Bursa Tabip Odası tarafından düzenlenen 'İşyeri Hekimliği Eğitim Günleri'nin ikinci gününe konuşmacı olarak katılan gazeteci İsmail Saymaz 'İş Cinayetleri'ni gazeteci gözü ile, Avukat Can Atalay da hukukçu gözü ile değerlendirdi.
Alınmayan önlemler, uyulmayan kurallar, uygulanmayan kanunlar ve ekmek parasının peşinde ölüp giden binlerce canın ayrı ayrı iç yakan öyküleriydi anlattıkları. İş kazası fıtrat değil, düpedüz cinayetti. Yaptırımı olmalıydı, cezası olmalıydı, binlerce cana mâl olan bu vurdumduymazlığın ağır bir bedeli olmalıydı.
Kan parası, iyi hâl, hukukun boşluklarından faydalanma, cezayı paraya çevirme, kusuru başkasının üzerine yıkma gibi pek çok yol ile bedel ödenmiyor, önlemler alınmıyor, iş güvenliği uygulanmıyor, ölen öldüğüyle kalıyor, ölenin yerini hemen bir başkası alıyor, dişliler insan öğüte öğüte çarkı döndürüyordu.
"Ölen ölür, kalan sağlar bizimdir" diyerek yaşarken, kalan sağlarda da hayır kalmadığını hiç kimse anlamıyordu. Bir yazımda dediğim gibi; İş güvenliğinin uzmanı çoktu, kendisi ise yoktu.
İsmail Saymaz ve Can Atalay'ın konuşmalarının ardından kısa bir konuşma yapmak için kürsüye gelen CHP Bursa Milletvekili Dr. Ceyhun İrgil, "Bütün bu yaşadıklarımızın altından aslında kötülüğün sıradanlığı ve hepimizin de bu kötülüğün birer meşru aracı olma ihtimalimizin çıkması yatıyor." diyerek, bu kavramı ve kavramın nasıl ortaya çıktığını anlattı.
Bilenler hatırlasın, bilmeyenler de öğrensin diye, insanı ve insanlığı daha iyi anlamamızı sağlayacak bu bilgileri aktarmak istiyorum ben de sizlere.
"Kötülüğün Sıradanlığı"
Nazi Almanya'sında Yahudilerin gettolara ve toplama kamplarına naklinden sorumlu Otto Adolf Eichmann, savaş sonrası kaçtığı Arjantin'de, Buenos Aires'in kenar mahallelerinden birinde 11 Mayıs 1960 tarihinde yakalanır ve İsrail'e getirilir. 11 Nisan 1961'de Kudüs Bölge Mahkemesi'ne çıkartılır ve on beş ayrı iddiayla suçlanır.
Alınmayan önlemler, uyulmayan kurallar, uygulanmayan kanunlar ve ekmek parasının peşinde ölüp giden binlerce canın ayrı ayrı iç yakan öyküleriydi anlattıkları. İş kazası fıtrat değil, düpedüz cinayetti. Yaptırımı olmalıydı, cezası olmalıydı, binlerce cana mâl olan bu vurdumduymazlığın ağır bir bedeli olmalıydı.
Kan parası, iyi hâl, hukukun boşluklarından faydalanma, cezayı paraya çevirme, kusuru başkasının üzerine yıkma gibi pek çok yol ile bedel ödenmiyor, önlemler alınmıyor, iş güvenliği uygulanmıyor, ölen öldüğüyle kalıyor, ölenin yerini hemen bir başkası alıyor, dişliler insan öğüte öğüte çarkı döndürüyordu.
"Ölen ölür, kalan sağlar bizimdir" diyerek yaşarken, kalan sağlarda da hayır kalmadığını hiç kimse anlamıyordu. Bir yazımda dediğim gibi; İş güvenliğinin uzmanı çoktu, kendisi ise yoktu.
İsmail Saymaz ve Can Atalay'ın konuşmalarının ardından kısa bir konuşma yapmak için kürsüye gelen CHP Bursa Milletvekili Dr. Ceyhun İrgil, "Bütün bu yaşadıklarımızın altından aslında kötülüğün sıradanlığı ve hepimizin de bu kötülüğün birer meşru aracı olma ihtimalimizin çıkması yatıyor." diyerek, bu kavramı ve kavramın nasıl ortaya çıktığını anlattı.
Bilenler hatırlasın, bilmeyenler de öğrensin diye, insanı ve insanlığı daha iyi anlamamızı sağlayacak bu bilgileri aktarmak istiyorum ben de sizlere.
"Kötülüğün Sıradanlığı"
Nazi Almanya'sında Yahudilerin gettolara ve toplama kamplarına naklinden sorumlu Otto Adolf Eichmann, savaş sonrası kaçtığı Arjantin'de, Buenos Aires'in kenar mahallelerinden birinde 11 Mayıs 1960 tarihinde yakalanır ve İsrail'e getirilir. 11 Nisan 1961'de Kudüs Bölge Mahkemesi'ne çıkartılır ve on beş ayrı iddiayla suçlanır.
Kudüs'teki yargı sürecini felsefeci olarak değil, New Yorker dergisi adına izleyen Yahudi kökenli New Yorklu politik teorisyen Hannah Arendt, bu duruşmalarda Yahudilerin çektiği acıların, soykırımın ve insanlık suçunun göz ardı edildiğini, duruşmaların sadece kendisine verilen emirleri yerine getirdiğini söyleyen ve terfi etmekten başka bir şey düşünmeyen, savaşın tam ortasında Bratislava'da İçişleri Bakanı'yla bowlinge gittiğinden başka bir şey hatırlamayan Eichmann'ın yaptıklarına indirgendiğini söyler.
Arendt, Yahudi soykırımının mimarı olarak sunulan Adolf Eichmann'ın sadist bir canavardan ziyade, normal, hatta korkutucu derecede normal bir insan olduğuna dikkat çeker. Özellikle düşünme ve muhakeme yetisinin kaybolmasıyla birlikte kötülüğün nasıl sıradanlaştığını vurgular.
Arendt, kötülüğün sadece zalim ruhlu insanlar tarafından yapılan bir fiil olmadığını, şartlar sağlandığında ve yeterli motivasyonla sıradan insanların da korkunç zulümleri soğukkanlılıkla yapabilecek potansiyele sahip olduğunu savunur.
Eichmann da savunmasında Hannah Arendt'in dava sonrasında ortaya attığı "sıradan kötülük" kavramının arkasına saklanıp, "Ben hiç kimseyi öldürmedim. Sadece üstlerimin emirlerine uydum. Bir makinenin çarklarının sade bir dişlisiydim. Antisemitist değilim, hatta Yahudi arkadaşlarım bile vardı. 1937'de Filistin'e gittiğimde Siyonizm projesine de hayran kalmıştım. Bana Siyonist bile diyebilirsiniz." der.
Lakin daha sonra ortaya çıkan bazı gizli belgelerde Eichmann'ın Arjantin'de yaşarken bir gazetecinin, "En büyük pişmanlığınız nedir?" sorusuna şu yanıtı verdiği ortaya çıkar: "En büyük pişmanlığım, Yahudilerin tümünü öldürememiş olmamdır".
(Eichmann'ın bu söylediklerini dikkate alırsak; Arendt’in, "O bir şeytan değil, sıradan bir 'kötü'dür. Emirlere uymuştur, o kadar" yaklaşımı bu dünyada kendine yatacak yer bulamaz.)
Daha sonra Aralık 1944'te savaşın bitimine doğru patronu Himmler'in "Dur!" emrine rağmen toplu Yahudi cinayetlerini uygulamaya devam ettiği de ortaya çıkar!
Yazılanlara göre Eichmann dava boyunca suçsuzu oynar, 31 Mayıs 1962'de Ramla'da idam edilirken son sözleri "Holokost'un Yahudilere karşı işlenmiş tarihin en büyük katliamı olduğunu kabul ediyorum. Savaşın kurallarına ve bayrağıma sadık olmak zorundaydım. Aileme ve eşime sevgiler. Artık hazırım." olur.
Milgram Deneyi
Adolf Eichmann yargılandığı bu dava Stanley Milgram'ı harekete geçirir. Doktora tezini psikoloji profesörü Solomon Asch’ın 1951 tarihli ünlü 'uyum' deneyi üzerine hazırlayan Milgram otoriteye boyun eğip eğmeme üzerine bir deney hazırlar ve deney için (günlüğü 4 dolardan) gönüllüler bulur ve deney başlar.
Deneyde; deney odasında her defasında biri deney yöneticisi kılığında olan üç kişi bulunuyor. Aslında denek gibi davranan diğer kişi de bir işbirlikçi ve denek odadaki tek deneğin kendisi olduğunu bilmiyor, diğer kişiyi de denek sanıyor.
Denek bir paravanın arkasına oturtulan öğrenciye elektro şok kablolarının bağlanmasına bizzat nezaret ediyor ve şokun fiziki etkisini hissetmesi için de deney başlamadan deneğe 40 voltluk hafif bir şok uygulanıyor. Öğrenci rolünü oynayacak olan işbirlikçi sandalyesine bağlandıktan sonra denek paravanın öbür tarafındaki elektro şok makinesinin başına oturtuluyor.
Denekten elektro şok makinesine bağlanan öğrenciye elindeki kağıttaki kelime eşleme sorularını sorması isteniyor. Yanlış cevapta öğrenciye elektrik şoku vermesi ve her yeni yanlış cevapta da bu şokun voltajını 15 volt arttırması isteniyor. Denek, paravanın öbür tarafındaki öğrencinin her yanlış cevapta gerçekten de elektrik şokuna maruz kaldığını sanıyor Ama gerçekte öğrenciye herhangi bir şok verilmiyor. Her voltaj artırımından sonra deneğe (daha önce kaydedilmiş olan) acı dolu çığlıklar banttan dinletiliyor.
Voltaj derecesi yükseldikçe öğrencinin çığlık derecesi de yükseliyor. Belli bir voltajdan sonra öğrenci paravanı yumruklamaya başlıyor ve kalbinin sıkıştığını haykırıyor. Daha yüksek voltajda ise öğrencinin sesi ve tepkisi tamamen kesiliyor. Bu aşamada bir çok denek deneyi durdurup, öğrencinin iyi olup olmadığını kontrol etmeleri gerektiğini söylüyor yöneticiye. 135 volttan sonra bazı denekler, deneyin amacını sorgulamaya başlıyor. Ancak çoğunluk, sonuçlardan sorumlu tutulmayacakları garantisi verilince, öğrenciye şok vermeye ve voltajı artırmaya devam ediyor.
Denek, deneye son vermeleri gerektiğini söylediği her an, yöneticinin 4 aşamalı sözlü uyarısına maruz kalıyor. Deney yöneticisi rolünü oynayan kişi, şok vermekte tereddüt eden deneğe ilk olarak, 'Lütfen devam et' diye sesleniyor. Ardından, ‘Deneye devam etmenizi gerektiriyor’ diyor. Eğer yine tereddüt gösterirse, 'Devam etmeniz çok önemli' deniyor. Son olarak, 'Başka seçeneğiniz yok, devam etmeniz lazım' uyarısı yapılıyor. Bu son uyarıdan sonra da denek, deneye devam etmeme iradesi gösterirse, deney sonlandırılıyor. Aksi halde deney, öğrenciye verilen şokun voltajı 450 volt olana kadar devam ediyor ve bu seviyede üç kez elektro şok uygulanıyor.
Deney başlamadan önce deneklerin çoğunun bir başkasına 150 volttan fazla elektrik şoku vermeyi reddedeceği tahmininde bulunan Milgram'ın, Yale Üniversitesi'ndeki bir grup psikiyatrist ve psikolog arasında yaptığı ankette de deneklerin sadece yüzde 1'inin 450 volta kadar çıkacağı tahmini yapılır. Ama deney sonunda herkesi şok eden bir sonuç ortaya çıkar. İlk deney grubunda bulunan 40 denekten 26'sı, yani yüzde 65'i, acı içinde bağıran öğrenciye kulaklarıyla duydukları halde, otoriteye itaat ederek 450 voltaj uygulamaya kadar ulaşır. Daha da vahimi, deneklerin bir tanesi bile, 300 volt seviyesinden önce deneyi bırakmaz.
Milgram, "İtaatin Riskleri" başlıklı makalesinde, deneklerin kötülük yaptıklarını düşünmediklerini, bir zulmün parçası olan sıradan insanların, sadece görevlerini yaptığını düşündüklerini, böylece, içinde herhangi bir nefret ve düşmanlık hissetmeden de muazzam bir yıkıcılığın parçası haline gelebildiklerini söylüyor. Milgram'a göre buradaki kritik eşik, itaatin zararlı sonuçlarının oluşmaya başladığı an. Bu eşiği geçen bir kişi her kötülüğü yapmaya hazır hale geliyor.
Adolf Hitler, "İnsanların çoğunun muhakeme yeteneğinin olmaması, muktedirler için ne büyük bir nimettir." demişti.
Ve tabii ki Joseph Goebbels'in hafızalara kazınmış meşhur sözlerinden birisi "İnsanların beyin tembelliğini gördükçe, her istediğimizi yapabileceğimizi anladık." idi.
Onlar bu eşiği önce kendileri atlamış, sonra da büyük kitleleri peşlerinden sürüklemişlerdi.
****
Bunları okuduktan sonra yaklaşık 60 milyon insanın öldüğü İkinci Dünya Savaşı esnasında kötülüğün nasıl bu kadar sıradanlaştığını daha iyi anladık değil mi?
Ki bu ölümler normal ölümler değildi. İnsanlar deneylerde kullanılıyor, işkence görüyor, akıl almaz şartlarda yaşamaya zorlanıyor, topluca öldürülüyor, yakıldıkları zaman ortaya çıkan yağdan sabun yapılıyor, ölüp ölmediğine bakılmaksızın topluca gömülüyor, kısacası dünya yüzünde büyük bir insanlık dramı yaşanıyor ve herkes bu drama (susarak ya da katılarak) katkı sağlıyor, büyük çoğunluklar bundan rahatsız olmuyordu.
Doğurgan kötülük
Hırsızlık, taciz, tecavüz, cinayet, iş cinayeti, kadın-çocuk-yaşlı-genç-hayvan-doğa-arkadaş-dost-akraba-komşu-evlat-anne-baba demeden herkes her türlü kötülüğü bir diğerinin üzerinde uygular oldu.
Televizyonlar, gazeteler ve sosyal medya bu haberlerden geçilmiyor.
Öyle ki bu kötülükler sıradanlaştıkça medya da dikkat çekmek için daha kanlı ve daha vahşi haber arar oldu. (Bazen mizansen bile yapar oldular)
Gazeteler ve televizyon kanalları kendilerine özel Whatsapp numaralarına gelen kayıtlar üzerinden vatandaşın ulaştırdığı canlı canlı kötülük haberlerini yapar oldu.
Bir aksaklık, bir haksızlık, bir yanlışlık haberinden ziyade "sıkı" bir kötülük haberi daha çok okunur oldu.
İyilik ve güzellik anlatan yapımlar değil, kötülük ve hainlik içeren yapımlar daha çok izlenir oldu.
Kötü haberler okundukça ve kötülük fışkıran yapımlar izlendikçe kötülük hem sıradanlaştı, hem de bu yapımlar insanlara kötülük öğreterek onları daha da kötüleştirdi.
Sıradanlaşan kötülük içinde "iyiler sıra dışı", kötü köleler ise sıradan oldu.
****
Sıradanlaşan kötülüğü iyice anladığımıza göre Milgram Testi ile ilgili bir cümleyle sonlandıralım yazımızı:
New York Times gazetesi, Milgram deneyini duyurduğu haberinde,
"Kim bir köle gibi kendine her emredileni yapıp, milyonları gaz odalarına gönderebilir?"
diye sorar,
ve yine kendisi,
"Herhangi birimiz"
diyerek cevaplar sorusunu...
Arendt, Yahudi soykırımının mimarı olarak sunulan Adolf Eichmann'ın sadist bir canavardan ziyade, normal, hatta korkutucu derecede normal bir insan olduğuna dikkat çeker. Özellikle düşünme ve muhakeme yetisinin kaybolmasıyla birlikte kötülüğün nasıl sıradanlaştığını vurgular.
Arendt, kötülüğün sadece zalim ruhlu insanlar tarafından yapılan bir fiil olmadığını, şartlar sağlandığında ve yeterli motivasyonla sıradan insanların da korkunç zulümleri soğukkanlılıkla yapabilecek potansiyele sahip olduğunu savunur.
Eichmann da savunmasında Hannah Arendt'in dava sonrasında ortaya attığı "sıradan kötülük" kavramının arkasına saklanıp, "Ben hiç kimseyi öldürmedim. Sadece üstlerimin emirlerine uydum. Bir makinenin çarklarının sade bir dişlisiydim. Antisemitist değilim, hatta Yahudi arkadaşlarım bile vardı. 1937'de Filistin'e gittiğimde Siyonizm projesine de hayran kalmıştım. Bana Siyonist bile diyebilirsiniz." der.
Lakin daha sonra ortaya çıkan bazı gizli belgelerde Eichmann'ın Arjantin'de yaşarken bir gazetecinin, "En büyük pişmanlığınız nedir?" sorusuna şu yanıtı verdiği ortaya çıkar: "En büyük pişmanlığım, Yahudilerin tümünü öldürememiş olmamdır".
(Eichmann'ın bu söylediklerini dikkate alırsak; Arendt’in, "O bir şeytan değil, sıradan bir 'kötü'dür. Emirlere uymuştur, o kadar" yaklaşımı bu dünyada kendine yatacak yer bulamaz.)
Daha sonra Aralık 1944'te savaşın bitimine doğru patronu Himmler'in "Dur!" emrine rağmen toplu Yahudi cinayetlerini uygulamaya devam ettiği de ortaya çıkar!
Yazılanlara göre Eichmann dava boyunca suçsuzu oynar, 31 Mayıs 1962'de Ramla'da idam edilirken son sözleri "Holokost'un Yahudilere karşı işlenmiş tarihin en büyük katliamı olduğunu kabul ediyorum. Savaşın kurallarına ve bayrağıma sadık olmak zorundaydım. Aileme ve eşime sevgiler. Artık hazırım." olur.
Milgram Deneyi
Adolf Eichmann yargılandığı bu dava Stanley Milgram'ı harekete geçirir. Doktora tezini psikoloji profesörü Solomon Asch’ın 1951 tarihli ünlü 'uyum' deneyi üzerine hazırlayan Milgram otoriteye boyun eğip eğmeme üzerine bir deney hazırlar ve deney için (günlüğü 4 dolardan) gönüllüler bulur ve deney başlar.
Deneyde; deney odasında her defasında biri deney yöneticisi kılığında olan üç kişi bulunuyor. Aslında denek gibi davranan diğer kişi de bir işbirlikçi ve denek odadaki tek deneğin kendisi olduğunu bilmiyor, diğer kişiyi de denek sanıyor.
Denek bir paravanın arkasına oturtulan öğrenciye elektro şok kablolarının bağlanmasına bizzat nezaret ediyor ve şokun fiziki etkisini hissetmesi için de deney başlamadan deneğe 40 voltluk hafif bir şok uygulanıyor. Öğrenci rolünü oynayacak olan işbirlikçi sandalyesine bağlandıktan sonra denek paravanın öbür tarafındaki elektro şok makinesinin başına oturtuluyor.
Denekten elektro şok makinesine bağlanan öğrenciye elindeki kağıttaki kelime eşleme sorularını sorması isteniyor. Yanlış cevapta öğrenciye elektrik şoku vermesi ve her yeni yanlış cevapta da bu şokun voltajını 15 volt arttırması isteniyor. Denek, paravanın öbür tarafındaki öğrencinin her yanlış cevapta gerçekten de elektrik şokuna maruz kaldığını sanıyor Ama gerçekte öğrenciye herhangi bir şok verilmiyor. Her voltaj artırımından sonra deneğe (daha önce kaydedilmiş olan) acı dolu çığlıklar banttan dinletiliyor.
Voltaj derecesi yükseldikçe öğrencinin çığlık derecesi de yükseliyor. Belli bir voltajdan sonra öğrenci paravanı yumruklamaya başlıyor ve kalbinin sıkıştığını haykırıyor. Daha yüksek voltajda ise öğrencinin sesi ve tepkisi tamamen kesiliyor. Bu aşamada bir çok denek deneyi durdurup, öğrencinin iyi olup olmadığını kontrol etmeleri gerektiğini söylüyor yöneticiye. 135 volttan sonra bazı denekler, deneyin amacını sorgulamaya başlıyor. Ancak çoğunluk, sonuçlardan sorumlu tutulmayacakları garantisi verilince, öğrenciye şok vermeye ve voltajı artırmaya devam ediyor.
Denek, deneye son vermeleri gerektiğini söylediği her an, yöneticinin 4 aşamalı sözlü uyarısına maruz kalıyor. Deney yöneticisi rolünü oynayan kişi, şok vermekte tereddüt eden deneğe ilk olarak, 'Lütfen devam et' diye sesleniyor. Ardından, ‘Deneye devam etmenizi gerektiriyor’ diyor. Eğer yine tereddüt gösterirse, 'Devam etmeniz çok önemli' deniyor. Son olarak, 'Başka seçeneğiniz yok, devam etmeniz lazım' uyarısı yapılıyor. Bu son uyarıdan sonra da denek, deneye devam etmeme iradesi gösterirse, deney sonlandırılıyor. Aksi halde deney, öğrenciye verilen şokun voltajı 450 volt olana kadar devam ediyor ve bu seviyede üç kez elektro şok uygulanıyor.
Deney başlamadan önce deneklerin çoğunun bir başkasına 150 volttan fazla elektrik şoku vermeyi reddedeceği tahmininde bulunan Milgram'ın, Yale Üniversitesi'ndeki bir grup psikiyatrist ve psikolog arasında yaptığı ankette de deneklerin sadece yüzde 1'inin 450 volta kadar çıkacağı tahmini yapılır. Ama deney sonunda herkesi şok eden bir sonuç ortaya çıkar. İlk deney grubunda bulunan 40 denekten 26'sı, yani yüzde 65'i, acı içinde bağıran öğrenciye kulaklarıyla duydukları halde, otoriteye itaat ederek 450 voltaj uygulamaya kadar ulaşır. Daha da vahimi, deneklerin bir tanesi bile, 300 volt seviyesinden önce deneyi bırakmaz.
Milgram, "İtaatin Riskleri" başlıklı makalesinde, deneklerin kötülük yaptıklarını düşünmediklerini, bir zulmün parçası olan sıradan insanların, sadece görevlerini yaptığını düşündüklerini, böylece, içinde herhangi bir nefret ve düşmanlık hissetmeden de muazzam bir yıkıcılığın parçası haline gelebildiklerini söylüyor. Milgram'a göre buradaki kritik eşik, itaatin zararlı sonuçlarının oluşmaya başladığı an. Bu eşiği geçen bir kişi her kötülüğü yapmaya hazır hale geliyor.
Adolf Hitler, "İnsanların çoğunun muhakeme yeteneğinin olmaması, muktedirler için ne büyük bir nimettir." demişti.
Ve tabii ki Joseph Goebbels'in hafızalara kazınmış meşhur sözlerinden birisi "İnsanların beyin tembelliğini gördükçe, her istediğimizi yapabileceğimizi anladık." idi.
Onlar bu eşiği önce kendileri atlamış, sonra da büyük kitleleri peşlerinden sürüklemişlerdi.
****
Bunları okuduktan sonra yaklaşık 60 milyon insanın öldüğü İkinci Dünya Savaşı esnasında kötülüğün nasıl bu kadar sıradanlaştığını daha iyi anladık değil mi?
Ki bu ölümler normal ölümler değildi. İnsanlar deneylerde kullanılıyor, işkence görüyor, akıl almaz şartlarda yaşamaya zorlanıyor, topluca öldürülüyor, yakıldıkları zaman ortaya çıkan yağdan sabun yapılıyor, ölüp ölmediğine bakılmaksızın topluca gömülüyor, kısacası dünya yüzünde büyük bir insanlık dramı yaşanıyor ve herkes bu drama (susarak ya da katılarak) katkı sağlıyor, büyük çoğunluklar bundan rahatsız olmuyordu.
Doğurgan kötülük
Hırsızlık, taciz, tecavüz, cinayet, iş cinayeti, kadın-çocuk-yaşlı-genç-hayvan-doğa-arkadaş-dost-akraba-komşu-evlat-anne-baba demeden herkes her türlü kötülüğü bir diğerinin üzerinde uygular oldu.
Televizyonlar, gazeteler ve sosyal medya bu haberlerden geçilmiyor.
Öyle ki bu kötülükler sıradanlaştıkça medya da dikkat çekmek için daha kanlı ve daha vahşi haber arar oldu. (Bazen mizansen bile yapar oldular)
Gazeteler ve televizyon kanalları kendilerine özel Whatsapp numaralarına gelen kayıtlar üzerinden vatandaşın ulaştırdığı canlı canlı kötülük haberlerini yapar oldu.
Bir aksaklık, bir haksızlık, bir yanlışlık haberinden ziyade "sıkı" bir kötülük haberi daha çok okunur oldu.
İyilik ve güzellik anlatan yapımlar değil, kötülük ve hainlik içeren yapımlar daha çok izlenir oldu.
Kötü haberler okundukça ve kötülük fışkıran yapımlar izlendikçe kötülük hem sıradanlaştı, hem de bu yapımlar insanlara kötülük öğreterek onları daha da kötüleştirdi.
Sıradanlaşan kötülük içinde "iyiler sıra dışı", kötü köleler ise sıradan oldu.
****
Sıradanlaşan kötülüğü iyice anladığımıza göre Milgram Testi ile ilgili bir cümleyle sonlandıralım yazımızı:
New York Times gazetesi, Milgram deneyini duyurduğu haberinde,
"Kim bir köle gibi kendine her emredileni yapıp, milyonları gaz odalarına gönderebilir?"
diye sorar,
ve yine kendisi,
"Herhangi birimiz"
diyerek cevaplar sorusunu...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder