Birkaç gün önce kar-buz derken bu hafta başı bir anda bahar geliverdi. Kar botlarından parmak arası sandaletlere geçilebilecek kadar sıcak bir hava peydah oldu. Hava tekrar ‘mevsim normalleri'ne döner mi, yoksa mevsimin normali bu mudur önümüzdeki günler gösterecek. Bir bakmışız bugün sağanak bir yağmur başlamış.
Son senelerde mevsimlerin de rutini bozuldu. Bir hafta içerisinde art arda dört mevsim yaşayabiliyoruz. Bu garipliklerin tek suçlusuysa 'küresel ısınma'.
Sayemizde ne ozon tabakası kaldı ne de temiz bir hava. Çok şükür sonunda dünyanın dengesini bozmayı başardık.
Yazı ya da kışı sevmeyen vardır da baharı sevmeyen kimse yoktur sanki. Herkes baharın gelmesini bekler.
Baharın gelmesiyle kışın soğuk ve kasvetli günlerinden bunalan insanların önünde yepyeni bir dünya canlanır.
Baharın gelmesiyle kışın soğuk ve kasvetli günlerinden bunalan insanların önünde yepyeni bir dünya canlanır.
Cemreler düşer sırayla. Havaya, toprağa ve suya. Önce hava ısınır, ısınan hava toprağı ısıtır ve en son da denizleri.
Ağaçlar minik minik yeşermeye başlar. Kış gelince yaprağını döküp uykuya dalan ne kadar nebatat varsa hepsi uyanır, doğa renklendikçe renklenir. Yeşilin bin bir tonuyla birlikte bahar kokusu da duyulmaya başlar. Tarifsiz bir kokudur bu. Çimen mi, çiçek tozu mu, toprak mı, hangisi böyle güzel kokuyor diye ayırt edemez insan.
Belki de hepsinin karışımıdır içimizi mutlulukla dolduran bu koku. Kuş sesleri duyulmaya başlar yavaş yavaş. Bazen sabaha karşı olan o derin sessizlikte bir tek kuşun ötüşü duyulur, bazen de bir ağacın dallarının arasından yüzlercesinin cıvıldaşması.
Guguk kuşlarının sakin, serçelerin telâşlı, kargaların da bitmek bilmez tehditkâr ötüşlerini duyarız. Dünyayı onlarla da paylaşıyoruzdur ya, bunu bize sürekli hatırlatır dururlar.
Manava yeşil erik gelir, çağla gelir. Pazarlar zenginleşmeye başlar. Baharlık kıyafetlerin giyilmesiyle sokaklarda da bir renklilik, bir neşe, bir canlılık göze çarpar.
Evlere sığmayız, kabımıza sığmayız. Kapalı yerlerden ziyade açık alanlar daha caziptir. Mis gibi kokan o bahar kokusunu içimize çekmek, hafifçe yakan güneşe yüzümüzü dönmek isteriz.
Esentepe Mahallesi'nin kaldırımlarının olup da kendisinin henüz olmadığı zamanlarda,
Esentepe'den Çamlık'a gitmek bizim için baharın gelmesinin en büyük etkinliğiydi. Daha büyüdüğümüz dönemlerdeyse öğretmen-lerimizle birlikte mezarlığın arkasından dolanarak giderdik Çamlık'a. Lisemiz evlerin ortasında kalmamıştı o zamanlar. Etrafı papatyalarla, gelinciklerle doluydu. Sakin bir boşluğun ortasında görürdük derslerimizi.
Her yer yemyeşildi. Okulun bitmesine yakın zamanlarda iyice coşan çiçeklerin arasında poz poz fotoğraflar çektirir, kendi kendimize eğlenirdik. Çocuktuk, gençtik, bizim için her şeyin eğlenceye dönüşmesi kaçınılmazdı.
Biz de hayatımızın baharını yaşıyorduk. Biz de doğa gibi yeni yeni uyanıyorduk.
Dünyayı şimdi de biz keşfediyorduk. Yarım yamalak fikirlerimizle her şeye ahkâm kesiyorduk, boyumuzdan büyük lâflar ediyorduk.
Şu büyümüş halimle sokaklarda neşe içinde gezinen gençleri görünce 'Ne kadar güzel çağlarında olduklarının farkındalar mı acaba?' diye düşünmeden edemiyorum.
Yaşarken anlaşılamayan ancak üzerinden zaman geçtikten sonra fark edilen bir şey bu gençlik. Yoksa insan niye geçmişini bu kadar özlemle yâd etsin ki?
Özlenen her zaman gençlik değil midir?
Sıkıcı geçen kış günlerini atlatıp taptaze baharı görmeden ölmek istemez insan.
İstemez de, kimseye de sorulmaz ne zaman ölmek istersin diye. Bazıları erer bahara bazıları eremez, göçüp gider. Kaç bahar gördüyse ömrünce, hepsini alır götürür kendisiyle.
Ya bizim önümüzde yaşayacağımız kaç bahar var? Belki on, belki bir, belki hiç…
Doğan her güne hayatımızın ilk günü gibi başlayıp, o günü hayatımızın son günü gibi yaşayabilsek keşke. Ertesi gün yeniden yeni bir güne doğsak. Yine, yeni, yeniden yaşasak o günü de. Günleri birbirine ekleyip ömürler devirsek neşeyle.
Dolu dolu yaşadığımız hayattan ayrılırken gözümüz arkada kalmasa. Ruhumuz doymuş olarak bıraksak yerimizi bizden sonrakilere.
-Olamaz mı?
-Olabilir…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder