28 Temmuz 2019 Pazar

Dersimiz Arkeoloji

İnsan her konuyu bilmiyor. Haliyle bilmediği bir konunun da cahili oluyor. Lakin bilmediklerini öğrenmeye çalışıyorsa o konudaki cahilliğini üzerinden atıyor.
Cehalet ise, "Ben tamamım, oldum!" demekle başlıyor.
Oysa hiçbir zaman tamam olunmuyor. 
Öğrenmeye kapalı bir akıl, hiçbir zaman tamam olunmayacağını bile bile yapılan "öğrenme" yolculuğunu anlamıyor. Oradaki hazzı hiç yaşamadığı için bilmiyor. 

Siz her şeyi hiç emek vermeden, hiç yaşamadan öğrenmiş ve her şeyi biliyor olarak doğmak ister miydiniz bilmem ama ben her şeyi doğuştan bilmeyi ve bu hazdan mahrum kalmayı hiç istemezdim
Gazeteciliğin beni heyecanlandıran ve hazzın doruklarına çıkartan yanı da işte bu sonsuz "öğrenme" yolculuğu.
Önce öğrenen, sonra da öğrendiklerini paylaşan yapması, beni her yeni konu ile yeni baştan yaratması, bana yepyeni denizlerde kulaç attırması, o denizlerin derinlerine çekmesi, o denizden çıkarken beni adeta görünmez bir katmanla kaplaması.


Yazan bir kişinin bilmediği bir konu hakkında yazarken kulaktan dolma bilgiler ile çala kalem yazı yazması çok acı. Malum, günümüz teknolojisinde bilgiye ulaşmak bir "tık" ile çok kolay. Lakin o mecrada da her yazılan doğru değil. Bir kişinin yanlış bilgi girmesi ile o yanlış bilgi "biz trollerin" elinde bir anda çığ gibi büyüyebiliyor ve doğru kabul edilir hale geliyor. 
O bilginin doğruluğunu teyit edebilmek için "araştıran-soran-şüphe eden" bir yaklaşıma ihtiyaç var.
Öğrenilenleri yorumlayabilmek için gerekli olan ise, "görünmez katmanların çokluğu ve çok yönlü bakış açısı"...

Dersimiz Arkeoloji
Bu yazımda arkeoloji ile ilgili yazı yazarken ya da haber yaparken nelere dikkat edilmesi gerektiğini öğrendiğim bir programdan söz edeceğim size. 
Aktopraklık Arkeoloji Okulu'nda gerçekleşen basın bilgilendirmesi buluşması SARAT Projesi kapsamında bir buluşmaydı. Daha önce İzmir ve Antalya'da gerçekleştirilen Arkeoloji Haberciliği Atölyesi'ni görerek kendilerini Bursa'ya davet eden Bursa Kent Konseyi Genel Sekreteri Murat Başlar vesilesi ile üçüncü buluşma Bursa'da yapıldı. Bu buluşmaya katılan akademisyenler arkeoloji haberlerinde olası yanlışlar üzerine gazetecileri bilgilendirirken, gazeteciler de doğruyu ararken karşılaştıkları sıkıntıları anlattılar kendilerine.
Proje Koordinatörü Gül Pulhan SARAT Projesini, Medya Uzmanı Nur Banu Kocaaslan da medya dilini anlattılar önce. 
Gül Pulhan
Nur Banu Kocaaslan
Daha sonra İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümü Öğretim Üyesi ve Aktopraklık Höyüğü Kazı Grubu Başkanı Prof. Dr. Necmi Karul "Aktopraklık" çalışmasını ve "Arkeolojinin Toplumsallaşması"nı, Koç Üniversitesi İnsani Bilimler ve Edebiyat Fakültesi Arkeoloji ve Sanat Tarihi Bölümü Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Rana Özbal da "Barcın Höyüğü" çalışmasını anlattı.
Prof. Dr. Necmi Karul
Yrd. Doç. Dr. Rana Özbal
Uludağ Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümü ve Arkeologlar Derneği Bursa Şubesi Başkanı Prof. Dr. Mustafa Şahin ise Bursa ve çevresindeki arkeolojik alanları ve yaşanan talanları anlatırken, insanların kültür mirasları ile "gurur duymaları" gerektiğinin altını özellikle çizdi.
Prof. Dr. Mustafa Şahin
SARAT Projesi nedir?
Türkiye'nin arkeolojik varlıklarının korunması için bilgi, kapasite ve farkındalık artırmak amacıyla yola çıkan SARAT Projesi, bu hedef doğrultusunda çeşitli eğitim ve araştırmaları hayata geçiriyor. 
SARAT, Ankara İngiliz Arkeoloji Enstitüsü (BIAA) başkanlığında yürütülen bir proje ve proje ortakları olan Koç Üniversitesi Anadolu Medeniyetleri Araştırma Merkezi (ANAMED) ile Uluslararası Müzeler Konseyi İngiltere Şubesi (ICOM UK)  ile birlikte çalışılıyor. 
SARAT Projesi, British Council ve İngiltere Dijital, Kültür, Medya ve Spor Bakanlığı'nın yönetimindeki Kültürel Koruma Fonu (The Cultural Protection Fund- CPL-O69-16) tarafından finanse ediliyor.

Neler yapıyorlar?
Online Eğitim ile arkeolojik varlıkların korunması ve kurtarılmasında dünyadaki güncel yöntemlerle donanım ve pratik beceriler kazandırmayı hedefliyorlar. (Arkeolojik Varlıkların Korunması ve Kurtarılması Online Serifika Programı'nda şimdiye dek 2152 kişi sertifika almış.)
"Toplumun Arkeolojiyle İlişkisi" üzerine Türkiye'de ülke çapında yapılan ilk Kamuoyu Araştırması ile, Mayıs 2018'de Türkiye çapında bir kamuoyu araştırması gerçekleştirilmiş. KONDA Araştırma Şirketi'nin yürüttüğü kamuoyu araştırması kapsamında Türkiye'nin tüm bölgelerinde 29 il ve 103 ilçeye gidilerek ülke genelinde 3601 kişiyle yüz yüze görüşmeler yapılmış. 
Kamuoyu araştırması sonucu ne çıkmış derseniz, "Arkeolojiye karşı düşmanlık yok, ilgi çok, bilgi az!".
Atölyeler ile Gazetecilerle Arkeoloji Haberciliği Atölyeleri yapıyorlar ve gazeteciler için derledikleri "Gazeteciler İçin Arkeolojik Terimler ve Faydalı Bilgiler El Kitabı"nı hem basılı, hem de dijital olarak kişilere ulaştırıyorlar.
Duyurular ile arkeoloji üzerine yapılan ve yapılacak çalışmalar duyuruluyor.
Eski eser koleksiyonerleri ile görüşmeler yapılıyor.

"Korumak yetmez, kıymet vermek lazım"
Medeniyetler Beşiği Anadolu üzerinden çağlar boyu geçen kim bilir kaç medeniyetin izleri kâh toprak altında yaşamaya devam edip, kâh yer yüzüne çıkartılırken çıkanları (kıymet bilmeyenlerden) korumak zor oluyor haliyle. Ülkenin kültür mirası olan tarihi eserleri ya önemsemeyip bu kıymeti görmezden gelmek ya da kıymeti ederi üzerinden hesap etmek koruyamamanın en önemli sebebi.

Gazetecilerle Arkeoloji Haberciliği Atölyesi

Bizi ilgilendiren çalışma işte bu. Arkeolojik haberlerde medyanın daha nitelikli işlere imza atabilmesi yolunda bilgilendirilmesi gerektiğini düşünerek, "Gazetecilerle Arkeoloji Haberciliği Atölyeleri" düzenliyorlar. Toplumun arkeolojiyle ilişkisi, bilgi düzeyi ve duyarlılığının artırılmasında medyaya büyük pay düşüyor. Bilinen yanlışların önüne geçebilmekte, arkeolojik talan ve definecilikle mücadelede, eski uygarlıkların tarihini anlamak ve yaşanılan yerlerdeki kültürel miras alanlarıyla ilişki kurmakta medyanın gücü yadsınamaz.
Fakat bu konuda çok eksiğimiz ve doğru bildiğimiz çok yanlış var. Atölyelerin amacı da eksikleri gidermek ve yanlışlara dikkat çekmek.
Temel bilgiler eksiği için hazırlanan Gazeteciler İçin Arkeolojik Terimler ve Faydalı Bilgiler El Kitabı'nda A'dan Z'ye Terimler, Tarih Öncesi ve Tarihi Çağlar, Dönemler ve Uygarlıklar basitçe anlatılmış, arkeolojik bilgiler en sade haliyle verilmiş. 

Çanak - Çömlek'ten daha fazlası
Arkeoloji, Eski Yunanca arkhaios (eski) ve logos (bilim) kelimelerinin birleşiminden türemiştir. Kelime manasıyla "eskinin ilmi" anlamına gelir. Arkeoloji geçmiş insan deneyimlerini maddi kültür kalıntılarına
dayanarak inceleyen bilim dalıdır. İnsanlar nasıl sosyal gruplar halinde organize oldular, doğal çevreleriyle ilişkileri neydi, ne yediler, ne yaptılar ve neye inandılar, nasıl ilişki kurdular ve yarattıkları toplumlar neden değişti gibi soruların yanıtların arar. Arkeologların bulduğu nesneler bize doğrudan bir şey anlatmazlar, bunlardan anlam çıkaran, arkeologların bilimsel çalışmalarıdır. Arkeoloji, jeoloji, antropoloji, filoloji, sanat tarihi gibi birçok yardımcı bilim dallarından yararlanır ve radyokarbon tarihlenmesinden gıda artıklarının incelenmesine ve DNA analizlerine kadar uzanan çok çeşitli bilimsel teknik yöntemleri kullanır.

Define'den daha fazlası
Define kavramının tanımı Medeni Kanun'da şöyle yapılır: "Bulunmalarından çok zaman önce gömülmüş veya saklanmış olduğu ve duruma göre artık malikinin bulunmadığı kesin olarak anlaşılan değerli şeyler, define sayılır."
Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu'nun, 6’ıncı maddesine göre "korunması gereken taşınmaz kültür ve tabiat varlıkları"nda, başka bir ifadeyle "arkeolojik ya da tarihi olduğu tescilli ya da bilinen yerlerde" define aranamaz.
Ancak, yasal sınırlar içinde çok sıkı şartlara bağlı olan ruhsatlı definecilik, kaçak olarak yapıldığında kültürel mirasın en büyük düşmanlarından biri oluyor. 
Amacı dedektör satmak olan bir dernekleri bile var. Üstelik şimdiye kadar bulunan/bulunduğu duyulan bir define de yok. Ama yurt dışına kaçırılan ya da tahrip edilen kültür hazinesi çok.

Medya arkeolojinin neresinde?
Arkeoloji denince ne anlıyoruz? Nasıl bilgi sahibi oluyoruz? Medya bunun neresinde?
Kaçakçılık ve definecilik haberleri nasıl yazılmalı? Arkeologlar ne düşünüyor?
Restorasyon haberlerine nasıl yaklaşılmalı?
Arkeoloji sadece güzel görünümlü eserlerden mi ibaret?
Arkeoloji haberlerini nasıl ilgi çekici hale getirebiliriz?
Piyasa değeri nasıl hesaplanıyor?
Medya nasıl tutum almalı?
Gazetecilere Öneriler
* Eser odaklı bakmayın, yöntem odaklı bakın.
* Defineciler arkeologların alternatifi değildir.
* "Arkeologlar tepkili!" söylemi sadece arkeologların meselesi olmamalı.
* "Altın avcıları", "Tektekçilik" söylemi çok yaygın ama durumu açıklamıyor.
* Haberlerinizde tarihi eser ve ören yerlerine zarar vermenin cezai yaptırımlarından bahsedin.
* Definecilik, dolandırıcılıkta kullanılan başlıca yöntemlerden biri. 
* Haberinizde mutlaka arkeologlardan ve bilimsel heyetlerden görüş alın. 
* Restorasyon haberlerinde "doğru uzmandan" görüş alın. 
* Kurumsal görüş için ICOMOS, Europa Nostra, Arkeologlar Derneği'ne başvurun.
* Haberi ilgili meslek görüşleriyle zenginleştirin. 
* Geçmiş örneklere bakın ancak bağlamları karıştırmayın.
* Sadece tık hedefi gütmeyin.
* Kültür Bakanlığı sitesi, müzeler, arkeolojik kazı siteleri, meclis soru önergeleri gibi verilerden yararlanın.
* Derlemeler yapın. Haberi sorularla yazın. Kesin hükümlü olmayın.
* Bölgenizi tanıyın.
* Bir tema etrafında düşünün, kaçak kazılar, üzerine az yazılmış arkeolojik alanlar, izlenim yazılarından yararlanın.
* Eser odaklı bakmayın, buluntulardan öğrenilenleri sorgulayın. 
* Piyasa değeri hesaplamasını (neye göre, kime göre?) bir kenara bırakarak  defineciliğe ve kaçakçılığa özendirici olmayın.
* "2300 yıllık İncil ele geçirildi" başlığını kullanırken zaman kavramını unutmayın. (İsa'nın doğumu "0" kabul ediliyorsa nasıl oluyor da bu İncil 2300 yıllık oluyor sorusunu sormayı akıl edin mesela.)
* Arkeologların bir gününü merak eden, Yenikapı kazılarından neler öğrendiğimizi derleyen, Göbeklitepe'yi kimlerin yaptığını sorgulayan ya da 2017'nin en önemli arkeolojik keşiflerini anlatan haberler gibi farklı bakış açısına sahip haberler üretin."
* Bugün hepimize verilen kitapçıkları kaldırıp bir tarafa atmayın. Kitapçık olmasa da SARAT'ın sayfasından dijital olarak tüm kaynaklara ulaşabileceğinizi unutmayın. 
SARAT Projesi ekibi ve Gazeteciler
Aktopraklık Arkeoloji Okulu'nda gerçekleşen toplantının ardından Necmi Hoca eşliğinde kısa bir Aktopraklık turu ile nihayetleniyor bugün. Son olarak bir fotoğraf karesinde buluşuyoruz topluca. 

Bir bireyden daha fazlası
Ülkesine, tarihine ve dünya tarihine karşı sorumluluk hisseden bir bireyden daha fazlası olarak, yazdığı ve konuştuğu ile tarihe kayıt bıraktığının farkına vararak, doğruyu ulaşıp, doğruyu doğru anlatarak mesleğinin hakkını veren gazeteci olmak çok da zor değil.  
Dünyanın sahibi değil, emanetçisi olarak bizlere düşen, milyarlarca yıldır var olan dünya ve insanlık tarihine merakla bakarken, milyarlarca yılın yaşanmışlığını ta derinlerde hissetmek.

Geçmiş - Gelecek
Geleceği mi yoksa geçmişi mi daha çok merak ediyorsun derseniz, geleceği derim. 
Geleceği mi yoksa geçmişi mi bilmek istersin derseniz, geçmişi derim.
Geçmişte yaşanmış bir gerçeklik var, gelecekte ise ihtimaller.
Ve "bugün", geçmişin geleceği ve geleceğin geçmişi.
Yürüyenler değişse de izler ve gizler ile dolu sonsuz bir yürüyüş bu.

"Bu yıldızlı gökler ne zaman başladı dönmeye, kimse bilmez..." der Hayyam,
"Bu garip insan evladı ne zaman başladı yürümeye, kimse bilmez..." diyerek bitirelim yazıyı biz de.

İlk insan kimdi, nasıl oldu ya da nasıl doğdu, doğduysa kimden doğdu, ilk insan onu da doğuran mıydı, yürümeden önce yüzüyor muydu, yoksa yıldız tozu muydu, bunu öğrenmek için kaç milyar yıl geriye gitmek lâzım?  
Ah, Zaman Makinesi de yapılmadı ki daha! 

Ben aklımda deli sorularım ile baş başa kalıyorum ve bu uzun yazıyı sabırla okuduğunuz için hepinize içtenlikle teşekkür ediyorum...

28 Temmuz 2019 / C.E.Y.

21 Temmuz 2019 Pazar

Bir "30 Ağustos" Hadisesi

Bursa Büyükşehir Belediye Başkanı Alinur Aktaş, belediye meclisinde 30 Ağustos Zafer Bayramı'nda toplu taşıma araçlarının ücretsiz olmasını isteyen üyelere "30 Ağustos halkın genelini ilgilendiren bir bayram değildir." dedi. 
Meclis toplantısının video kaydı sosyal medyaya düştükten sonra da şöyle bir basın bildirisi yayınladı.
"30 Ağustos yaz tatili dönemine geliyor ve uygulama da ağırlıklı olarak protokol mensupları ve dar kapsamlı katılım şeklinde gerçekleşiyor. Dolayısıyla ulaşımın ücretsiz olmasına yönelik bir ihtiyaç var mı yok mu, değerlendirilip öyle karar verilmesi daha uygun. 30 Ağustos Zafer Bayramı bu anlamda halkın katılımı açısından diğer bayramlara göre farklılık arz ediyor. Bizzat katılıyorum, 30 Ağustos törenlerine. Bundan da gurur duyuyorum. Ama mecliste biz lafımızı tamamlayamadık ki. Mesela, 18 Mart Çanakkale Zaferi bu millet için ne ifade ediyor. Meclis toplantısında bir Allah'ın kulu '18 Mart’ta da ulaşımı ücretsiz yapalım' demedi. Çanakkale'de resmi kayıtlara göre 400-500 bin şehit vermişiz. Bu bizim en milli günlerimizden biri değil mi? Niye Muhasebeciler Günü’nü örnek veriyorsun?"
Başkan Alinur Aktaş, Meclis'teki tartışmaların ardından mola verildiğini ve tartışan kişilerin karşılıklı özür dilemesi sonrasında 30 Ağustos'ta da ücretsiz taşımayla ilgili oy birliğiyle karar aldıklarını vurguladı.

Özrü kabahatinden büyük 
Hani bazen özrü kabahatinden büyük denir ya, burada da bahanesi kabahatinden büyük diyebiliriz.
Ücretsiz yolculuk hakkını sadece yoğunlukla ölçünce böyle oluyor işte.
15 Temmuzlara, 15 Temmuz 2016 darbe girişiminin ardından demokrasi bekçiliği yapması için halkın (ücretsiz olarak 19 Temmuz 2016 gününden 10 Ağustos 2016 gününe kadar) 24 gün boyu 'Demokrasi Meydanı'na çağrılmasına, diğer parti mitinglerine değil, sadece AK Parti mitinglerine, arada sırada sınav günlerine, şimdilerde Ramazan ve Kurban Bayramı günlerine, 23 Nisan ya da 19 Mayıs gibi insanların dışarıda olduğu günlere hak var, Çanakkale Zaferi’nin yıldönümüne kendisi dahil hiç kimse ücretsiz ulaşım talep etmediğinden ötürü, 30 Ağustos gibi 'DEV BİR GÜN'e ise "yoğunluksuzluktan" dolayı hak yok.
Kısacası bu çıkışın bahanesi, "yoğunluk" olmaması, "talep" olmaması, dolayısıyla da "gerek" olmaması.

Neden yok?
Yoğunluğu da, talebi de, gereği de devlet yaratıyorsa eğer, "Neden 30 Ağustoslarda yoğunluk yok ve neden 30 Ağustos Zafer Bayramı kutlamalarına talep yok?" diye soralım o zaman.
Ki,
Şöyle yeri göğü inleten, protokolün dışına çıkan, halkı da içine katan geniş kapsamlı bir kutlama yapıldı da biz mi gitmedik?
Gidip gitmemek de inisiyatif meselesi, sizin vazifeniz "taşımak" değil, "yapmak".

30 Ağustos'ta olmayacak da ne zaman olacak?
Çünkü; 30 Ağustos, Başkomutanlık Meydan Muharebesi zaferinin ardından kutlanan ulusal bayramdır.
Zafer Bayramı, 1922 yılında 26 Ağustos'ta başlayıp, 30 Ağustos'ta Dumlupınar'da Mustafa Kemal'in başkumandanlığında zaferle sonuçlanan Başkomutanlık Meydan Muharebesi'ni anmak için kutlanan bayramdır. İşgal birliklerinin ülke sınırlarını terk etmesi daha sonra gerçekleşse de, 30 Ağustos sembolik olarak ülke topraklarının geri alındığı günü temsil eder.

30 Ağustos Zafer Bayramı
Zafer Bayramı, ilk defa 30 Ağustos 1923 günü Afyonkarahisar, Denizli, Kahramanmaraş, Ankara ve İzmir'de kutlanmıştır. Resmî olarak Zafer Bayramı ilân edilmesi 1935 yılının Mayıs ayında olmuştur. Zafer Bayramı, tüm yurtta törenlerle kutlanır. Devlet erkânı ve birçok vatandaş, Ankara'da Anıtkabir'i, diğer illerde de anıt ve şehitlikleri ziyaret edip, Mustafa Kemal Atatürk'e, silâh arkadaşlarına ve komutasında savaşmış askerlere şükranlarını sunar. Hemen hemen her yerleşim yerinde, askerî birlikler geçit törenlerine katılır. Ayrıca dış temsilciliklerde de çeşitli kutlamalar yapılır. 30 Ağustos günü Türkiye'de resmî tatildir."
(İnternette arama yaptığınızda ilk sıralarda "30 Ağustos resmi tatil mi? 31 Ağustos tatil olacak mı? 30 Ağustos resmi tatili hangi gün? Zafer Bayramı 3 gün tatil olur mu?" soruları çıkıyor.)

Sene 2011
2011 yılında bir ilk yaşandı ve kutlamaları Genelkurmay Başkanı ve kuvvet komutanları değil, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül kabul etti. Protokoldeki isimler tek tek salona girerek Cumhurbaşkanı Gül'ü tebrik etti. Önceki yıllarda Genelkurmay başkanı ve kuvvet komutanları kutlamaları kabul ediyordu. Yapılan bir değişiklikle, Türk Silahlı Kuvvetleri adına Zafer bayramı kutlamalarının bundan böyle başkomutan olarak Cumhurbaşkanı tarafından kabul edilmesi kararlaştırıldı. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, eşi Hayrünnisa Gül ile beraber, 30 Ağustos Zafer Bayramı kutlamaları çerçevesinde ilk kez Çankaya Köşkü’nde resepsiyon verdi. Resepsiyona devlet erkânının yanı sıra toplumun farklı kesimlerinden birçok davetli katıldı.

Anlayış - Anlamayış
Burada esas mevzunun Nâzım Hikmetleri, Bahriye Üçok'ları, Uğur Mumcu'ları, Türkan Saylan'ları "Devlet ve Bayrak Düşmanları" olarak nitelendiren "anlayış" olduğunu hepimiz biliyoruz aslında ve o yüzden bu kadar isyan ediyoruz.
1919'dan başlayan tarihin silinip yerine 15 Temmuz'dan başlayan bir tarihin yerleştirilmeye çalışıldığını bal gibi de görüyoruz.
23 Haziran'da başlayan değişimden nemalanmak isteyerek dümen kıran kurnazları avucumuza koyduğumuz çekirdekleri çitleyerek izliyoruz.
Varlığının ve sahip olduğu makamının sebebinin 19 Mayıs 1919 olduğunu anlamayanları ise hiç anlamıyoruz...

18 Temmuz 2019 Perşembe

Ne Konuştuğumuzun Farkında Mıyız?

Tüfek icat oldu mertlik bozuldu derler.
Derler ki; bileğine güvenen kişinin er meydanına çıkması ile eline tüfek alanın çıkması aynı şey değil. Birinde güç ve maharet işlerken, diğerinde işleyen sadece parmaktır.
Tetiğe basarsın ve bir anda dağ gibi bir adam yıkılır yere.
Sen onu yıkmazsan o seni bir hamlede gömecektir yoksa toprağa.
Orantısız gücün dengelenmesi mi diyelim o zaman tüfek için?
Kaba kuvveti yenmek için aklın geliştirdiği bir yöntem mi diyelim?
Beden gücü ile hayatta kalınan bir sistemi, akıl ile hayatta kalınan bir sisteme çevirmek midir diyelim?

İlk Silah
Tüfek icat olmazdan bin yıllar önce, M.Ö. 400.000'lerde en eski mızrak kalıntıları Schöningen yakınlarında Almanya’da bulunmuş. M.Ö. 40.000 ilâ 25.000 yıllarında Taş Devri insanları Atlas adı verilen ve bir geyiği 40 metreden öldürebilecek bir alet kullanmışlar. 

İlk İnsan Öldürme
Adem ve Havva'nın iki oğlundan biri olan Kabil'in kardeşi Habil'i öldürdüğüne ve tarihteki ilk katil olduğuna inanılsa da, benim dediğim o değil. 
Beslenmek için olsun, savunmak için olsun hayvan avlamak üzere geliştirilen mızraklar ve oklar ne zaman insana yöneldi?
Bir geyiği avlayan adamın avına ortak olmak isteyen bir başka adama mı atıldı ilk mızrak?
Avcı toplayıcı bir kabile toprak toprak göçerken, daha önce gelenler tarafından mı kovuldu yeni ulaştığı topraklardan mesela?
Kim kimin hakkına tecavüz etti de gerildi o yay?
Kim daha fazlasını istedi de bu kadar gelişti bu sistem?
Zeus ile Hera'nın oğlu Ares yüzünden mi yoksa hepsi?

Silah Sanayii Gelişiyor
Kılıçlar, mancınıklar, M.S. 800 - M.S. 1300 yılları arasında Çin'de bulunan barut ve ilk bomba sayabileceğimiz yanan oklar ve mızraklar, İslam'ın Altın Çağı'nda ortaya çıkan ateşli silahlar, denizaltılar, torpiller, roketler, bombalar, tabancalar, makineli tüfekler, mermiler, lav silahları, molotof kokteylleri, savaş gemileri, savaş uçakları, lazer silahlar, kimyasal silahlar, nükleer silahlar ve tabii ki atom bombası...

Savunma Sanayii Gelişiyor
Kalkanlar, kamuflajlar, çelik yelekler, uçaksavarlar, hayalet uçaklar, radarlar, muhabere teknolojisi, gece görüş teknolojisi, tıp teknolojisi ve bilmediğim daha pek çok ürün.
Zehir ve panzehir gibi sanki.
Üstelik hepsi aynı fabrikalarda üretilen zehirler...

Bile Bile Lades
En keskin kılıcı üreten usta o kılıcın bir insanın boğazını keseceğini bilmiyor muydu?
Mermi üretim fabrikasında çalışan bir genç kız önünden geçen minicik bir merminin bir insanın kalbini parçalarken koskoca bir hayatı da darmadağın edeceğini bilmiyor muydu?
Bir savaş pilotu uçağında taşıdığı bombayı aşağıya bırakırken aşağıda cehennemi yarattığını bilmiyor muydu?
Bir denizaltı kumandanı, kendi emriyle yollanan torpilin hedefe vardığında gemideki yüzlerce genci alev alev yakacağını bilmiyor muydu? 

Hepsi Biliyordu
Hepsi biliyordu ama hepsi görmezden geliyordu.
Hepsi, kendi hayatlarının devam edebilmesi için başkalarının ölmesi gerektiğine inanıyordu.
Silah fabrikaları, kurumlar ve insanlar, "daha çok insan ölsün diye" alenen üretim yapıyordu.
Belki ürettiği o mermi dönüp dolaşıp kendi evladını vuruyordu.
Kim bilir... 

Dünya Savaşı
İkinci Dünya Savaşı'ndan ağzı yanan dünyanın yeni bir dünya savaşına girmeye cesareti yok artık. Biliyor ki, silah sanayiinin bu kadar geliştiği bir dünyada yanılır da biri o düğmeye basarsa eğer, havalanan uçaklar inmeye toprak bulamayacak. 

Ufak Ufak
O yüzden de üreticiler ürettikleri silahları satabilmek için ufak ufak iç savaşlar çıkartarak pazar oluşturuyorlar kendilerine. Gelişmemiş ya da az gelişmiş ülkeler de mükemmel bir pazar alanı onlar için.
Biraz onu fiştikle, git biraz bunu fiştikle, "o senin için böyle dedi", "bu senin için böyle dedi" de ve ver ellerine gıcır gıcır silahı. Biraz da sırt sıvazladın mı, tamamdır.

Öyle Diyor Sistem
Al bu silahı git orayı işgal et diyor birine görünmez adam. Diğerine de al bu silahı kendini savun diyor. Silahlar ateşleniyor, insanlar ölüyor, dünya kan ile yıkanıyor, paralar el değiştiriyor, kanlı paralarla alınmış ekmekler yeniyor, her lokmada ağızlardan kan damlıyor.
Daha çok insan ölsün diye üretim yapan sistemin en altındaki kişi mesaisi bitince markete uğrayıp evinin alışverişini yapıyor, evine öyle gidiyor. Akşam yemeğini yiyip televizyon izliyor, belki haberlerde bir bombalamada ölenleri görüp üzülüyor, sonra kumandaya uzanıp televizyonu kapatıyor, sabah işe erken gideceği için erkenden yatağına yatıyor.

"Bu kadar basit değil" mi dediniz?
Yok,
İşte bu kadar basit.
Yaşamla ölüm arasında bir yerlerde yaşamak ve ölmek kadar basit...
****
Son günlerde ülkemizde şiddetli bir biçimde S-400'ler ve F-35'ler konuşuyorken bunları yazmak istedim.
Ne konuştuğumuzun farkında mıyız acaba dedim...

İlgili birkaç yazım:
At - Avrat - Silah / 27 Mayıs 2011 
Kurallara Uymak Yetmez / 9 Temmuz 2019

9 Temmuz 2019 Salı

Kurallara Uymak Yetmez

Tarih 6 Ekim 2010.
Yazmaya başladığımda yazdığım ikinci yazının konusudur Trafik
21 yıllık bir şoför olarak trafikte yayaların ve şoförlerin hallerini anlatmak benim için hiç zor değildi. Trafik sürekli içinde olduğum bir sistemdi ve sıkıntıları da vardı, keyfi de.
Henüz çaylak olduğum günlerde her çalan kornayı üzerime alınırken, zaman içinde pişerek canlı bir organizma olan trafiği oluşturan hücrelerden birisi oldum ben de. 
Kadın şoför olduğum için az da olsa sıkıştırmalara maruz kaldım. Zar zor geçilecek kadar verilen yollardan geçtim, trafik lambalarında çabuk kalkamayacağımı düşünerek sağdan soldan önüme atlamaya çalışanlara yolumu vermedim. En uzak ama en kolay yerlere değil, en yakın ama en zor yerlere park ettim. Hızlı değil seri davrandım. Tedbirli olacağım derken tosbağaya bağlamadım. Dikiz aynalarımı da, sinyal lâmbalarımı da hiç unutmadım. Sadece yola değil, yolun çevresine de bakmayı öğrendim. Yıllar boyu kendimi eğittim, yaptığım hataları fark edip kendime çeki düzen verdim.
Uzun yol-kısa yol, şehir içi-şehir dışı demeden her yere gittim. Aracımla bütünleştim, aracımı işlerimi kolaylaştıran, bana zaman kazandıran ve özgürlük sağlayan "araç" olarak bildim.

Günler geçtikçe büyük keyif alarak yaptığım şoförlüğün tadı kaçmaya başladı. Ülkenin değişen profili trafiğe de yansıdı ve trafik teröristleri pıtırak gibi çoğaldı.
Eskiden arabanın değeri ile sürücünün bilinci müsemma iken, para el değiştirince en pahalı arabalar en zonta tiplerin eline geçti.
Edinimlerine yaraşır davranışlar geliştirmek yerine tüm kabalıklarını dayattılar topluma.
"Trafik kurallarına uyun, uymayanları uyarın" mantığına sahip kişilerin uyarılarından utanmak yerine, kendilerini uyaranlara etmediklerini komadılar.

Neler görmedim ki!
Bundan yıllar önce trafiğin göbeğinde yaşanan "yol verme" kavgasında bacaktan kurşunlanma olayına canlı canlı şahit oldum. Kurşun yağdıran kişi aracıyla yanımdan hızla geçip giderken aracın plakasını alarak polise bildirdim.
Yolda slalomlar yaparak gidenleri, çocuğunu ön koltuğa güvensiz şekilde oturtup ya da arka camdan sarkan çocuğa aldırmayıp (uyarınca da "sana ne!" bakışı fırlatıp), hâttâ direksiyonda iken çocuğu kucağına alarak trafikte seyredenleri bir bir ihbar ettim.
Lakin bitmediler.
Adeta amip gibi bölünerek çoğaldılar.
Yolbastılar defalarca can aldı, can yaktı, kimse bu düzene bir dur demedi.
At Avrat Silah mantığındaki At'ı, aracın içindeki atlar ile karıştıranlar bellerine de silahları takınca tam oldu.

TİP
Hem bir markanın isim hakkına tecavüz edebilen, hem emniyet şeridinde yeldiri yeldiri gidebilen, hem ilerideki polisi görünce kendini olması gereken şeride atmak için aracını başkalarının üzerine sürebilen, hem de o araç kendisine yol vermedi diye yolunu kesip insanlara şiddet uygulayabilen bir "TİP" çıktı ortaya.
Habertürk'ten Nihat Uludağ'ın haberine göre; Pendik D-100 karayolunda meydana gelen olayda emniyet şeridinde ilerleyen Seydioğlu Baklavaları'nın sahibi olduğu ortaya çıkan Hüseyin ve Hasan Sel kendisine yol vermeyen aracın önüne aniden geçerek durdu. Daha sonra içerisinde hamile bir kadının da bulunduğu aracın dikiz aynasını kıran Hüseyin Sel otomobilin üzerine çıkıp zıplamaya başladı. Şirketin sahiplerinden trafik terörü estiren Hüseyin Sel yaptığı yazılı açıklamada "ani rahatsızlık geçiren annelerinin yanına gitme gayreti içinde" olduğu vurgusu yapıldı. Son dakika bilgisine göre, hamile kadının içinde bulunduğu araca saldıran Hasan Sel karakola giderek teslim oldu. 
Savcılık ifadelerinin ardından şüpheli Hasan Sel "kara ulaşım araçlarını kaçırma veya alıkoyma", "mala zarar verme" ve "cebir, tehdit veya hile kullanarak kişiyi hürriyetinden yoksun kılma", Hüseyin Sel de "kara ulaşım araçlarını kaçırma veya alıkoyma" ve "cebir, tehdit veya hile kullanarak kişiyi hürriyetinden yoksun kılma" suçlarından tutuklanması talebiyle nöbetçi hakimliğe sevk edildi. Nöbetçi hakimlikteki işlemleri sonrası iki kişi tutuklandı.
Polis merkezine gelen suçluları kapıda tokalaşarak (tokalaşma ânı fotoğraflanarak sosyal medyada paylaşıldığı için) karşılayan polis de görevden alındı.

Marka Mağduru Seyidoğlu
Sosyal medyada marka protestosu çoğalınca bu işte bir dahli olmayan Seyidoğlu firması da, Hasan Sel ve Hüseyin Sel'in sahibi olduğu "Seydioğlu Baklava AŞ" ile isim benzerliğinden dolayı süre giden zararın artmaması için ihtiyati tedbir kararı verilmesi talebiyle mahkemeye başvurdu. Gaziantepli Habeş Seyidoğlu Baklavaları ve Uluslararası Nakliyat Sanayi Ticaret Limited şirketi avukatınca, Bakırköy 1. Fikri Sinai Haklar Hukuk Mahkemesine sunulan dilekçede; firmanın geçen yıl "Seydioğlu Baklava AŞ" hakkında marka hakkına tecavüzün tespiti, markanın kullanımının önlenmesi ve bu hususta ihtiyati tedbir kararı verilmesi talebiyle mahkemeye başvurduğu, ancak mahkemenin bu talebi reddettiği hatırlatıldı.

Baklavacılar haklarını arayadursun;

"Siz öncelikle kurallara uyun"
Kurallara uymadığınızda birilerinin sizi ihbar edebileceğini unutmayın. Akıllı telefon marifetiyle artık herkes canlı yayında, herkes kayıtta. 

"Kurallara uymanız yetmez"
Kurallara uymayıp tehlike yaratanları ihbar etmekten çekinmeyin. (Montajlanma ihtimali ile fotoğraf daha zayıf bir delil. O yüzden video kaydı önemli.)

Düşünün;
Velev ki şiddeti tavan yapmış kişi o aracın kapılarını açabilseydi neler olacaktı?
Velev ki aracın içindeki hamile kadın telefonu ile video kayıt yapmasaydı, o video sosyal medyada paylaşılmasaydı ve sosyal medya bu kadar baskı yapmasaydı neler olacaktı?

Tabi ki hiçbir şey olmayacak, yapanın yanına yaptığı kâr kalacak, yapan bu yaptığını tekrarlayıp duracaktı.
Doğru tarafın canı, doğruluğunun bedeli olarak daha çok yanacak, maddi ve manevi zarara uğrayacak, derdini anlatacak kimse bulamayacaktı.

O yüzden,
Gözünüz yolda, kemeriniz belinizde, şoförseniz eğer sürüş anında değil ama acil durumda eliniz telefonunuzda olsun. 
Bana dokunmayan kötülük bin yıl yaşasın demeyin.
O kötülük bir gün size de bir şekilde dokunacaktır, bunu iyi bilin...

2 Temmuz 2019 Salı

Sistem Hata Veriyor

Boşanmış anne baba çocukları bunalımlı olurdu eskiden.
Şimdikiler ise ebeveynlerinin anlaşamıyor ve ayrılacak olmalarını kendilerine dert etmiyor, bu boşanmadan ötürü kendilerini suçlu hissetmiyorlar.
Doğru bilinç geliştiren ebeveynler çocuğu etkileyip kendi taraflarına çekmeye çalışmıyorlar. 
Tersini yapmaya çalışan aileler kavga kıyamet yeri göğü inletirken en büyük zararı kendi öz çocuklarına veriyorlar. 
Çocuklar ise ihtiyaçlarımı karşılayın, düzenimi bozmayın, ister birlikte yaşayın ister ayrı, ister sevişin ister didişin, yeter ki beni mağdur etmeyin diyor sessizce.
Anne baba bir arada mutlu mesut yaşarken de çocuk kendi cumhuriyetinde yaşıyor. 
Anne babasının evliliğinin bozulması halinde, yine kendi cumhuriyeti içinde kalmaktan başka bir şey istemiyor. Evlilik ilişkisinin iniş çıkışlarını anne babasına bırakıyor.
Ne annesini ne de babasını inançları ve ideolojileri ile yargılamıyor çocuk. Birini sevip diğerinden nefret etmek istemiyor.
Seviliyor mu, ihtiyaçları karşılanıyor mu, özgürce yaşayabiliyor mu, maddi manevi konforu yerinde mi ona bakıyor. 
İşte o çocuk eski moda nutuklara kulaklarını tıkıyor.
Evinde ebeveynlerinden beklediği konforu, şehrini ve dahi ülkeyi ve dahi dünyayı yönetenlerden bekliyor.
Eve başkaları doluşup da hayatına ortak olduğunda, yani interneti yavaşlayıp, porsiyonu azaldığında anne babasına nasıl tepki veriyorsa, şehrinde ve dahi ülkesinde imtiyazları sınırlanmaya başlayıp rahatı kaçtığında yine öyle veriyor tepkisini.

DUR dedi gençlik!
Yıllardır insanca yaşama hakkı için mücadele veren bir gençlik vardı. Arkadan o gençlikten de öte bir gençlik geldi. Suriyeliler çoluk çocuk memlekete doluşunca, ülkenin içindeki düzen bozulup ayar kaçınca, ülke halkının kendine zar zor yettirdiği aşa 3 milyondan fazla kaşık daha sallanınca ve ortadaki tayın bölündükçe bölünüp bir lokmacık kalınca "Bir Dur Bakalım!" dedi yeni gençlik.
(İçişleri Bakanlığı Göç İdaresi Genel Müdürlüğü'nün 13 Haziran 2019 tarihi itibarıyla yaptığı açıklamaya göre; Türkiye’deki biyometrik verileriyle kayıt altına alınan geçici koruma altındaki Suriyeli sayısı bir önceki aya göre 6 bin 907 kişi artarak toplam 3 milyon 613 bin 644 kişi oldu.)

Biz ne söylüyoruz, siz ne söylüyorsunuz dediler hep bir ağızdan.
Eğitim hakkımızı, sağlık hakkımızı, özgürce yaşama hakkımızı, neşeli olma hakkımızı, hâttâ seçme hakkımızı gasp ettiniz, pazarlayıp durduğunuz soyut kavramları bir kenara bırakın da, bunları konuşalım dediler.
İş bulamadığımız, iş bulsak da pahalılıktan geçinemediğimiz gibi sokaklarımızda da rahatça dolaşamıyoruz, can güvenliğimiz tehdit altında, bize güvenli bir gelecek sunamıyorsunuz, bırakın birbirinizle dalaşmayı, bize gelecek güvencesiyle gelin dediler.
Yaptığınız yollardan geçecek arabamız yok, araba bulsak benzin yok, benzin bulsak ücretli yola verecek paramız yok, durup durup yol yaptık diye kafamıza vurup durmayın, yaptıysanız da bizim paralarımızla yaptınız, şimdi niye bizden para istiyorsunuz dediler.
İnançlarınızı ve ideolojilerinizi kendinize saklayın, bizi kafanıza göre ayrıştırmayın, biz böyle iyiyiz, siz işinize bakın dediler.
****
Eski moda siyasetçiler hâlâ kutsal kavramlar üzerinden yayın yaptıkları için çocukların kapsama alanlarına giremiyorlar haliyle. 
Ellerine verilen kâğıtta yazılanları okuyup üç beş alkış almaktan ve birbirleri hakkında dedikodu yapıp hasımlarını halka şikâyet etmekten ibaret sayıyorlar siyaseti.

O kadar çok konuşuyorlar ki, konuşmaktan dinlemeye vakit bulamıyorlar.
O kadar çok anlatıyorlar ki, anlatmaktan anlamaya vakit bulamıyorlar.
O kadar çok bağırıyorlar ki, kendi seslerinden değişimin sesini duyamıyorlar. 
****
Boşanırken çocukları kolundan bacağından çekiştiren ebeveynler gibiler.
Bir kadının canını yakmak için, kendi öz evladını öldüren o baba gibiler.
Bir erkeğin hayatını abluka altına almak için doğurganlığını kullanan kadınlar gibiler.
Onlar, ne medenice yaşamayı ne de medenice ayrılmayı bilen, kendi egoları için kendi öz çocuklarını kullanmaktan çekinmeyen zalimler.

Bırakınız artık bunları,
Bizler değiştik, çok güzel olduk, sizler de değişiniz.
Yok, değişmeyecekseniz köşenize çekiliniz.
Sizin sistem hata veriyor, 
Bilesiniz...