Tiyatro Kolu’na girerek tiyatro çalışmalarında yer aldığımız da.
Bizim için o günler geçti, büyüdük ve bir ay kadar önce ülkemize bir baş(ba)kan seçtik. Bugünden bir önceki gün de başbakan kendi yardımcılarını ve diğer bakanlarını seçti.
O bakanlıkların başına getirilenler neye istinaden o makamların başına getirildiler, o makamlara sahip olmak için onlarda aranan özellikler neydi bilmiyorum ama “sadece ama sadece kadın”dan sorumlu bir bakanlık olmaması, kadın sorunlarının Aile Ve Sosyal Politikalar Bakanlığı kapsamına alınması ilgi çekiciydi. Seçilen dört başbakan yardımcısı ve yirmi bir bakanın arasında tek kadın olan Fatma Şahin de o bakanlığın başına getirildi.
Kadınların bu kadar kolayca katledildiği bir memlekette ‘kadın’dan sorumlu  bakanlıktan ziyade ‘erkek’ten sorumlu bakanlık açmak aslında belki de en iyisidir. Belki de erkekleri eğitmiş olmak en azından kadına şiddet sorununu temelinden halleder.
Yoksa kadınların kendi kendilerine attıkları imdat çığlıkları erkekleri durdurmaya yetmiyor. Üstelik bir de çığlık attılar, şikayetçi oldular, gösteri yaptılar diye suçlanıyorlar. Şikayetçi oldukları erkekler tarafından ‘Sen beni nasıl şikayet edersin?’ denerek darp ediliyorlar. Darp edilmekten öteye geçilerek acımasızca öldürülüyorlar…
Bu durumlarda kadını korumak için Kadın Bakanlığı’nın pek bir etkisi olmuyordu nasılsa. Kadınların sesine ses vermeyen, dertlerine derman olmayan bir bakanlığın göstermelik bir bakanlık olarak bulunmasının kimseye bir yararı yoktu. Hâttâ o bakanlıkta çalışan kadroların maaşlarını ve bakanlığın giderlerini düşünürsek zararı bile vardı. Hakikaten de kapatmak en iyisi olmuş.
Ha bir de Kültür ve Turizm Bakanlığı var. Aslında başlı başına bir Kültür ve Sanat Bakanlığı olması gerekmiyor muydu? ‘Kültür’, Turizm Bakanlığı’nın içine dahil edilmiş. ‘Sanat’ın ise S’si yok.
Peki ya ‘sanat’a ne oldu?
Ne müziğe, ne heykele, ne baleye, ne sinemaya, ne resme, ne de sanatın diğer dallarına ihtiyacımız yok artık demek ki.
Resim sergisindeki bir yağlı boya tablonun göğüs dekoltesinden rahatsız olup, tablodaki kadın figürünün dekoltesini boğazına kadar boyatarak kapattırabilenlerin sanattan ne kadar anladıklarını düşünüyor insan. Minicik bir dekolteye dahi tahammülü olmayanların ‘nü’ tablolar hakkında ne düşünebileceklerini hele hiç sorgulamayalım.
Bilenler bilir, bir resim sanatçısının belki de en zor çalışması anatomi çalışmasıdır. Ha insan ha hayvan fark etmez. Vücuttaki o kasları, o kemikleri, o duruşu ve tenin rengini tuvale aksettirebilmek marifet ister. Bin bir fırça darbesiyle oluşturulan o görüntünün duyarsızca ve sanki bir badana yaparcasına kapattırılması, sanatın da kadının da  üzerinin aynı duyarsızlık ve hoyratlıkla kapatılmaya çalışmasına benzemiyor mu sizce de?
Bu dünyada kadın da, sanat da gereksiz şeyler sanki. Hele de sanatı icra eden kadınsa ve o sanatın içinde yer alan görüntü de ‘kadın’a aitse yapılacak tek şey ikisini de görmezden gelerek ikisinin de üzerini örtmek.
Bütün canlıları yaratanın tek bir yaratan olduğunu düşünürsek, kimsenin kimseyi beğenmemeye ve beğenmediklerini de ortadan kaldırmaya hakkı yoktur sonucu çıkıyor.
Kadın da, sanat da milyarlarca yıldır varlar ve var olmaya devam edecekler.
Kimse bunu  ‘YOK SAY’ seçeneğine tıklar gibi tıklayarak yok sayamaz…

5 Temmuz 2011 Salı

Şafak'ın eteği


Kişiliğinin ve yaydığı enerjisinin dış görünümünün üzerine çıktığı insanlar vardır hani.
Onların parlak bir ışığı vardır ve sadece o ışığa takılır kalır insan.
Kişinin ışığı o kadar kuvvetlidir ki, ne üzerindeki kıyafeti, ne boyu, ne kilosu, ne gözünün rengi, ne de başka bir şeyi görülmez olur.
Dalga dalga yaydığı o ışık haresi çevresindeki herkesi kendisine çeker.
İnsanları adeta büyüleyen bu insanlar yaşadıkları her zorluğun üstesinden kolayca gelirler. Üstelik bunu yaparlarken karşılarındaki kişilerin duygularını sömürmez, doğal davranışlarıyla kendilerine acınmasına fırsat vermez ve dolayısıyla hayranlıkla karışık bir saygı uyandırırlar.
Şafak Pavey de işte onlardan birisi
Türkiye’deki geleceğini aşkı uğruna terk ederek çok genç yaşta evlenip İsviçre’ye giden, orada geçirdiği bir kaza sonucu sol kol ve sol bacağını kaybeden, hemen ardından da kocası tarafından terk edilen Şafak’ın hayata tutunuş hikâyesi İsviçre’de tedavi gördüğü hastanenin akademik araştırma konusu olmuş. Uzun süren bir çalışma sonucunda hazırlanan 500 sayfalık tez benzer hastaların tedavisinde kullanılmış.
Kazadan bir sene sonra Londra’da okumaya giden, Uluslararası İlişkiler ve AB politikaları üzerine iki bölümden mezun olan, üst lisans yapan, daha sonra da Birleşmiş Milletler Engelli Hakları Dünya Sekretaryası’na atanan ilk kalem olan Şafak Pavey bu görevi dolayısıyla yıllarca mülteci kamplarında bulunmuş.
Son seçimlerde milletvekili seçilerek Meclis’e giren Pavey’in Meclis’in giyim kurallarına riayet ederek etek-ceketten oluşan döpiyesini giyip gelmesi basın tarafından haber yapılmıştı.
Şafak; eteğinin altından görünen protez bacağına aldırmadan ve kıyafet konusunda kendisi için hiçbir mevzuat değişikliği talebinde bulunmadan her zamanki güler yüzüyle Meclis’teki yerini almıştı.
O kendisi protez koluna ve protez bacağına alışıktı ama diğer insanları rahatsız etmemek adına bunları ulu orta sergilemekten kaçınırdı.
Bir yandan Şafak’ın kendisiyle barışık tavrı, bir yandan da görmediğimiz bir şeyin varlığını reddettiğimizden olsa gerek onun bu protezlerle yaşıyor olduğunu düşünmezdik bile.
Her zaman pantolon içinde saklanan o takma bacağı ilk kez etek altında, apaçık ortada gördüğümüz için bu kadar etkilendik belki de.
Oysa ki bu durum Şafak'ın her gün yüz yüze olduğu kendi gerçeğinden başka bir şey değildi.
Şimdilerde kendisinin de, dolayısıyla diğer kadın milletvekillerinin de Meclis’e gelirken pantolon giyebilmeleri çalışmaları yapılıyor.
Diğer kadınlar rahat etsin diye bu düzenleme şimdiye kadar söz konusu olmamıştı.
Şafak'ın sebep olduğu bu düzenleme esasen kimin için yapılacak diye düşünüyor insan. Şafak rahat etsin diye mi, yoksa Şafak’ın bacağını görmekten rahatsız olanlar rahat etsin diye mi?
Belki aslında o takma bacağın hiç saklanmaması gerekir. Ve o kolun da… Diğerlerinden farklı bir kolu-bacağı var diye sürekli uzun kollu kıyafetlere, pantolonlara, uzun eteklere mahkûm olmamalı insan. Şortunu da giyebilmeli rahatça, kolsuz bluzunu da.
Şafak gibi organlarını kaybetmiş insanlar toplumda az değiller.
Ya bir kaza sonucu ya da doğuştan bazı organları eksik ya da farklı olan insanlar var.
Bedenlerindeki bu özel durumlar onların diğer insanlardan farklı yaşamalarını ya da farklı muamele görmelerini gerektirmez.
Bütün yaşadıklarına rağmen her daim güler yüzlü duruşuyla Şafak hepimize gösterdi ki, sağlam ve sağlıklı bir zihne sahip olunduğu sürece geri kalan her şey teferruat.
Eğer ki başarı organ bütünlüğüyle doğru orantıda olmuş olsa, bedeni sapasağlam kişilerin hepsinin hayat içerisinde başarıyı en üst noktadan yakalamış olmaları gerekmez miydi?