29 Mart 2011 Salı

Kayıp Çocuklar...

Bugün empati yok!
Bugün dinlemek yok!
Bugün anlamaya çalışmak yok!
Çocukları böyle hunharca katledebilen bir insanın anlaşılacak en ufak bir yanı olabilir mi? Hangi bahane, hangi sebep bu yapılanı haklı gösterebilir?
Bayram günü birkaç şeker daha alabilmek için neşeyle cıvıldaşarak konu komşu kapısı çalan, el öpen, bayramlık harçlık toplayan o masum çocuklar hangi gerekçeyle böyle bir sonu hak edebilir?
Hangi nefis küçücük bedenlere el uzatabilir? Hangi nefis onlara dokunurken zevk alabilir? O çocukların korku dolu bakan gözlerinin önünde kim böyle bir tecavüzü gerçekleştirebilir?
Bir değil, iki değil, art arda tam üç canı kılı dahi kıpırdamadan kim boğabilir, kim bıçaklayarak öldürebilir? Kilometrelerce uzağa kim taşıyabilir?
Kanlar içindeki o minik bedenleri soğukkanlılıkla açtığı çukura üst üste kim gömebilir? Kim sonra da gidip gömdüğü yerin üzerinde piknik yapabilir?
Tarih: 26 Mart 2011
Olay:
Kayseri’de 1.5 yıl önce Ramazan Bayramı’nda şeker toplamak için evlerinden ayrıldıktan sonra kaybolan ve ikisi kardeş 3 çocuğun cesedi, Yozgat’ta toprağa gömülü halde bulundu. Polisin olayla ilgili gözaltına aldığı zanlı suçunu itiraf etti ve çıkarıldığı mahkemece tutuklandı. Zanlının kaçırılan çocuklardan birinin ailesine komşu olduğu ve çocukları öldürdükten sonra gömdüğü yere piknik yapmaya gittiği ortaya çıktı.
****
Ya biz; sağımız-solumuz bu canice işlenen suçlarla doluyken biz nasıl hiçbir şey olmamış gibi yaşayabiliyoruz?
Bir şeyler olduğunu anlayabilmek için illa ki kendi canımız mı yanmalı? Başkasının çocuğu nasılsa BAŞKASININ mıdır? Bizimki evinde güven içinde olsun da, olan başkalarına olsun, öyle mi?
Ya bir gün biz de o başkaları için BAŞKASI oluverirsek. Ya çığlıklar atarak dövünüp dururken bizi izleyenler bizim için kısacık bir üzülüp, evlerine döndüklerinde bizi unutuverirlerse. Ya biz kendi acımızla cayır cayır yanarken dünya hiçbir şey olmamışçasına dönmeye devam ederse.
Evladının canice bir cinayete kurban gittiğini öğrenmiş, acıyla kavrulmuş bedeniyle bir köşeye çökmüş, katılmış kalmış bir anne gördüm
ben. Çaresizlik içinde kimden hesap soracağını bilemeyen acı dolu bir baba gördüm.
Bu insanların hayatı o çocukların kaybolduğu günden beri hayat mıydı? Yaşadılar mı? Her gün korku dolu bir bekleyiş, her gece kâbus dolu uykular. Evladı nerededir, aç mıdır-tok mudur, eziyet altında mıdır, sağ mıdır... Bitmek bilmez sorular, geçmek bilmez günler-geceler.
Hadi şimdi bu olaya da bir kılıf bulun. Hadi şimdi tecavüze uğrayan on yaşındaki Tülay için de 'Dekolte giyinip karşısındakini tahrik etmiştir' deyin.
Unuttunuz mu, bu memlekette altı aylık bir bebeğe annesinin gözü önünde tecavüz edildi, üstelik anne de işin içindeydi. O bebekte de mi tahrik unsuru vardı?
Maalesef ki bu kişiler için 'canlı'nın hiçbir kıymeti yok.
Ne insanın, ne hayvanın, ne de dalındaki bir çiçeğin.
Annesini öldürüp 'Ne olmuş ki, cezasını verdim!' diyebilen bir insanın hangi yasada, hangi törede hükmü olabilir? Hangi yasa onu koruyabilir? Hangi avukat onu savunabilir?
Peki şimdi biz bu kişileri ne yapalım?
Yıllarca süren davalar sonucu az bir cezaya mı mahkûm edelim? Sonra da bir af çıkartıp salımı verelim? Öyle mi?
Bu insanlar normal değil. Anlamıyor muyuz? Bu insanları ya tedavi etmeye çalışacağız; yok, olmuyorsa da ortadan kaldıracağız. Ya müebbetle ortadan kaldıracağız ya da ortadan kaldırılması için hangi yol gerekiyorsa o yola başvuracağız.
Toplumu içten içe kemirip yok eden bu olayların haberleri yapılırken bile çok dikkat edilmeli.
Vahşeti sıradanlaştıracak şekilde olaylar sündürülmemeli. 'Fail' kahramana dönüştürülmemeli. Katliam misâli yaşanan her olaydan magazin haberleri çıkartılmamalı. Verilecek cezanın büyüklüğü en azından caydırıcı olabilmeli.
Çoğu toplumun içinde gizlenmiş kişiler bunlar. Sıradan insanlar.
Kendisine hakim olamayan bu insanların durumu fark edildiğinde tedavi edilebilmeli. Kendisini kontrol edemeyenler kontrol altında tutulabilmeli. Bu insanların ortalarda ne zaman nerede patlayacağının bilinmediği bir serseri mayın gibi gezmesine izin verilmemeli.
Bunun sorumluluğu emniyette, basında, hukukta, sağlıkta ve diğer bütün kurumlarda.
Konya Emniyeti altı aylık bir çalışmayla bu olayı aydınlattı. Şimdi sıra hukukta ve basında. Onlar da bu olayda bir sınav verecekler. Verilen cezadan sonra sağlıkçılar da devreye girerek tedavi gerekiyorsa tedavi edecekler.
Her şey olacak, olacak da; vah giden o üç yavruya. İşte onlar hiçbir zaman geri gelmeyecek. Onların ateşi ailelerinin yüreğinde mahşere kadar yanacak, hiç ama hiç sönmeyecek.
Son sözüm ebeveynlere; N'olur küçücük çocuklarınızı gelişigüzel sokaklara salıvermeyin. Çocuk onlar, iyiyi kötüyü bilemez.
Ama siz bu dünyada sadece iyilerin olmadığını gayet iyi biliyorsunuz.
Biliyorsunuz, değil mi?

25 Mart 2011 Cuma

Bu çocuğa kim bakacak?


Ortalarda kalan çocuklar vardır hani…
Hani anne-babası çalıştığı için kendisinin bir bakıcıya teslim edildiği çocuklar.
Her sabah ebeveynlerinle birlikte evden çıkıp kendisini bakanın evine götürülen ya da eve gelen bakıcıyla birlikte evde kalıp anne-babasının dönüşünü sabırsızlıkla ve özlemle bekleyen.
Kendisine bakana ‘anne’ diyen. Büyüdükçe annesinin kendisini bırakıp gidişine hırslandıkça hırslanan, o bırakılmalarla birlikte küçücük ruhunda ilk yalnızlık duygularını yaşayan.
Tek maaşla geçinmenin neredeyse imkânsız olduğu, kadınların da çalışma hayatında yer aldığı bu zamanlarda doğacak çocukların kime emanet edileceği en büyük problem olarak çıkıyor insanların karşısına.Ya aile büyükleri ya da ücretli bakıcılar üstleniyorlar bu sorumluluğu.Kadının çalıştığı tek ülke biz değiliz elbette ama çalışan kadının çocuğuna nasıl bakılacağının epeyce büyük bir problem olduğu bir ülkeyiz desek yalan olmaz.Çocuğun bakımı konusu sadece çalışan annelerin değil, ayrılmış anne-babaların da problemi. Hele de çocuğun kimde kalacağına karar verildiği velayet davaları sanki birer güç gösterisi.Oysa çocuk ne sadece annenindir, ne de sadece babanın. Çocuk ikisini birlikte ister. Anne-babalar birbirlerinden ayrılsalar dahi birinden birini yok saymak çocuğun ilerideki hayatının dengesini bozmaktan başka bir işe yaramaz.
Çocuk bakımı konusunda sorgulanacak o kadar çok şey var ki;
Eğitim seviyeleri yüksek kişilerin işlerinin başına giderken en kıymetli varlıkları olan çocuklarını teslim ettikleri kişilerin ne kadar eğitimli oldukları sorgulanmalı mesela.
Karısından ayrılırken velayetini kendi üzerine aldığı çocuğunu annesinden koparıp bakıcılara teslim eden erkeğin, o çocuğa bakacak insana çocuğunun öz annesinden daha çok güvenmesi sorgulanmalı.
Çocuklarının başına neler gelebileceğini düşünmeden sokak ortasında bırakıp bir daha da çocuklarını arayıp sormayan öz anne-babalar sorgulanmalı.İki yaşındaki çocuğu tek başına bahçede ya da sokakta bırakabilen, sonra da o çocuğun başına gelen her şeyde yana yakıla isyan eden ebeveynler sorgulanmalı.
Dünyaya gelmesi çocuğun kendi suçuymuşcasına o çocuğu dayaktan geçirerek cezalandıran, itip-kakan öz anneler, öz babalar sorgulanmalı.
Kimsesiz kalmış çocuklara bakacağının taahhüdünü vermiş olan devlet kurumlarının, o çocukların bakımında çalıştırmak için ne kadar ehil kişiler seçtikleri sorgulanmalı.
Sadece ebeveyn olma hakkını kullanarak çocuğa olmadık eziyetler edenlere kimsenin hesap sormadığı, o çocuklara sahip çıkmadığı devlet sorgulanmalı.
Bu eziyetlerden bunalıp evinden kaçan çocukların sokaklarda düştüğü tuzaklar, çektiği cefalar yağmurdan kaçarken doluya tutulmak lâfının en çarpıcı örneği değil midir?
Çocuğun da büyüyebileceğini, ömrü boyunca çocuk kalmayacağını idrak edemeyen insanların elinde büyüyen çocukların oluşturduğu toplum ne kadar sağlıklı olabilir?
Kimsesiz ya da bakıma muhtaç çocukların yaşadığı bakım evlerinin kapalı kapılarının ardında neler olduğu zaman zaman dışarıya sızdı.
Sızanlar tüylerimizi diken diken etti. Etti ve sonra da unutulup gitti.
Kim bilir içeride yaşanıp da dışarıya sızamayan daha neler var.
İnsanın aklından bin türlü soru geçiyor:
Oralara bakıcı olarak alınacak insanlar seçilirken, herhangi bir maaşlı işçiden daha farklı özelliklere sahip olmaları aranmaz mı?
Bu çocukların bakımı için en düşük ücretle çalıştırılabilecek en kifayetsiz insanlar mı seçilir özellikle
Ortam temizliği ve ortam bakımı yapan kişiden çocuk bakımı ve eğitimi yapması nasıl beklenilebilir?
Belki de evlerinde kendi çocuklarına dahi gereken özeni göstermeyen bu insanlar başkalarının çocuklarına ne kadar özenli yaklaşırlar?
Onlara anne ihtimamıyla yaklaşacak bu konuda eğitimli insanlarımız yok mudur?
On sekiz yaşlarına geldiklerinde kurum dışına bırakılan bu çocuklar o yaşlarına gelene kadar kendi ayaklarının üzerinde durabilecek hale getirilmişler midir?
O çocuklara sevgiyle birlikte ‘gelecek’ de verilmiş midir?
Hem sevgisiz, hem de geleceksiz mi bırakılmışlardır yoksa?
Yoksa önce ailelerinin terk ettiği bu çocuklar her türlü zalim davranışı hak mı ediyorlardır?
Bu eziyetlere mi müstahaktırlar? Suçlu onlar mıdır?
Kendimiz güvende olduğumuz sürece aklımızın köşesinden geçmeyen o çocuklar büyüyüp de hiç olmadık yerlerde karşımıza çıkabiliyorlar. Ne yazık ki bu kesişmelerde ilahî denge çok acı bir şekilde sağlanıyor. Gözümüz gibi bakıp büyüttüğümüz, türlü imkânlarla donattığımız çocuğumuzun elinde gördükleri bir telefon için, hâttâ ceplerine koyduğumuz cüz’i harçlıklar için gözümüzün nuru çocuğumuzu bir an bile düşünmeden katledebiliyorlar.
Fırsat eşitsizliğinin eşitlendiği bu durumlarda her iki taraf da bu yangından nasibini alıyor.
Sıcacık yuvasında güven içinde büyüyen kıymetlimiz, sevgi yüzü görmemiş, aşağılanmaktan ve dayaktan başka bir şey yaşamamış o çocukla aynı dünyada yaşadığı sürece bu kesişmeler kaçınılmaz.
Devlet; en üst birimden en alt birime kadar ‘çocuk’un anlamını ‘kendi çocuğu’ olarak anlamaktan ileriye gidemediği sürece bunun bedelini tek tek hepimiz acı bir şekilde ödemeye mahkûmuz.

22 Mart 2011 Salı

Karmakarışık

Dünya karışık, bizim kafalarımız dünyadan çok daha karışık.
Yaşananları bilirkişiler farklı yorumluyor, sokaktaki vatandaşlar farklı. Doğruları kim söylüyor, kim haklı-kim haksız, kimin lâfına güvenip kime inanacağız anlamış değiliz.
Okuduklarımız bir yanda, gördüklerimiz diğer bir yanda. Bu olayların içyüzünün zaman içinde ortaya çıkacağını bilmenin verdiği güvensizlikse bambaşka bir yanda.
Bilmem kaçıncı dünya savaşı koptu kopacak. Birilerinin canı 'savaşçılık' oynamak istedi sanki. Cici oyuncaklarını dosta düşmana göstermek istedi. Uçaklar, gemiler, tanklar, tüfekler saklandıkları yerlerden çıktı. Kullanılmaya başlandı.
Bu savaşı kimler neden destekliyor, kimler neden karşı, kimlerin tekerine çomak sokuldu, kimlerin düz giden işleri ters edildi? Savaş açılan ülke yeterince demokratik mi bulunmadı, yoksa yeterince itaatkâr mı?
Ya o ülkenin başındaki kişi. O neyi korumak için direniyor? Kendi gücünü mü, yoksa başında olduğu ülkenin insanlarını mı? İsyancılarla içeride, diğerleriyle dışarıda baş etmeye çalışırken gerçekten korumaya çalıştığı nedir?
Ne yaparsa yapsın herkes yaşadığı coğrafyanın bedelini ödüyor demek ki. Zenginlikler kapanın elinde kalıyor. Kim daha önce gelirse o sahipleniyor ve bir başkasına kaptırmak istemiyor. Gücünü korumak adına her şeyi ve herkesi acımasızca kullanabiliyor.
Gücün el değiştirme merasimiyse epeyce kanlı oluyor.
Bu hesaplaşmada kanı akan, canı yanan her zamanki gibi masum halk.
Anneler-babalar, çocuklar, gençler, yaşlılar. Ezilen hep onlar. 'Genellikle' paçalarını kurtaranlarsa halktan kendini soyutlayanlar.
Onlar Kuzey Afrika sahillerinde kıran kırana bir savaşa tutuşadursunlar, Japonya sahillerinde tsunaminin etkisiyle kontrolden çıkan nükleer reaktörler dünyayı toptan bir felaketin sınırlarında dolaştırmakta. Eğer ki bu haberler doğruysa o reaktörlerin yaratacağı felaketin boyutu belki de ortada ne bir savaş bırakacak, ne de uğurdan savaşılacak tek bir değer. Belki de herkesin can derdine düştüğü o gün herkes eşitlenecek, her şey sıfırlanacak, hayatta kalanlar için bambaşka bir hayat yeniden başlayacak.
Bu bahaneyle buralarda kurulmak istenen nükleer santraller de bir kez daha sorgulanmaya başlandı. Bilenler zaten biliyordu ve buna karşı duruyordu.
Bilmeyenler için de güzel bir ders oldu. Bilip de bilmezden gelenler içinse değişen pek bir şey yok.
Bu arada;
Libya'daki ateş Suriye'ye de sıçradı. Baas Partisi genel binası ateşe verildi.
Gündeme sürekli yeni haberler düşmekte.
Dünya tam bir kaynayan kazan sanki. Dokunanın yandığı, kıyısında dolaşanın içine çekildiği ateşten bir girdap o kazanda dönüp durmakta.
Dünyada bunlar olurken, ülkemizdeki kadın cinayetleri de hız kesmeden yoluna devam etmekte. Adeta bir cinskırım yaşanmakta. Sudan bahanelerle kadınlar katledilmeye devam ediyor. Bu katliama 'Dur!' diyecek kimse yok. Durduran yok.
Gemi azıya almış, çılgınca koşturan, kana susamış ruhsuz canlılar var.
Okuduğum bir makalede Profesör Günter Blobel'e göre bütün canlılarda bir 'vahşet geni', ayrıca beyinlerinde de bir saldırganlık merkezi bulunduğunu öğreniyorum. Zulüm merkezine verilen ışınla bu merkez aktif hale geliyor, ışın kesilince de eski sakinliğe geri dönülüyormuş.
Birileri bir yerlerden insanlara sürekli böyle bir ışın mı veriyor acaba? Hani çocuklar insanlara lazer oyuncaklarıyla şaka yaparlar ya. O misal...
Bu cinayetlerin arasına, tepesi attığında kadınlarının bacaklarına dahi sıktırmaktan zerre kadar çekinmeyen adamın uğradığı silahlı saldırı olayı da karıştı. Bir yanda 'Neden vuruldu, kim yaptı, kime yaptırdı?' diye sorularla insanlar meşgul edilirken,  diğer yanda hayatındaki kadınlar da gazetelerde sergilenmekte. Kameralar sürekli peşlerinde. Pek çok kişide aleni bir aşağılama yaratsa da, birçoğunda içten içe gizli bir özenç barındıran bu durumun görüntüsü medya için oldukça ilgi çekici.
Kadınlarından bazıları yaralının kendisine yakın olmak için hastanede oda tutmuşlar diye okuyorum. Orası bir otel mi diye geçiyor aklımdan hemen. Ya hastaneye acilen yatması gereken bir hasta gelirse, ya ona 'odamız yok' derlerse. Yok canım, demezler herhalde. Vardır elbet bir bildikleri.
Her şeyin bize gösterilen yüzünün dışında farklı bir yüzü olduğunu biliyoruz artık.
Karşıdan görünen görüntünün içine girildiğinde bambaşka bir dünyayla karşılaşılabiliyor. İyi ya da kötü her şey tam tersi olabiliyor.
Yazılmayanları okumak, söylenmeyenleri duymak da bir maharet olmalı.
Eskiden de hayat bu kadar hızlı mı akıyordu bilmem ama şimdilerde gündem o kadar hızlı değişiyor ki, çok kısa bir zaman önce yaşanan, üzerinde konuşulan ne varsa bu hızlı akış içerisinde gerilerde kalıveriyor. 'Geçmiş' oluyor. Geçmişte kalıyor.
Unutuluyor.
Bu kadar çabuk unutacağımız her şey için birbirimizi acımasızca parçalıyoruz, kırıyoruz, döküyoruz. Tırnaklarımız dışarıda her an saldırmaya hazır bekliyoruz. Bunlarla besleniyoruz. Kavgasız, gürültüsüz ve düzenli yaşamayı beceremiyoruz. Hepimiz bir tatlı huzuru özlüyoruz da, huzuru sağlayan her ne varsa görmezden geliyoruz.
Tüm bu olumsuzluklar içerisinde Vakıfbank Güneş Sigorta Bayan Voleybol Takımımızın Avrupa Şampiyonu olduğu haberi geliyor.
İşte bu haberle de çok gururlanıyoruz...

18 Mart 2011 Cuma

Havadan sudan

Birkaç gün önce kar-buz derken bu hafta başı bir anda bahar geliverdi. Kar botlarından parmak arası sandaletlere geçilebilecek kadar sıcak bir hava peydah oldu. Hava tekrar ‘mevsim normalleri'ne döner mi, yoksa mevsimin normali bu mudur önümüzdeki günler gösterecek. Bir bakmışız bugün sağanak bir yağmur başlamış.
Son senelerde mevsimlerin de rutini bozuldu. Bir hafta içerisinde art arda dört mevsim yaşayabiliyoruz. Bu garipliklerin tek suçlusuysa 'küresel ısınma'.
Sayemizde ne ozon tabakası kaldı ne de temiz bir hava. Çok şükür sonunda dünyanın dengesini bozmayı başardık.
Yazı ya da kışı sevmeyen vardır da baharı sevmeyen kimse yoktur sanki. Herkes baharın gelmesini bekler. 

Baharın gelmesiyle kışın soğuk ve kasvetli günlerinden bunalan insanların önünde yepyeni bir dünya canlanır.
Cemreler düşer sırayla. Havaya, toprağa ve suya. Önce hava ısınır, ısınan hava toprağı ısıtır ve en son da denizleri.
Ağaçlar minik minik yeşermeye başlar. Kış gelince yaprağını döküp uykuya dalan ne kadar nebatat varsa hepsi uyanır, doğa renklendikçe renklenir. Yeşilin bin bir tonuyla birlikte bahar kokusu da duyulmaya başlar. Tarifsiz bir kokudur bu. Çimen mi, çiçek tozu mu, toprak mı, hangisi böyle güzel kokuyor diye ayırt edemez insan.
Belki de hepsinin karışımıdır içimizi mutlulukla dolduran bu koku. Kuş sesleri duyulmaya başlar yavaş yavaş. Bazen sabaha karşı olan o derin sessizlikte bir tek kuşun ötüşü duyulur, bazen de bir ağacın dallarının arasından yüzlercesinin cıvıldaşması.
Guguk kuşlarının sakin, serçelerin telâşlı, kargaların da bitmek bilmez tehditkâr ötüşlerini duyarız. Dünyayı onlarla da paylaşıyoruzdur ya, bunu bize sürekli hatırlatır dururlar.
Manava yeşil erik gelir, çağla gelir. Pazarlar zenginleşmeye başlar. Baharlık kıyafetlerin giyilmesiyle sokaklarda da bir renklilik, bir neşe, bir canlılık göze çarpar.
Evlere sığmayız, kabımıza sığmayız. Kapalı yerlerden ziyade açık alanlar daha caziptir. Mis gibi kokan o bahar kokusunu içimize çekmek, hafifçe yakan güneşe yüzümüzü dönmek isteriz.

Esentepe Mahallesi'nin kaldırımlarının olup da kendisinin henüz olmadığı zamanlarda,
Esentepe'den Çamlık'a gitmek bizim için baharın gelmesinin en büyük etkinliğiydi. Daha büyüdüğümüz dönemlerdeyse öğretmen-lerimizle birlikte mezarlığın arkasından dolanarak giderdik Çamlık'a. Lisemiz evlerin ortasında kalmamıştı o zamanlar. Etrafı papatyalarla, gelinciklerle doluydu. Sakin bir boşluğun ortasında görürdük derslerimizi.
Her yer yemyeşildi. Okulun bitmesine yakın zamanlarda iyice coşan çiçeklerin arasında poz poz fotoğraflar çektirir, kendi kendimize eğlenirdik. Çocuktuk, gençtik, bizim için her şeyin eğlenceye dönüşmesi kaçınılmazdı.
Biz de hayatımızın baharını yaşıyorduk. Biz de doğa gibi yeni yeni uyanıyorduk.
Dünyayı şimdi de biz keşfediyorduk. Yarım yamalak fikirlerimizle her şeye ahkâm kesiyorduk, boyumuzdan büyük lâflar ediyorduk.
Şu büyümüş halimle sokaklarda neşe içinde gezinen gençleri görünce 'Ne kadar güzel çağlarında olduklarının farkındalar mı acaba?' diye düşünmeden edemiyorum.
Yaşarken anlaşılamayan ancak üzerinden zaman geçtikten sonra fark edilen bir şey bu gençlik. Yoksa insan niye geçmişini bu kadar özlemle yâd etsin ki?
Özlenen her zaman gençlik değil midir?

Sıkıcı geçen kış günlerini atlatıp taptaze baharı görmeden ölmek istemez insan.
İstemez de, kimseye de sorulmaz ne zaman ölmek istersin diye. Bazıları erer bahara bazıları eremez, göçüp gider. Kaç bahar gördüyse ömrünce, hepsini alır götürür kendisiyle.
Ya bizim önümüzde yaşayacağımız kaç bahar var? Belki on, belki bir, belki hiç…
Doğan her güne hayatımızın ilk günü gibi başlayıp, o günü hayatımızın son günü gibi yaşayabilsek keşke. Ertesi gün yeniden yeni bir güne doğsak. Yine, yeni, yeniden yaşasak o günü de. Günleri birbirine ekleyip ömürler devirsek neşeyle.
Dolu dolu yaşadığımız hayattan ayrılırken gözümüz arkada kalmasa. Ruhumuz doymuş olarak bıraksak yerimizi bizden sonrakilere.
-Olamaz mı?
-Olabilir…

15 Mart 2011 Salı

‘Deprem’i Seyrediyoruz

Japonya’da yaşanan depremin görüntüleri doğanın gücünü bir kez daha bütün ihtişamıyla gözlerimizin önüne serdi. Sanki bir Hollywood filmi izler gibi izliyoruz olanları. ‘Yarından Sonra’ ya da ‘2012’ canlı canlı yaşanıyor.

Gölcük depreminden 55 kat şiddetli olduğunu yazıyor gazeteler. Hayal etmeye çalışıyorum 55 kat büyük bir sarsıntıyı. 7,4’ün 55 katı. Muazzam bir sarsılma. Hani yer yerinde oynadı denir ya, işte öyle.

Depremden sonra denizde oluşmuş bir girdap videosu yayınlanıyor internette. Sanki birisi Pasifik’in tıpasını çekmiş de bütün okyanus oradan boşalıyormuş gibi bir hisse kapılıyorum izlerken.

Tsunami’nin uzaydan çekilmiş resimlerine bakıyorum. Birazdan on binlerce can alacak dalgalar hızla karaya yaklaşıyorlar. Azrail Tsunami olmuş geliyor.

Google Earth programı kullananlar Japonya’nın dünya kabuğunun ek yerlerinden birinde olduğunu açık ve net görüyorlardır. Birbirini iten katmanların oluşturduğu bir dağ silsilesinin deniz yüzeyinde kalan üç bin tanesinin hepsi birden Japonya’yı oluşturmuş. Gün gelecek belki itmenin kuvvetiyle o dağlar daha da yükselecek, böylece Japonlar daha çok yerleşim alanına sahip olacak ya da belki bu adacıklardan bazıları suların içinde batıp kaybolacak.

Tektonik değişimler denen büyük yer hareketlerinin sonucunda haritalar değişiyor. Kıtalar, dağlar, denizler yeniden şekilleniyor. Bunlar büyük afetler olarak görülse de aslında dünyanın doğal hareketlenmeleri. Bu doğal hareketlenmeler karşısında güçsüz kalmamızdan doğan durumları biz afet olarak tanımlıyoruz.

Doğa karşısında neredeyse bütün canlılar acz içerisinde. Kaçacak başka bir dünyaları yok. Ölenler ölecek, kalanlar kaldığı yerden hayatlarını sürdürecek. Dünya dönmeye devam edecek. Yine kuşlar uçacak, yine balıklar yüzecek. İnsanoğlu da kendince hayatta kalmak için kavgasını sürdürecek.

Kavga deyince; yerden birkaç yüz metre yükselince yeryüzündeki her şey ne kadar anlamsızlaşıyor fark ettiniz mi? Her şey küçülüyor. Evler, yollar, araçlar, insanlar. Onlarla birlikte itiş-kakışlar, kavgalar, hırslar, alınganlıklar, kavramlar, kutsallar, tabular...

İçindeyken farkında olmadığımız bu hengameden arada sırada sıyrılabilsek keşke. Kendi içimizde yükselebilsek. Şöyle bir durup kendimizi dinlesek. Nefes alsak derin derin.

Düğünlerde ya da eğlence mekanlarında bir grup insan ortada çılgınca dans eder hani. Biz de o gruptaysak kendimizi müziğe kaptırmış hem söyleyip hem müziğin ritmiyle sallanıp duruyoruzdur. Oturanlar da dans edenleri izleyip, arada onlara eşlik ediyor, eğleniyorlardır.

Bu ortama müziğin sesini duyamayacağınız bir yerden bakacak olursanız ortada garip garip hareketler yapan bir grup insan görürsünüz. Komik görünüyorlardır. El-kol hareketleri, yüz ifadeleri, terlemiş bedenleriyle ortada debelenen bir dolu insan. Onları sessiz film izler gibi izlersiniz bir zaman, sonra dönüp arkanızı gidersiniz.

Dışarıdan bakanlar için içerideki karmaşa hep böyle anlamsız görünür işte.

Depremin ardından havadan çekilen görüntüleri izlerken de bunları düşünüyorum. Oyuncak kayıklar gibi bir yere yığılmış yüzlerce tekne, tsunaminin etkisiyle yerlerinde sökülmüş kartondan yapılmış gibi görünen evler, sürüklenen toprak, suların zapt ettiği çamura bulanmış caddeler-sokaklar-araziler, sulara kapılmış bata çıka sürüklenen otomobiller...

Bütün bu görüntülere rağmen ülkenin iç kısımlarında can kaybının olmadığı, erken uyarı sistemlerinin devreye girdiği, binaların birbirinin üzerine yıkılmadığı, insanların paniğe kapılmadığı, herkesin ne yapacağını bildiği bir ‘ders almışlar ve eğitilmişler ülkesi’ izliyoruz ekranlardan.

On binlerle ifade edilen esas can kayıplarıysa tsunami sonucunda dev dalgaların önüne gelen her şeyi yıkıp geçmesinden mütevellit. Tsunami; deniz kıyısında kurulmuş olan Fukuşima nükleer reaktörlerindeki soğutma sistemlerinin durmasına da sebep oluyor ve reaktörlerde patlamalar gerçekleşiyor. Deprem sonucu ülkenin güneybatısında da bir volkan tekrar taş ve kül püskürtmeye başlıyor. Zincirleme bir felaketler tragedyası sanki.

Bizim ülkemizde bu şiddette bir depremin sonuçlarını hayal etmek hiç de zor değil. Deprem sonrası ‘dümdüz ve bomboş bir ülke’ demek çok mu abartılı olur acaba?

Hangimiz deprem anında ne yapacağımızı biliyoruz sizce? 

Bütün izlediklerime, bütün okuyup öğrendiklerime rağmen en ufak bir sarsıntıda gidip bir kiriş altında ya da bir kapı pervazında duruyorum. 99’ depreminden sonra uzunca bir süre deprem çantam arabanın arkasında gezdi, daha sonra arabanın arkasından eve çıktı, bir zaman evde bir köşede bekledi, daha sonra da boşaltıldı, yok oldu gitti.

Ağaç yaşken eğilir misali böyle şeylerin çocuklukta öğrenilmesi gerekiyor demek ki. Çünkü insan bu durumlarda ilk ne öğrenmişse bilinçsizce yine öyle davranıyor. 

Bizim gibi depremle iç içe yaşayan ülkelerin eğitim  müfredatlarına acil durumlarda nasıl davranılacağının öğretildiği dersler konulmalı. Bu durumlarda paniğin ve karmaşanın da en az felaketin kendisi kadar tehlikeli olacağının, sükûnetin ve  kurallara uymanın can kurtaracağının iyice belletilmeli.

Yoksa Ankara'nın Altındağ ilçesindeki bir ilköğretim okulunda yapılan deprem tatbikatı sırasındaki gibi, dışarıya çıkmak isteyen öğrencilerden birinin düşmesiyle, bu öğrenciye takılarak üst üste düşen 15 öğrenci yüzünden o 15 öğrencinin de hastanelik olması kaçınılmaz olur.

Japonya depreminde camdan dışarıya atlayarak depremden kaçan kişinin Türk olması da bu depremde bize özel bir anı olarak kaldı. 

Telâşeci ve kural tanımaz yanlarımızla nevi şahsına münhasır ama acilen ‘acil durum’ bilgilendirmelerine muhtaç bir milletiz. 

15 Mart 2011


11 Mart 2011 Cuma

Düşünceler

Hiç değişmeyen yasaklarımız son hızla yasaklanmaya devam ediyor. Yazmak yasak, düşünmek yasak, hele hele de ‘yasak düşünceler'i yazmak küllüm yasak...
Yani belli bir kalıbın dışında olan her şey yasak.
Hadi yazmak-çizmek engellendi. Ya düşünmek nasıl engellenecek? En derin hücrelere dahi atılsa kimin ne düşüneceği nasıl yönlendirilecek?
İnsanların beyinlerinin içine mi girilecek? Beyinleri mi boşaltılacak? Yerine yeni beyinler mi yerleştirilecek, ne yapılacak?
Şu dünyada milyarlarca kişinin aynı şeyi düşünmesi mümkün müdür Allah aşkına? Hem o zaman ne tadı kalırdı hayatın.
İnsan farklılıklarıyla zenginlik katmıyor mu yaşadığı dünyaya? İlla ki baskıcı ve dayatmacı olup insanları tek tipe indirmek midir başarı?
Üstelik ‘bizim gibi düşünüyor' sandığınız insanların ne kadar ‘sizin gibi düşünüyor' olduğunu nereden bileceksiniz? Dışları sizin gibidir belki ama düşüncelerine ulaşamadığınız için içlerinde kimin ‘kim gibi' olduğunu asla bilemezsiniz?
Ki dayatmacı toplumlarda kendini ortaya çıkartmadan saman altından su yürütüp işlerini halleden insanlar türer.
Can korkusuyla hayatta kalabilmek için "-mış" gibi yaparlar. Hâttâ esas korkulması gerekenler de bence onlardır. Dürüstçe fikirlerini söyleyenlerden niye korkulsun ki?
İnsan gittiği yoldan eminse, kendisine yapılacak bütün saldırılara geçtiği yollarda bıraktıklarıyla cevap verir. Arka sokaklara sapan, oralarda dolanan, oraların karanlığına bulananlar içinse korkmak elbette ki çok doğal bir duygu.
O zaman da gizlenmesi gerekenlerin ortaya çıkmaması için çevreye korku salmak başvurulacak en iyi yol. Tamam da, çözüm değil.
Sorarım size bugüne kadar hangi sistem korkutarak ve sindirerek devamlılığını sağlamış?
Ben bunu baskıcı aile babalarının evde kurdukları düzene benzetirim. Hani onlar hep kendi dediklerini yaptırırlar, hep korkuturlar, bağırırlar, şiddet uygularlar, evin içinde her kim varsa hepsini sindirirler ya. Çevrelerindekiler de korkudan ses çıkartamazlar.
Konuşamadıkları, düşündüklerini söyleyemedikleri için de içten içe büyük bir nefret biriktirmeye başlarlar.
Zaman içinde ya o korkuya isyan edercesine en olmayacak işlere kalkışırlar, ya da korkutulamayacakları günü beklerler.
O gün geldiğinde 'Kurt kocayınca köpeğin maskarası olur' lâfındaki gibi ne sadakat kalır ortada, ne de itaat.
Hepsi yerle bir olur gider.
Hem; hangi insan, hangi düşünce kusursuzdur? İlla ki birileri diğerlerinin düşüncesinden farklıdır, diğerini beğenmiyordur. Herkesi memnun etmek mümkün değil elbette ama düşünce farklılıklarına ilişmeden, yapılan hizmetlerle memnuniyetsizlerin sayısını en aza indirmek de eline güç verilmişlerin vazifesi değil midir?
Görüşlerin farklılığı başka şey, yanlış yapmak başka şey. Bambaşka görüşlerle dop doğru işler yapılabilir. Sonuç itibariyle herkes devletin bekası için vazife başında. Ha o görüşle, ha bu görüşle. Devletin ve o devletin bütün halkının çıkarları gözetilmeyecekse gözetilecek olan nedir? Başka millet insanlarının menfaatleri mi?
Zaman zaman da garipleşiyoruz. Bir bakıyoruz düşüncelerinden dolayı memleketten sürdüğümüz insan gün gelmiş kahraman olmuş. Caddelere sokaklara adı verilmiş. Bir bakıyoruz işi kötü düşünmekten çıkartıp kötü icraata dökmüş kişi elini kolunu sallayarak dışarılarda gezmekte. İnsan ‘bu ne perhiz bu ne lahana turşusu' demekten kendini alamıyor.
Hepimiz kusursuz olduğumuzu düşünüyoruz.  Hatalarımızı kabul edemiyoruz.
Söylenenlere kulaklarımızı kapatıyoruz.
Oysa insanız, programlanmış yapay yaratıklar değiliz.
Hatalarımızdan ders alarak doğruyu buluyoruz. Yeter ki bulmak isteyelim.
Eleştiriler olduğu zaman esasen eleştirene değil de, eleştirilecek durumlar yarattığımız için kendimize kızıyoruz belki. Galiba kendimize olan bu kızgınlığımız karşı tarafa yansıyıp şiddete dönüşüyor. İçimizde büyüyen bu öfkeyle elimizdeki kılıcı rast gele sallayıp önümüze ne gelirse kılıçtan geçiriyoruz.
Sağ kalanlar bizi ne kadar memnun ediyor. Yalandan alkışlar, yalandan onaylanmalar. Geceleri yatağımıza yattığımıza 'Aman Allahım, ben ne kadar başarılıyım, ne kadar muhteşemim!' mi diyoruz acaba? Bunun kendimizi kandırmaktan öte bir şey olmadığını bilmezden mi geliyoruz.
Bazen 'Kral çıplak!' diyenlere de kulak vermek gerek. Hele de bu cümleyi seslendirenlerin sayısı gittikçe fazlalaşıyorsa, o sesleri susturmak yerine o seslere biraz kulak vermek daha akıllıca değil mi?
Alkışlar insanın hazzınızı arttırır ama bilgiyi arttıran eleştiriler değil midir?
Yapıcı eleştiriler her zaman samimidir, dosttur, insana doğruyu buldurur. Gereksiz eleştirilerse gizli kıskançlıklardır. Hangisinin yapıcı, hangisinin yıkıcı olduğunu nasıl ayırt edebileceğimiz de artık bizim hislerimize ve mantığımıza kalmış.
Şu dünyada eşit dağıtılıp dağıtılmadığından şikayet edilmeyen tek bir konu var; o da AKIL. Herkes kendi aklından o kadar memnun ki; hani akıl olup pazarda satılacak olsa herkes yine kendi aklını alır.
Akıllı insan kendi aklını kullanırken, daha akıllı insan başkalarının da aklını kullanmayı bilir. Başka akıllara da kıymet verir. İşte gerçek başarıya en yakın insan da o insandır.

8 Mart 2011 Salı

Bugün kutlayacaksınız, ya yarın?

Bugün "8 Mart Dünya Kadınlar Günü"
Kutlayacak mıyız yine?
Ya da neyi kutlayacağız? Mesela Son 7 ayda 246 kadının öte tarafa "yollanmasını" mı? (Türkiye'de yılda kaç kadın öldürüldüğü sayacı durmaksızın işliyor. Yıl yıl rakamları görmek istiyorsanız, buradan bakabilirsiniz.)
'7 ayda 246 kadın cinayeti' cümlesi sonunda herkesi darmadağın etti bıraktı.
Okur-yazar-çizer her kim varsa isyanlarda. Daha önce de bu cinayetler tartışılırdı ama sanki bu kez bir başka.
İyi oldu da birisi bu rakamı yüzümüze tokat gibi indirdi, şöyle bir silkelendik. Bu cümlenin telaffuzunun üzerinden henüz bir ay geçmedi, yedi ay bitip sekizinci ay dolmadı, yani zaman sayacı numarayı devşirmedi ama öldürülen kadın sayısının sayacı durmaksızın dönüyor. Belki de 250'yi buldu. Belki de geçti.
Tepesinin attığı her anda, hemen oracıkta bir kadını katledebiliyor hale geldi insanlar.
Kardeşi de olsa, evladı da olsa, karısı da olsa fark etmiyor. Fiziksel üstünlüğünü kullanıp hakkından geliveriyor.
Biz çocukken böyle şeyler bilmezdik, duymazdık. Bizim köyümüzde de kasabamızda da böyle şeyler yaşanmazdı. Erkek çocuklara biraz daha özel davranılsa da kızlar asla aşağılanmazdı. Bir kez bile böyle bir şey ihsas ettirilmeden büyüdük.
Büyüdükçe de okuduğumuz kitaplarda, izlediğimiz filmlerde Töre'yi gördük, Berdel'i gördük. Başlık Parası'nı az da olsa duyardık da diğerlerinden bihaberdik.
Meğer bizim bilmediğimiz ellerde kadınlar mal misâli alınır satılırmış. Meğer onlar ailelerinin geçim kaynağıymış. Para karşılığı evlendirilen kızın başına evlenmezden önce bir hâl gelirse o kız artık  'bozuk' mal olacağından satıcısının elinde kalan, bundan sonra artık boşu boşuna beslenmemesi gereken, bir an önce ortadan kaldırılması vacip olan bir fazlalıkmış.
Hani Kurban Bayramı'nda satılması için davar yetiştirilir ya, meğer o kızlar da aynen öyle satılmak için yetiştirilirlermiş.
Madem oralarda yaşayan herkes bunu bilir, o zaman bile bile niçin çevresindeki kadınların başına böyle bir 'hâl' getirebilir. Kendi nefsine yenik düşmenin bedelini bir kadının hayatıyla ödemesine nasıl razı gelebilir.
Can yakanın can korkusu olmadığı için belki de. Nasılsa bu durumda hesabı ödeyecek olan kendisi değildir. Hesap kesilir, 'bozuk' mal bir şekilde ortadan kaldırılır, her şey örtbas edilir. Kimse bilmez, kimse görmez, duymaz, konuşmaz.
Peki oralarda töre var da, buralarda ne var?
Değişen hayat şartları neticesinde kadının da dışarıya adım atmasıyla güç dengeleri sarsılan hayatlar mı var? Hakim olmaya alışmış erkeğin el mahkûm kaybettiği bu hakimiyetinin yarattığı arada kalmışlık mı var? Hem eşinin çalışmasına muhtaç, hem de bunu hazmedemeyen; hem akıllı ve güzel kadın isteyen, hem de eskiden kalma kodlanmış bilgileri ile bunu hazmedemeyen erkekler mi var?
Ellerine güç geçen kadınların anneleri gibi ezilmemek adına ezmeyi tercih eden, hükmedici ve baskın tutumları mı var?
İlla ki eşlerden birisinin ezen diğerinin de ezilen olması gerekiyormuş gibi bir düzen kurulmuş sanki. Hayatı paylaşırken yan yana yürüyebilmek çok mu zor?
Birbirlerinin rızasıyla ve hoşgörüsüyle zaman zaman bir adım geride durmak, zaman zaman bir adım öne çıkmak çok mu zor?
Geride kalmayı zayıflık, öne çıkmayı da güçlülük olarak gördüğümüz sürece elbette ki çok zor.
Artık bu cinayetler çok yakınımızda. Üniversitede okuyan gencecik kızımızda, hayatını idame ettirebilmek için çalışan kadınımızda, şehrimizde, mahallemizde, hâttâ belki komşumuzda.
Bir can yetiştirmenin ne demek olduğunu bilmeyen, insanî vasıflardan uzak, merhametsiz ve kontrolsüz insanların sebep olduğu, nedenleri sudan ucuz cinayetler hepsi de.
Bizi korumak için yaptıklarını söylerler bir de. Babalar, ağabeyler, eşler hep bizim namusumuzun bekçileridir. Biz kendimizi koruyamayız ya, onlara muhtacızdır.
Peki bizi kimlerden korumak isterler? Meçhul yaratıklardan mı? Yoo, sadece kendileri gibi erkeklerden. Bilirler ki hiçbirisi masum değildir.
Bir de; yanlarındaki kadına yapılan her davranışı kendilerine yapılmış gibi algıladıklarından, sadece kendi egolarını korumak adına bu kadar agresifleşirler. Kadını korumak dedikleri tam da budur işte. Kadının gördüğü zarar zerre kadar umurlarında değildir. Yoksa koruyoruz dedikleri kadınlara en büyük zararları kendileri vermezlerdi.
Biz her zaman klişe bir şekilde Avrupalı kadınlardan önce seçme ve seçilme hakkına kavuşmamızla gurur duyarız değil mi? Duyarız da; evden çıkıp sandığa gitmezden evvel kocasının istediği partiye oy vermesi için Kuran'a el bastırılan kadınları görmezden geliriz.
Hayatın her alanında ayaklarına dolanan kadınları oyunun dışına itmek için cinselliklerine ve özel hayatlarına olmadık iftiralar atan erkeklerimize en büyük alkışı yine biz kadınlar tutarız.
Hiç aklınıza gelmez mi; anne karnına düştüğümüz anda hangi cinsiyette olmak istediğimiz bize mi soruldu diye. Kimler erkek olmak istedi? Ya da kimler dişi?
Ne cinsiyetimiz soruldu ne de hangi bedende yaşayacağımız.
Hem biz kimiz ki yaratanın gücüne ve tercihine karşı geliyoruz? Biz kimiz ki oğlan doğurmaktan övünüp kız doğurmaktan utanıyoruz?
Sadece DİŞİ doğduğumuz için yerin dibine gömmeyin bizi. Ya da sadece ERKEK olduğunuz için üstün olduğunuzu düşünmeyin.
En önemlisi de; hayatın içinde saygın bir biçimde var olabilmek için bizi erkekleşmek zorunda bırakmayın.
Erkek erkeğe sohbetler güzeldir de, kadınların olmadığı erkek erkeğe bir dünyada da yaşamak istemezdiniz herhalde değil mi?

1 Mart 2011 Salı

Eğitim şart...

Eğitim şart denilince aklımıza hemen sıra sıra dizilmiş diplomalar gelir nedense.
Eğitim olgusunu diplomayla bu kadar özdeşleştirince bol diplomalı ama eğitimsiz bir toplum olduk sanki biraz.
Eğitim ve öğretim yılının pek çok tartışmalarla başladığı şu sıralarda okula başlayan çocukların öğretim kadar eğitim de almaları gerekliliğini göz ardı edip, çocukları sadece sınav sistemine hazırlarsak olacağı budur...
Oysa bir çocuğun okuma-yazma öğrenmek kadar doğru davranışlar öğrenmeye de ihtiyacı vardır. Ki bunlar genellikle çevrelerindeki kişilerin davranışlarıyla doğru orantılıdır.
En iyi nasihat iyi örnek olmaktır demezler mi...
Duvarlara asılan diplomalar doğru davranışlarla perçinlenemedikten sonra iş-meslek-para üçlüsünden öte gidemiyor ne yazık ki.

Ha, bu cümlelere bakarak diploma gereksizdir ya da önemsizdir dediğim anlaşılmasın sakın. Haşa..!
Bir konuda uzmanlaşmış ve yetkinleşmiş olmanın belgesidir diploma. Toplumun da uzman ve yetkin kişilere ziyadesiyle ihtiyacı vardır.
Doktoru, mühendisi, mimarı, dişçisi, avukatı ve sayamayacağım kadar çok meslek sahibi insanı olmadan bir ülkenin ayakta kalması düşünülemez.
Üstelik o diplomaların o duvarlara kolay asılmadığını da biliyoruz.
Benim dediğim başka bir şey.
Benim dediğim nefis terbiyesi, empati, merhamet, vicdan, sevgi ve saygı. Bunlar da doğumla birlikte ilk olarak ailede öğrenilmeye başlayan, sonra da toplum içinde devam eden uzun bir öğrenme sürecinin olmazsa olmazları.
Hatırlayın bir; hani çocukken bizi bakkala yollarlardı da dönerken paranın artanını eve eksiksiz getirir, evdekilerin izni olmadan canımızın çektiği bir şeyi almazdık.
Hani yolda gördüğümüz parayı alıp cebimize atmaz, bunu yaparsak bulduğumuzdan fazlasını kaybedeceğimize inanırdık.
Hani yere düşen ekmek parçasını yerden alıp üç kez öpüp-üç kez başımıza koyar, üzerine basıp geçmezdik. Nimet derdik.
Öğretmenlerimiz bir yandan, ailemiz bir yandan toplum içinde nasıl davranmamız gerektiğini kâh örnek olarak, kâh örnek vererek bizlere anlatır, bizleri nakış gibi işlerlerdi.
Çevremizdeki insanların minik minik dokunuşlarıyla şekillenen karakterimiz, bu sayede önemsediğimiz değerlerin ilk sırasına insan olabilmeyi yerleştirmiştir.

Önce kendisi eğitilmemiş bir aile çocuklarına ilk örneği teşkil eder ve onların olumsuz davranışlarının kaynağı olur. Çünkü çocuk gördüğünü yapar, doğru mu yanlış mı ayırt edemez.
Önce kendisi eğitilmemiş ve öğrencileriyle iletişim kuramayan bir öğretmen -bilgisi ne kadar fazla olursa olsun- bildiklerini öğrencilerine aktaramadığından dolayı kimselere fayda etmez. Hâttâ bu iletişimsizlik sayesinde çocuk o dersten ürker ve soğur. Hâttâ belki bu ürkeklik ve soğukluk çocuğun geleceğine ket vurur.
Öğrencilerini evlatları gibi gören öğretmenlerin öğrencileriyle kurdukları bağ ise üzerinden yıllar geçse dahi hiç unutulmaz, hep aynı tazelikte kalır.

Ben'ce çocuklar önce evde, sonra da okulda tutarlı ve sevgi dolu davranışlarla sarıp sarmalanıyorlarsa, işte gerçek eğitim budur.
Ve şart olan da bu eğitimdir.
Bu sağlam temelin üzerine konulacak her bilgi taşı ile de toplum gittikçe yukarılara taşınacaktır...