25 Mart 2017 Cumartesi

Gübreleme tekniği senin neyine!

Ziraat fakültesi öğrencisi güzel bir kız uçağa bindiğinde tesadüfen genç bir erkeğin yanına oturur. Kızın elinde de gübreleme tekniği adlı kitap vardır. 
Kızla tanışmak için bahane arayan genç:
"Siz de galiba benim gibi yalnız seyahat ediyorsunuz, tanışıp sohbet edelim mi?" diye sorar. 
Kız: "Ne konuda sohbet edelim?" deyince, kızın elindeki kitaba bir göz atan genç, "Gübreleme tekniği üzerine konuşabiliriz mesela." der. 
Kız sorar bu sefer: "Söyle o zaman, inek, koyun ve at aynı şeyleri yerler ama inek çamur gibi çıkarır, koyun zeytin çekirdeği gibi, at ise pişmaniye gibi. Sence bu nedendir?"
Genç adam şaşkınlıkla: "Bilmem ki? Ben hiç anlamam!" deyince kız şöyle der: 
"Hem bir b..ktan anlamıyorsun, hem de gübreleme tekniği üzerine konuşmak istiyorsun."
Tıssss.........

Elif mi mertek mi?
Fıkranın benzeri için bir özlü söz vardır bizde de. Bilirsiniz.
Sözü söylemeden önce sorduğumuz sorudaki mertek ve elif ikilisinin içine bakalım ama. 
Elif malum, Arapça'nın ilk harfi ve diğer tüm harflerin kaynağı, dikine, ince ve uzun, kılıç gibi bir hat. Mertek ise çitlerde kullanılan bir odun, dal ya da düz uzun bir tahta parçası.
Sözün öznesi 'Elifi görse mertek sanan kişi' ise, anladınız işte...

Bu kişileri memleketin tepeciklerine bilir kişi diye kondurunca da; ayıkla pirincin taşını...
Dinden, tarihten, insandan, hayvandan, nebattan, sevgiden, şefkatten, aşktan, hâttâ kendinden bihaber bir insan ne bilsin ki Elif içinde koskoca bir dünyayı barındırır. 
'Müsteşar da kim oluyormuş' da der bu bilgisizlikle kişi, 'CHP bir araba bile yapamadı' da der, verilecek 'evet'lerin Şeyh Sait'in ruhuna Fatiha olarak gideceğini de söyler.
Patrona yaranacağım diye kaş yaparken göz çıkartır sürekli. Hem hiçbir şeyden anlamaz, hem anlamaya çalışmaz.
Konuşmaya çalıştıkça batar. Ortaya da fıkradaki gibi bir durum çıkar.
"Gübreleme tekniği senin neyine!"

Liyakaten değil de gökten zembille inerek makama konunca böyle olur işte. Temel yok, emek yok, bilgi yok, bilgiyi harmanlayacak bilinç hiç yok. 
E ben mi dedim aklı yok fikri var bu insanları kendine fikirdaş yap diye?
Ben mi dedim ağzından çıkanı kulağı duymayan bu insanları milletin karşısına insan diye çıkart diye?
Ben hep "Akıllı ol, akıllı insanlarla çalış!"dedim,
Dinlemedin...

Dinlemedin de iyi mi ettin? 
Bak bu arkadaşlar 'hedö hödö' ederek en büyük zararı çatısı altında barındıkları, hâttâ mevcudiyetlerinin yegâne temeli olan partilerine veriyorlar. 
Aslında bir yandan iyi de ediyorlar. 
Kendi bindikleri dalı keserken neredeyse tüm ağacı dalsız bırakıyorlar. Ağacı saran canlı dallar bir bir azaldıkça ağacın aslında ne kadar çürümüş olduğu çıkıyor ortayaBu derin çürümüşlüğü göremeyenler ise kalan kuru dallardan medet umuyorlar. 
Yapraklar dökülüyor, ağaç nefessiz kalıyor.
Arada bir, bir kova su döküyor bir el ağacın köküne, hafiften canlanır gibi oluyor ağaç.
Kova elin, su elin olunca, elden gelen de elin canı istediği kadar oluyor tabi.
Katar katar su verecek değil ya el, bir kova su döküp geçiyor...

Gübreleme tekniğini bilmiyorsunuz anladık da, bari sulama tekniğini bileydiniz.
Bileydiniz de, şu gencecik ağacı bir kova suya muhtaç etmeyeydiniz...

21 Mart 2017 Salı

Hayır zararsız, evet belirsiz


"Bu yanlıştan dönülmesini bekliyorum" 
Olağanüstü Hal (OHAL) kapsamında yayımlanan 686 Sayılı Kanun Hükmünde Kararname (KHK) ile ihraç edilen Marmara Üniversitesi Anayasa Hukuku Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. İbrahim Kaboğlu 8 Şubat 2017 günü yaptığı bir açıklamada, "Ömrüm darbelere karşı, cemaatlere karşı mücadeleyle geçti. Bütün yazdıklarım, konuştuklarım hepsi hukuk ve hukuk devleti için, demokrasi ve insan hakları için oldu. Bu yapılan yanlıştır, ayıptır. Bu yanlıştan dönülmesini bekliyorum" demişti. 
Bu sözü söyledikten bir hafta sonra da üniversiteden ayrılmıştı. Olanların üzerinden bir ay geçti, yanlıştan dönen yok.
Yanlıştan dönülmesini beklemenin de bir mantığı yok. 
Çünkü ortada yanlışlıkla yapılmış bir ihraç yok...
****
Bursa 15. Kitap Fuarı'nın birbirinden kıymetli konuklarından biriydi Prof. Dr. İbrahim Kaboğlu. 
Kaboğlu, Ercan Karakaş'ın kolaylaştırıcılığında, Anadolu Üniversitesi Hukuk Fakültesi Anayasa Hukuku Anabilim Dalı öğretim üyesi Yrd. Doç. Dr. Bülent Yücel ile birlikte "Anayasa Değişikliği ve Referandum" üzerine konuşacaktı.
Söyleşinin yapılacağı salonda oturacak sandalye kalmamıştı. Yaşlısı genci, kadını çocuğu bu söyleşiyi dinlemek için bekliyorlardı.
İbrahim Kaboğlu Balıkesir'deki bir toplantıya katılmıştı ve oradan yola çıkmış geliyordu. Birkaç dakikalık bir gecikmeyle adeta koşarak yetişti bu buluşmaya. Salona girdiğinde nefes nefeseydi.
Ercan Karakaş, ardından da Bülent Yücel kısa birer konuşma ile referandumun ülkeye yaşatacağı derin darbeleri ve yapılmak istenen değişikliğin ne kadar gerekip gerekmediğini anlattılar.
Bu referandumda "Hayır" demenin kimseye bir zararı yoktu, lakin "Evet" kendi içinde sinsi tehlikeler barındırıyordu. Cumhurbaşkanının en basit insanî bir suçtan dahi yargılanabilmesi için gereken şartlar en ağırından uygulanıyordu.
Anlayan beri gelsin!
"Bizim görevimiz anayasal bilgilenme hakkını sağlamak" diyerek konuşmasına başladı Kaboğlu. "Evet ya da Hayır demek sizin sorumluluğunuzda, buna ben karar veremem. Çünkü siz reşit, eğitimli ve olgun insanlarsınız" dedi. (Eğitimli ve olgun insanların Türkiye'deki oranına kaydı aklım.)
"Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nda değişiklik yapılmasına dair (A4 kağıdında 6 sayfa tutan) 6771 sayılı kanunu anlamadık diye sakın kendinizden şüphelenmeyin; çünkü, vasat bir zekâya sahip olan bir insan olarak ben de okuduğum zaman tam olarak anlamıyorum" diyerek yüreklere su serpti. (Bu maddeleri tek tek yazanlar neyi ne kadar anladı, ya da yazılanlar hep bir deliği yamamak için mi yazıldı acaba? Arka sokakların loşluğundan dolayı mı seçemiyoruz bu yazılanları?)

Peki bu metin nasıl ortaya çıktı?
21 Ocak günü oylanan bu metin öncesi durum neydi onu anlatıyor önce Kaboğlu. "10 Aralık 2016'da Başbakan tarafından Meclis Başkanlığına sunulan 21 maddelik metnin Anayasa Komisyonunda sadece 3 maddesi azaltıldı ve 18 madde Genel Kurul'a giderek aynen kabul edildi."
"Bizim Anayasa Hukuku tarihimiz kayda değer bir birikimi barındırır. 82 anayasasındaki sapmalar 87'den itibaren aşılmaya çalışıldı. Zamanında Kenan Evren de bu çalışmalar esnasında 'Ortam ve koşullar bu metnin ortaya çıkmasına sebep oldu. Şartlar değiştikçe bu yasalar da değişebilir' demişti." (Netekim 87'den 2010'lara kadar sürekli değiştirildi.) 
"Bugün elimizdeki anayasa artık 1982 anayasası değildir. En büyük değişiklikler 1991 ve 2001'de koalisyon hükümetleri zamanında yapıldı. Tek parti zamanında yapılan değişiklikler en çatışmacı değişiklikleri beraberinde getirdi. İçerik açısından uzlaşılması en zor olan 2010 anayasa değişikliği gibi mesela. Son 10-15 yılda hep sivil anayasa yapıldı. Yazılan metinler belirli bir siyasal partiye ait değildi. Anayasa çalışmaları Barolar Birliği'nden, TÜSİAD'dan MÜSİAD'a, HAK İŞ'ten DİSK'e kadar geniş bir yelpaze oluşturan kurumlar tarafından yapıldı. Bu anayasa çalışmalarının ortak paydası: 'Özgürlükler alanı genişletilsin, yargı güvencesi arttırılsın, rejim demokratikleştirilsin, % 10 baraj kaldırılsın, merkezi yetkiler çevreye doğru kaydırılsın' idi."

Neden ikna edemiyorlar?
"3 Şubat'ta Balıkesir'de yapacağım toplantı 3 Mart'ta iptal edildi. Oysa ben 'Hayır deyin' demeyecektim. İnsanları sadece anayasal bakımdan bilgilendirecektim. Neden korktular? Neden hayır diyenleri terörist ilan ettiler. Neden devletin tüm imkanları ile evet için çalıştıkları halde bir türlü istedikleri orana erişemiyorlar."

Çünkü tabanın böyle bir beklentisi yok!
"Çünkü insanlar bu değişikliğin neden bu kadar oldu bittiye getirilmek istendiğini, bu değişikliğin ne için gerektiğini, toplumun bu kaosun içine niçin sürüklendiğini sorguluyorlar. Burada çok ciddi bir taban ve tavan ayrışması var."

Tüm birikimler bir anda silinir mi?
"Hiçbir ülke yıllar boyu edindiği kazanımları bir anda alt üst edip yeni bir anayasal düzen kurmaz. Ve hiçbir ülke bu kadar büyük bir değişiklik yaparken konunun uzmanları olan anayasacıları konunun dışında tutmaz." (Loş ışıklar demiş miydim?)

"Çocuklar, sizin için konuşuyorum"
İbrahim Kaboğlu'nu dinleyen çocuklar bir ara sıkılınca böyle seslendi onlara Kaboğlu. "İyi ki geldiler, iyi ki getirdiniz onları" dedi ebeveynlerine. "Çocuklar beni dinleyin, sizin için, sizin ve sonraki kuşakların geleceği için konuşuyorum" dedi sonra da.

"Çıplak bilgiye ihtiyacımız var"
Bu metinde yazan ve yapılmak istenen değişiklikler (ülkenin düzenlenmesi, çevresel koşullar, doğal zenginlikler, hak ve özgürlükler alanı) anayasal haklara tamamen kapalı. 'Yasama-Yürütme-Yargı'dan oluşan devlet örgütlenmesi sadece yürütme çerçevesinde yeniden yapılandırılıyor. Yapılan bu yeni yapılandırmada Osmanlı'dan bu yana başlayan 'Bakanlar Kurulu' olarak adlandırdığımız hükümet lağvediliyor. Cumhurbaşkanlığı lağvediliyor. Tüm yetkiler bir (1) kişiye veriliyor. Ve bu kişiye yeni yürütme yetkileri veriliyor. Bu yeni yürütme yetkilerinin neler olacağına bu kişi karar veriyor. Tüm kurumların kullandığı yetkiler tek bir kişi tarafından kullanılıyor.
Bildiğiniz gibi değil
"TBMM üye sayısı arttırılıyor. Lakin görev ve yetkileri, özellikle de yürütmeyi denetleme yetkisi % 75 oranında azaltılıyor. (Neden?) Yasama yetkisi sadece bir satırla geçiştiriliyor. Hukuk devletinde kuralı koyan, uygulayan ve denetleyen birbirinden farklı organlardır. Bu uygulamada ise yasama yetkisinin çok büyük bir kısmı (anayasanın doğrudan hükümleri ile) tek kişiye geçiriliyor. Tüm atamalar Cumhurbaşkanı ile Meclis arasında paylaşılmış görünüyor. Bundan öte, olağanüstü bir halde Cumhurbaşkanı'na tek başına OHAL ilan edebilme ve KHK düzenleyebilme yetkisi veriyor. Bunlar için Meclis'in Cumhurbaşkanı'na yetki vermesine gerek kalmıyor. Cumhurbaşkanı parti başkanı da olmasına ve Meclis'te kendi partisinden vekiller çoğunlukta olmasına rağmen onları devre dışı bırakıyor. (Neden?)"

Bu kanunları kim yazacak?
"Bu kanunları Cumhurbaşkanı tek başına yazamayacağına göre bürokratlara yazdıracak demektir. Bürokratik oligarşi eleştirilip seçilmişler kutsanırken bu kez de bürokrasi imparatorluğu yaratılmayacak mı?"

Değişen ne?
"AK Parti sistemi değişirdim diyor, CHP rejim değiştirdin diyor. Aslında her ikisi de değiştiriliyor. Rejim ve sistem kaldırılıyor, peki ya yerine ne konuluyor? Kimse bu tartışmaya girmiyor. Keşke burada da farklı düşünenler çoğunlukta olsaydı da onlarla bunları konuşsaydık. Ancak gelmiyorlar. Çünkü bu konuları tartışmak gerekir. Tartışabilmek için de bilgi gerekir."

Görev-Yetki-Sorumluluk
"Bir organa görev verdiğinizde yetki de vermek zorundasınız. Yetki verdiğiniz zaman o organı sorumlu kılmak zorundasınız. Ki yetkisini kötüye kullanamasın. Burada görev çok var, yetki çok var ama sorumluluk yok."

Denge ve Denetim
"Denge ve denetimi sağlayacak Anayasa Mahkemesi'nin iki yıl sonra iptal edildiğini var sayarsak, denge ve denetim de ortadan kalkmış olur. 'Kişi seçmen önünde hesap verir' demek bir sorumluluk değildir. Cezai sorumluluk var, siyasal sorumluluk var, hukuki sorumluluk var. Siyasal sorumluluk sıfırlanıp, cezai sorumluluk zorlaştırıldığında, geriye kalan hukuki sorumluluk da kendisine bağlı hakim ve savcılara bırakıldığında, ortada cumhurbaşkanını denetleyecek hiçbir güç kalmamış oluyor."

Erkler ayrılığı - Normlar Hiyerarşisi
"Yasama-Yargı-Yürütme erkler ayrılığıdır. Yargı bağımsız, yasama ve yürütme arasındaki ilişkiler karşılıklı bağımlılık ilkesine tabiyse rejim parlamenter rejimdir. Yasama ve ve yürütme arasındaki ilişkiler karşılıklı bağımsızlık ilkesini yansıtıyorsa bu rejim başkanlık rejimidir. (Amerikan sisteminde olduğu gibi) Bizde bu üç kelimeden ikisi var. Bir kişi bağımsız, yasama ve yargı ona bağımlı, lakin karşılıklılık yok. O nedenle bu kurulan düzen parlamenter meclisi hükümeti, yarı başkanlık ve başkanlık rejimlerinin hiçbirine girmiyor. Normlar hiyerarşisi tümden değiştirildi. Tüzük artık yok." 

Evet çıkarsa
"16 Nisan'da evet çıkarsa 1876'dan 2006'ya kadar Türkiye'de oluşan anayasal ve siyasal düzeni tamamen kaldırmış olacağız. Yerine getirilen siyasal rejimi demokratik hukuk devleti içerisinde sınıflandırmak çok zor olacaktır. Bazılarına göre bu rejim otoriter, bazılarına göre de totaliter bir rejim olacak. Benim tercihim ise tabii ki demokrasiden yana. Beni dinlediğiniz için teşekkür ediyorum"

"Halk Oylaması / Türkiye'nin Geleceği Paneli"
İbrahim Kaboğlu Kitap Fuarındaki konuşmasının ardından aynı günün akşamı saat 20:00'de bir toplantıya daha katıldı. DİSK Bursa Bölge Temsilciliği, KESK Bursa Şubeler Platformu, TMMOB Bursa İl Koordinasyon Kurulu, Bursa Tabip Odası ve Bursa Barosu tarafından gerçekleştirilen "Halk Oylaması / Türkiye'nin Geleceği Paneli" BAOB Oditoryumunda yapıldı. Prof. Dr. İbrahim Kaboğlu ve Av. Ertuğrul Yalçınbayır'ın konuşmacı olarak katıldığı panelin kolaylaştırıcısı Bursa Milletvekili Anayasa Komisyonu Üyesi Av. Nurhayat Altaca Kayışoğlu idi.
Panelin açılışını yapan MMO Bursa Şube Yönetim Kurulu Başkanı İbrahim Mart, umutları büyütmek için bir arada olmanın önemine vurgu yaptı ve tüm katılımcılara teşekkürlerini sundu.


"Türkiye iki dudak demokrasisinden kurtulmak zorundadır"
Anayasa Komisyonu Eski Başkanı ve 58. Dönem Milletvekili Avukat Ertuğrul Yalçınbayır yaptığı etkili konuşmasında, "Türkiye iki dudak demokrasisinden kurtulmak zorundadır. Biz ne anamızın, ne babamızın, ne patronumuzun, ne de liderimizin iki dudağı arasına giremeyiz. Süreç demokrasi sürecidir. Süreç kötülükleri iyilikle ortadan kaldırmak, kötülüğü elimizin tersi ile itmek ve mücadele etmek sürecidir." dedi.
Yalçınbayır'ın ardından konuşan Kaboğlu, Kitap Fuarı'nda söylediklerine ek olarak, "Bu yalnızca Cumhuriyet tarihinin değil, Osmanlı modernleşmesinin de en büyük sınav günüdür. Her iki sonuçta da ülke olarak en büyük sınavı vermiş olacağız. Bu metin, 1876'dan 1982'ye kadar yapılan bütün anayasal gelişmeleri ve değişimleri alt üst etmeye müsait bir metindir." dedi.

"Günah keçisi anayasa mıdır?"
İ.K.: "Tüm toplumsal sorunların suçlusu Anayasa'dır. Bunun tersi olarak düşünülen ise anayasa bütün sorunları çözebilecek bir metindir. Buna da Anayasa fetişizmi denir ki, her ikisi de yanlıştır. 15 Temmuz'un sorumlusu Anayasa mıdır? Yoksa Anayasa'nın hükümlerinin sürekli olarak ihlal edilmesi midir? Bunun darbe teşebbüsü ile bir ilişkisi yok, tam tersine anayasanın sürekli ihlal edilmesi nedeniyle ülke 15 Temmuz darbe ortamına sürüklendi. Şimdi yargı zamanı değil, demokrasi zamanıdır. En büyük fren, 16 Nisan'daki demokrasi freni olacaktır. Bu metin Osmanlı'dan Cumhuriyet'e geçişteki kırılmanın benzeri değil, çok daha büyük tersi yönde bir kırılma yaratacak bir metindir."

"Müsterih olun"
Bursa Milletvekili Av. Nurhayat Altaca Kayışoğlu, SEÇSİS sistemine güvensizlikle ilgili yoğun endişelerle karşılaştıklarını söyleyerek, kendi kurdukları bir sistem olduğunu söyledi ve insanları bu konuda müsterih olmaya davet etti.
****
Uzun uzun dinlediğim bu konuşmaların ardından bir kez daha gördüm ki aklıselim taraf somut verilere dayanarak ve gülümseyerek konuşuyordu. Kendi yaptığının ne olduğunu ya da nelere mal olacağını bilmeyen taraf ise hâlâ insanların dinî ve hissî duyguları gıdıklıyarak yol almaya çalışıyordu. 
Tartışmalardan kaçınıp, açık açık konuşmak isteyenin üzerine bıçakla satırla saldırıyordu. Saldırganlar zannediyorlardı ki bu bir parti seçimi ve zannediyorlardı ki hayır çıkarsa seçimi kaybettiler.

Oysa bu "sen ben" meselesi değildi ki, bu gelecek meselesiydi, bu ülke meselesiydi, bu demokrasi ve özgürlükler meselesiydi. Bu tüm uzmanların üzerinde uzun uzun konuşacağı, tartışacağı, her türlü sese kulak verip her türlü faydanın sağlanacağı bir yapılanma idi. 
****
Ebeveyninden olmayacak bir iş izni kopartmak için hararetli bir olay anını fırsat kollar ya hani çocuklar. Ya sen telefonda konuşuyor iken sorar o soruyu, ya işin başından aşmışken, ya keyfin ziyadesiyle yerindeyken ya da bir çıkmazın ortasındayken...
Çabucak sorar bir çırpıda, anlamazsın, ketenpereye getirir seni ve çabucak alır o alınmayacak izni. 
Tam olarak anlatmadan, konuşmadan, ikna etmeden, düşünmene fırsat vermeden.
Bir bakarsın kaçmış gitmiş.
Sonra da başını derde sokmuş. Belki de canından olmuş... 
Heyhat...

17 Mart 2017 Cuma

Su Gibi Aziz Olun...

Değişen şartlara göre sürekli bir değişim içinde olan canlı hayat, gün gelip de su kaynakları tamamen yok olduğunda susuzluğa da ayak uydurabilir mi dersiniz?
Bu kuruyuş binlerce, hatta milyonlarca, hattâ milyarlarca yıl alırsa, belki.
Peki ya dünya onlarca yıl içinde susuz kalırsa?
Birkaç on yıl içerisinde susuz yaşayabilecek bir değişime uğrayabilir miyiz acaba?
Yani susuz yaşamayı öğrenebilir miyiz?
Yoksa susuzluktan kırılıp gider miyiz? 

Yemek yemeden bir ay kadar dayanabilen insan vücudu, su içmeden en fazla on gün dayanabiliyorsa, bir insanın susuz yaşayabilmesi şu anda imkansız. 
Develer bu konuda evrilmiş mesela. Develer besin bulabildikleri takdirde 6-7 ay çölde susuz yaşayabiliyorlarmış. Ya da bir kış boyu su içmeden yol yürüyebiliyorlarmış. On dakikada ağırlıklarının üçte biri kadar takribi 150-200 litre su içebiliyorlarmış. (Yakıt dolum diyelim.) 
Yine bir çöl canlısı olan kaktüsler de susuzluğa iki yıl kadar dayanabiliyorlarmış. (Üçüncü yıl da su bulamazlarsa emr-i hak vaki oluyor demek.)
Çölleşen coğrafyaların sessiz sakinleri uzun süreli susuzluğa ayak uydurabilecek değişimi kim bilir kaç milyar yılda yakaladılar.
Bizimse o kadar vaktimiz yok...
Dünya Meteoroloji Örgütü’nün tahminlerine göre 2025 yılında dünya nüfusunun %66'sı su sıkıntısı çekecekmiş. (%66'nın içinde miyiz?)

Asya kıtası dünya nüfusunun %60'ından fazlasına sahipmiş ve dünyadaki kullanılabilir suyun % 36'lık bir kısmı Asya kıtasındaymış. 
Güney Amerika kıtası ise dünya nüfusunun %6'sına  sahipmiş ve dünyadaki kullanılabilir suyun %26'sı Güney Amerika'da imiş.
Sadece Amazon nehri tüm dünya üzerindeki kullanılabilir suyun %15'ini oluşturuyormuş. 
2012 yılında Environmental Research Letters dergisinde yayınlanan bir araştırmada, kuraklıktan kırılan Afrika'nın aslında dev bir su kaynağının üzerinde oturuyor olduğu yazılmış.  (Afrika kıtasındaki yer altı sularının miktarı 0.66 milyon kilometre küp, yani yüzey sularının 100 katından fazla imiş.)
Ülkemiz ise göller ve nehirlerinden oluşan tatlı su kaynaklarına sahip olmasına rağmen, sanıldığı gibi su zengini bir ülke değil. Aksine, gerekli önlemler alınmadığı takdirde yakın bir gelecekte su sorunları yaşamaya aday bir ülke konumunda. (Evet, %66'nın içindeyiz.)

Suyun tek başına var olmuş olması insanlar için yeterli değil. Bir de temiz olmalı. Yani su içilebilir olmalı.
İçilebilir temiz su kaynaklarının insan eliyle kirletildiğini ve bir yandan da müsrifçe tüketildiğini düşünecek olursak, kendi bindiğimiz dalı kendi elimizle kesiyoruz demektir. 
Bugünün enerji kaynaklarına ulaşma savaşları gelecekte yerini temiz su kaynakları ulaşma savaşlarına bırakacak besbelli. 
Çünkü öncelik hayatta kalmaktır. 
Çünkü su hayattır.
Çünkü hayatın anlamının su olduğu onu yitirince anlaşılır...
****
Bursa Rotary Kulübü'nün 'SU'ya dikkat çekmek adına düzenlediği "Dünya Su Günü Konseri" SU temalı şarkılar eşliğinde Nilüfer Kadın Korosu tarafından BAOB Oditoryumu'nda verildi. 
Konser girişinde Rtn. Prof.Dr. Ulviye Özer ve Rtn. Ersin Karaarslan tarafından hazırlanan "İklim Değişikliği ve Enerji-Su-Gıda-Eşya İlişkisi" ile "İklim Değişikliğini Durdurmak için Ben ne Yapabilirim?" kitapçıkları ve Rtn. Ersin Karaarslan tarafından hazırlanan "SANAL SU" broşürü ile karşılandık. 
Ersin Karaarslan konser öncesi kısa bir sunum yaparak bizlere 'H2O'nun oluşumunu ve yok oluşunu anlattı kısaca. En büyük dikkati de 'SANAL SU'ya çekti.
Karaarslan tarafından hazırlanan broşürde "Sanal Su" için şöyle yazıyordu: "Ürünlerin üretimden kullanma ve tüketime sunuluncaya kadar geçirdiği evrelerde harcanan suların toplam miktarı" imiş.
Mesela: 1 kg ekmek için 1250 lt su, 1 kg pirinç için 3 bin 400 lt su, 1 çift ayakkabı için 8 bin lt su, bir otomobil için 400 bin litre su harcanıyormuş. 
Sanal Su tasarrufu önerileri için de alışveriş bilgisinden tazeliğini kaybetmiş ürünleri değerlendirmeye, psikolojik durumdan dost ziyaretine giderken tatlı yerine kitap götürmeye kadar pek çok öneri sıralanmış broşürde.
Malum klasik hareket "dişimizi fırçalarken suyu açık bırakmama"nın önemine de değinmeden geçmedi.
E ne demişler, "İşten artmaz, dişten artar"...
****
Sunumun ardından açılan perdede, koro üyeleri ve sazlar sahnedeki yerlerini almış halde çıktılar karşımıza. Ardından da yağmurdan ıslanmış şefleri Dr. Aysel Gürel şemsiyesiyle ve yağmurluğu ile koşar adım geldi sahneye. 
Şemsiyesinden ve yağmurluğundan kurtulduktan sonra da su tasarrufu için kendi uyguladığı bireysel yöntemleri izleyicilerle paylaşarak "BİR KİŞİ"nin de yapabileceği çok şey olduğunu gösterdi. 
"Damlaya damlaya göl olur, damlacıklar sel olur"du, değil mi?
O zaman işe damlalardan başlamalıydı. 
Çeşmeler kat'iyetle damlatmamalıydı...
****
Ve konser başlıyor...
Merak ediyorum; su temalı hangi şarkıları seçmişti acaba Aysel Hoca? 
Gözyaşları  ve yağmur da 'su'ya dahil miydi? 
"Yağmurun Sesine Bak"acak mıydık, "Susadım çeşmeye, varmaz olaydım" diye nedamet getirecek miydik, "Su gibi akar giderim" deyip isyan bayrağını çekecek miydik, bekleye bekleye "Suya hasret güle dönecek" miydik, yoksa "Gözyaşımda saklısın, ağlayamam ben" diyerek gözyaşlarımızı içimize mi dökecektik?
Bir çeşit 'müzikal yağmur duası' olan "Yağdır Mevlam Su" ile başladı ilk bölüme Nilüfer Kadın Korosu ve "Dere Geliyor Dere" ile nihayetlendirdi bu bölümü.
İkinci bölümde ışıl ışıl ve rengarenk kıyafetleri ile sahne alan koro "Gözlerin Bir İçim Su" dedi ilk şarkısında. "Nasıl Geçti Habersiz" ve "O Ağacın Altı" şarkıları, bir Nilüfer Kadın Korosu Klasiği olan, "izleyici-koro düeti" ile söylendi. "Çamlıca Yolu"na da çıktık şarkılarla, "Ellerim Böyle Boş mu Kalacaktı?" diyerek de sızlandık.

Komşu tenor çıktı
Bu arada söylemeden geçemeyeceğim; 
Yanımda oturan beyefendi konser boyu şarkılara gayet güzel eşlik etmekteydi. Lakin sıra düete gelince Allah vergisi sesi öyle bir yükseldi ki, Aysel Hoca dahil tüm salon bu sese dikkat kesildi. Şefimizin merak ederek sormasıyla Mehmet Ali Kayış'ın eğitimli bir ses olduğunu öğrendik.
İmre Erten kendi yazdığı "yağmur" temalı şiiri ile yer aldı gecede. İlk bölümde Vildan Öztürk, Nesrin Çavusoğlu, Gönül Temelli ve Nuran Eken, ikinci bölümde ise Gülay Sürücü ve Aynur Öztan solist olarak söylediler şarkılarını. Koristler "Bursa’nın Ufak Tefek Taşları" türküsü eşliğinde dans sergilediler. Zümrüt Sanlı ve Güler Tarımeri "Katibim" şarkısını teatral bir gösteriyle renklendirdi. "Yıldızların Altında" şarkısında Aysel Gürel de dans ekibinin içindeydi.
Konserin sonunda Rotary Kulübü, bu geceye katkı sağlayan kurumlara ve Şef Dr. Aysel Gürel'e, Berrin Kızancıklı Kırkyama Grubu tarafından "yama işi" olarak hazırlanan Atatürk portreleri hediye etti.
Konserde su, müzik ve yürek böyle bir araya gelmişti işte...
Ve dedim ki;
Sevgili Nilüfer Kadın Korosu, sevgili Rotary Kulübü üyeleri, "Su gibi aziz olun, olur mu?"...

2013'ten 2022'ye Bursa Nilüfer Kadın Korosu yazılarım
Var mı böyle bir koro? / 31 Ocak 2017
Su Gibi Aziz Olun... / 17 Mart 2017

12 Mart 2017 Pazar

Asil Nadir'den ötürü hep

Evet evet, hep ondan ötürü. 
Eğer ki bugün "Kurumsal Yönetim" diye bir kavram varsa hepsi Asil Nadir'in yüzünden. 
Neden mi? 
Anlatalım.
Lakin anlatmaya sohbetin en başından başlayalım... 

Bursa Halkla İlişkiler Derneği'nin belirli aralıklarla düzenlediği Mesleki Söyleşilerinin konuğu bu kez İzmir'den, Alaçatı'dan gelmişti. 
Alaçatı'nın dinginliğinin ardından Bursa'nın karmaşasının ortasına düşen konuğumuz, Stratejik İletişim Yönetimi alanında akademik ve profesyonel birikimi ve yüksek referansları bulunan ve Kurumsal İtibar Yönetimi kavramının ülkemizde tanınıp yer etmesine öncülük eden 
Salim Kadıbeşegil idi. 
Nilüfer Dernekler Yerleşkesi'nde yapılan söyleşide "Oscar Kepazeliği ve İtibar Yönetimi"ni anlatacaktı Salim Bey. Söyleşiden birkaç gün önce yazdığı 
Oscar Skandalı ve Tarihin Affetmeyeceği Denetim Kepazelikleri başlıklı yazısını okumuş ve "Denetçiyi kim denetleyecek, itibar yönetimi danışmanlığı verenlerin itibarını kim ölçecek?" soruları ile yorumlamıştım yazıyı.
Bu kez o yazının daha genişletilmiş halini dinledik kendisinden. 
"Bu bir şaka değil!"
Denetim ve İtibar şirketleri ne iş yapardı? İçinde bulunduğumuz çelişkiler nelerdi?
Nasıl olmuştu da Oscar ödül töreni sırasında bu yanlışlık yaşanmıştı?
Oscar gecesini izlediyseniz bilirsiniz. Warren Beatty ve Faye Dunaway'a 'En iyi film ödülü' zarfı yerine, yanlışlıkla 'En iyi kadın oyuncu ödülü'nün yedek zarfı verilmiş. Warren Beatty tüm kameralar üzerindeyken zarfı açtı, sonra da Faye Dunaway'e uzattı. Dunaway de zarftaki ismi okudu. La La Land! Tüm ekip coşkuyla sahneye geldi ve klasik teşekkür konuşmaları başladı. Yapımcılardan Marc Platt konuşurken sahnede farklı bir kaynaşma yaşanmaya başladı. Zarflar kontrol ediliyor, herkes birbirine tedirgin gözlerle bakıyor, arkada bir garipliktir gidiyordu. Çok kısa bir zaman içinde gerçek anlaşıldı. Zarflar karışmış! 
En İyi Film ödülünü aldığı açıklanan La La Land'ın yapımcılarından Jordan Horowitz, Warren Beatty'nin eline verilen ve içinde ödülün gerçek sahibinin adının yazılı olduğu kartı zarfın içinden sertçe çekip alarak "Moonlight" filmini anons ediyor. Kendilerini şaşkınlıkla izleyen Moonlight ekibine dönerek "Bu bir şaka değil" diyor ve film ekibini sahneye davet ediyor. 
Yaşanan bu yanlışlık ile 89 yıldır devam eden bu çok prestijli ödül törenine "itibar" gölgesi düşüyor. Ve bu yanlışlık da denetim şirketinin elemanları tarafından yapılıyor. 
Ödül töreninin ardından 83 yıldır Oscar törenlerindeki oylama sürecini yöneten şirket olan Pricewaterhouse Coopers (PwC) itibar kaybeden taraf oluyor. Şirket, yanlış zarf olayının sorumlusunun 32 yıllık çalışanları Brian Cullinan olduğunu belirterek, Cullinan'ı ve partneri Martha Ruiz'i hata sonrası hızlı tepki göstermemekle suçluyor.
"Denetim şirketleri meselesi ile itibar yan yana geldiği zaman huylanmaya başlıyorum. Denetleme şirketlerinin içinde itibar konusunu bir yere oturtamıyorum" diyor Salim Kadıbeşegil. 

Domino etkisi
Denetim şirketleri skandalları yeni değil aslında diyor Salim Bey. "2001'deki Enron Skandalı'nı hatırlayalım mesela" diyor. 
Kadıbeşegil'in "35 milyar dolarlık bir şirket ertesi gün 80 sentlik bir şirkete nasıl dönüştü?" sözünü merak edip bu sorumu Google'a soruyorum. 2001 yılının sonunda şirketin finansal durumunun 'kurumsallaştırılmış, sistematik ve yaratıcı bir şekilde planlanmış muhasebe hilesi ile' sürdürüldüğü açığa çıkmış. Bu skandal Enron Skandalı olarak anılmış. Enron bu skandal ile kurumsal dolandırıcılığın ve bozulmanın en iyi bilinen örneği olmuş. Bu skandal ayrıca 85 bin kişinin çalıştığı Arthur Andersen bağımsız muhasebe ve denetim firmasının dağılmasına da neden olmuş.

İtibarsız İtibar Yönetim Şirketi
Salim Bey'den bir anı dinliyoruz: "Henüz daha Enron skandalının ateşi soğumamışken, 2004 yılında Madrid'te İtibar Enstitüsü'nün bir konferansında Pricewaterhouse'ın Avrupa'daki çok önemli bir üst düzey yetkilisi ne kadar etkili bir itibar danışmanı şirket olduklarını söyledi izleyicilere. Ben de bunun üzerine bu konuda nasıl oluyor da denetim şirketleri itibar yönetim danışmanlığı yapabiliyorlar diye bir soru sordum kendilerine. Arkamda oturan bir el bana dokunarak, 'Onu birazdan ben anlatacağım' dedi. O elin sahibi Enron Skandalı'nda batan Arthur Anderson şirketinin CEO'su Joseph/Joe Berardino imiş."
Denetçileri kim denetleyecek?
S.K.: "O dönemde pek çok şirket battı. Bu şirketler kamuoyuna karşı itibar kazanmak için kollarına birer denetim şirketi almışlardı. Bu hareketle insanlara 'hesaplarımız bağımsız şirketler tarafından denetleniyor' mesajı veriyorlardı. Her yıl denetim şirketinin imzasının olduğu raporlar yayınlayarak 'şeffafız' diyorlardı. 'Bunu biz değil, bizi bağımsız olarak denetleyen şirketler söylüyor' diyorlardı. İtibar için kapısı çalınan denetim şirketleri batan şirketlere itibar kaybettirirken kendi itibarlarını da kaybediyorlardı."

Skandalların babası Watergate
Bir skandal da benden gelsin. Toplantının olduğu günden bir gün önce ABD'nin 37. Başkanı Richard Nixon'un gazeteci David Frost ile yaptığı tarihi röportajın filmi olan 'Frost/Nixon'ı izlemiştim. Watergate skandalı sonrası istifa ederek köşesine çekilen Nixon'ı köşesinden çıkartarak ekranlara taşıyan Frost, yaptığı bu programın sonunda hem kendisi gerçek bir gazeteci olmuş, hem de Nixon'a sonsuza kadar kaçamayacağını, kendisiyle ve halkla yüzleşmesinin kendisine kaybettiği itibarı geri getirmese de en azından huzur getireceğini fark ettirmişti. Başkanlığı boyunca "Başkan yaptığı zaman yasa dışı olmaz" anlayışını benimsemiş olan Nixon, röportajlar sırasında her türlü manevrayı denemiş, sonunda ise pes etmişti. Siyaset, gazetecilik, medya, zorunluluklar, yalanlar, yalanlarla yaşamanın ağırlığı, itiraf, kabulleniş, huzur, bir işe kalkışırken karşısındakini hafife alanın ödediği ağır bedel ve rakibini ciddiye alanın kazandığı haklı zafer ile itibarın iki kişi arasında gidiş gelişini izledim filmi boyu. Filmin ardından internetten röportajın orijinal kaydını izledim. Film o zaman daha da anlam kazandı...

AAA verilen şirket altı ay sonra batarsa
S.K.: "2008'de karşımıza Wall Street çıktı. Wall Street'in çatlayan duvarları Türkiye Cumhuriyeti'nin gayrı safi milli hasılasından daha büyük gelirleri olan bir takım yatırım bankacılarının üzerine yıkıldı. Bu bankaları kredilendiren Moody's ve Standard&Poor's gibi kuruluşlar bu bankalara AAA (3A) vermişlerdi oysa. Altı ay sonra ise bunlar dünya ekonomisini de alt üst edecek bir yıkımla battı. Burada konunun bizi ilgilendiren tarafı derecelendirme kuruluşlarının verdiği notun ne kadar itibarlı olduğu."
Temel bir çelişkinin içindeyiz
S.K.: "Dünya ekonomisi nasıl dönüyor diye sorarsanız, bir tarafta küresel ekonomi var, bir tarafta bu ekonomiyi besleyen yatırımcılar var. Ve bu yatırımcıların bu ekonomiyi besleyebilmeleri için arada böyle derecelendirme işleri yapan kuruluşlara ihtiyaç var."

Not vermeyin, değer verin
S.K.: "Soru: Madem bu şirketlerin verdikleri notların bir değeri yok niye hala not vermeye devam ediyorlar? 
Cevap: Daha iyisi olmadığı için.
Bu derecelerin şirketlerin itibarını yukarıya çektiğini düşünmek gibi bir yanılgı içerisindeyiz."

Peki o zaman kime güveneceğiz?
S.K.: "Bu sorunun cevabını ben dahil dünyada bilen bir Allah'ın kulu yok. Varsayın ki 'şuna güvenmemiz lazım' dediğiniz bir şey çıkarttınız. 'Neden güvenelim?' diye sorarım. Güvenebilmem için elimde bir şey tutuyor olmam lazım. Kişi olarak bana güvenebilirsiniz ama ben kurumlardan bahsediyorum. Güvenebilmek için bir gerekçeye ihtiyaç var. Ve bu kurumların hepsi sabıkalı."

Nereden çıktı bu Kurumsal Yönetim?
S.K.: "İş dünyasında açık olmak, adil olmak, etik olmak ve şeffaf olmakla ilgili genel bir düstur var. İnsanların bağımsız denetim şirketlerine olan ihtiyaçlarının kaynağı da buraya dayanıyor. 
Kurumsal Yönetim dediğimiz, iş dünyasının omurgası olması gereken manzumenin dayanağı nereye gidiyor derseniz, yazının başında kısaca söz ettiğim gibi, Kurumsal Yönetim'in tarihçesi Asil Nadir'e dayanır."

Asil Nadir'i hatırlayalım
Asil Nadir ürettiği tekstil ürünlerini İngiltere'de bulunan ve zarar etmiş olan Polly Peck International (PPI) isimli şirket aracılığıyla Orta Doğu'ya pazarlıyordu. 1980'lerde hisselerini satın aldığı bu şirket birdenbire yükselişe geçti. O yıl Asil Nadir İngiltere'de en zengin 100 iş adamı arasına girdi. 1982 yılında Polly Peck'in brüt kârı 9 milyon sterlin olarak açıklanmıştı.
Fakat Asil Nadir o yıl paravan şirketler kurarak Polly Peck International (PPI) isimli şirketin hisselerini yapay şekilde yükselttiğine dair suçlamalar ile mali krize girdi. PPI isimli şirket 1990 yılında 550 milyon sterlin borçla iflas etti. 16 Aralık 1990 tarihinde Asil Nadir İstanbul'dan uçakla İngiltere'ye gitti. PPI bundan hemen öncesinde kayyuma devredilmişti. Asil Nadir, hakkında çıkarılan yakalama kararı ile 17 Aralık 1990 tarihinde tutuklandı. Bu tarihte hakkında 18 zimmet suçu bulunuyordu. 1991 yılı Kasım ayında ise suçlamaların sayısı 76'ya ulaşmıştı. Hakkındaki bu suçlamaların sayısı ise 1992 yılı Haziran ayında 30'a düşürüldü.
Nadir, İngiltere'de cezaevinde zimmet suçundan dolayı aldığı 10 yıllık hapis cezasına çarptırıldı. 21 Nisan 2016 tarihinde İngiltere'deki cezaevinden tahliye edilerek Türkiye'ye iade edildi. Nadir Silivri Cezaevinde bir gece kaldıktan sonra tahliye edildi ve 23 Nisan 2016 sabahı İstanbul'dan, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'ne döndü.


Marifet ders çıkartmakta
S.K.: "Eğer ki Asil Nadir manipülatif işlemler yapmıyor olsaydı Kurumsal Yönetim dediğimiz kavram iş dünyasının litarütürüne girmeyecekti. İngilizler bundan büyük ders çıkarttı. İş dünyasının duayeni William Cadbury'den kendilerine bir anayasa yazmalarını istediler. Kurumsal Yönetim'in başlangıcı 1992 yılında Cadbury Raporu ile başladı."


Denetçiye ne gerek var?
S.K.: "Prof. Melvin King'in üretimi olan King 1, King 2, King 3 raporları ile iş dünyası kendine bir çerçeve çizdi. Bu raporlara uyulsa bağımsız denetçiye bile gerek yok aslında. 
İş dünyası ise hep satır aralarını okumak, hep arkadan dolanıp hep en kısa yoldan en çok kâra ulaşmaya çalışıyor." ("Kurnazlar olmasaydı dolandırıcılar aç kalırdı" demiş miydik?) 
"Denetim şirketlerinin şirketlere itibar kazandırmak ile ilgili fonksiyonları kendiliğinden, yani yine kendi elleri ile yok olmuş durumda." 

AAA veren A+ verirse
S.K.: "Denetçiler şirketleri C, B, A ve A+ olarak derecelendiriyorlar. Bu da rekabette bir iddiaya girdiği için şirketler A+ almak için yarışa giriyorlar. GRI standartlarında A+ almak isteyen şirket raporunu bağımsız denetimden geçirmek durumunda. Ama bu raporu denetleme görevini alan denetim şirketlerinin sürdürülebilirlik raporları var mıydı?"

Ben bu sisteme itiraz ediyorum
S.K.: "Bağımsız denetleme şirketleri kendileri sürdürülebilirlik raporu üretmiyorlar. O zaman kendilerinin bile üretmediği bir raporu nasıl inceleyecek de derece verecekler? Varsayalım zorladık ve ürettiler, o zaman denetim şirketlerinin A+ almasının koşulu ne? Birinin de onları denetlemesi lazım. Bunu da rakipleri yapacak elbet. Tabi ki kimse yapmıyor! Kısaca; kendi içinde çelişkilerle dolu bir sisteme iş dünyasını kilitlemek gibi bir gündem doğdu kendiliğinden."

İtibar yönetimi meselesi 
S.K.: "İnsanlar itibar yönetiminin bir parçası olarak bağımsız denetim yaptırmak ve bunu da bağımsız denetleme yapan şirketlerin kapısını çalarak yerine getirmek gibi bir yol izlediklerinden dolayı ben bunun altını açmak ve orada gördüklerimi her yerde paylaşmak durumundayım. Buna kendileri de itiraz etmiyorlar üstelik."

Temel mesele
S.K.: "Biz bir şekilde Kurumsal Yönetim Felsefesini oluşturan ekip olarak adil olmak, etik olmak, hesap verebilmek ve şeffaf olmak zorundayız. 'Orada oluyor, burada değil, o yüzden bana ne' dünyası yok artık. Dünyada olan her şeyin hepimize ucu değiyor. Yeni değerlere ihtiyacımız var. Adil, etik, sorumlu ve şeffaf olmanın ötesinde, "Hesap verebilir" olmanın da bu yeni değer olduğuna inanıyorum. Bu kavram sivil toplumun ve iş dünyasının omurgası haline gelecektir. Kendi tabanından ve kendi paydaşlarından geçer not alan kurum ve kuruluşların itibarlı sayılacağını düşünmekteyim." 

Güven 
S.K.: 

- Sana güvenmek istiyorum. 
- Neden?
- Bana güvenmeni istiyorum. 
- Neden?
"Güven için ortada küresel ölçekte kabul edilmiş değerler olması gerekir. Bu değerlere içsel dünyamda benim saygı gösteriyor olmam lazım. Kendi içinde değerler ve saygı ilişkisini çözememişsen, itibar ve güven beklentisi içine giremezsin."

Kültür ile değerler ve tohum ile tarla arasındaki uyum
S.K.: "Şirketinden engellilere yönelik gayet verimli çalışmalar yapan bir yöneticinin aracını park etmek için engellilere ayrılmış bölümü kullanmasını ancak "tarla ve tohum örtüşmemesi" olarak açıklayabiliriz. Tarlanın ve tohumun örtüşmediği yerden itibar çıkmaz.  O yüzden de işi doğru yapan liderlerle değil, doğru işi yapan liderlerle çalışmak ya da işi doğru yapan değil, doğru işler yapan bir lider olmak lazım. Tarlanın tohumla buluşmasını sağlayan lider doğru bir iş yapar. Lakin liderler değişir. Değişimde yerinize gelen kişinin duyarlılığı ya da duyarsızlığı konudaki devamlılığın ömrünü biçecektir."

Salim Kadıbeşegil'den kısa kısa: 
"Siyasette ve sporda itibar yönetimi olmaz."
"Rakibinizi itibarsızlaştırmak adına kasıtlı atacağınız adımlar gün gelip size geri dönebilir."
"İtibar performansı en düşük şirketler: Gayrı menkul, inşaat, bankacılık, sigortacılık ve medya."
"Siz kendi içinizde en iyi olsanız dahi sektörünüzün itibarsızlığı sizi bacağınızdan aşağıya çekiyor."
"Dünyayı bu kadar tüketmişken, Kurumsal Sosyal Sorumluluk projeleriyle kanayan bu yaralara sadece pansuman yapılabileceğini unutmamak lazım. Kurumsal Sosyal Sorumluluk projeleri ile birlikte, daha derinlere inecek politikalar geliştirilmeli."

İki cümle de etkinliğe katılan Gazeteci - Yazar Nedim Atilla'dan gelsin: 
"Parayı kazanırkenki tavrın sosyal sorumluluktur, ancak harcarken gösterdiğin tavırla insan olursun. "
"Oscar ödüllerinin karışması işi bahislerle ilgili olabilir mi?" (Kim bilir?)
Her zengin itibarlı mıdır?
Dinlediğim bir söyleşisinde şöyle demişti Sadettin Saran:"Benim en büyük gurur kaynağım, Türkiye'de iş adamı olarak ilk 100’de, ilk 200’de ya da ilk 300’de değilim, ama hayır işlerinde ilk 20’deyim. Ben bundan mutlu oluyorum. Bu bana güç veriyor."
Tüm söyleşinin sonunda kontrol edilebilmeye açık olmanın ve sorumluluk ile itibarı kendi içine sindirmiş olmanın, sorunların oluşmamasındaki birinci kaynak olduğunu anlıyoruz. 

Suç ve yalan doğurgandır çünkü
Bir kere yalan söyledikten sonra onu kapatmak için bir yalan daha, bir yalan daha, bir yalan daha söyler insan.
Bir suç işledikten sonra o suçu örtmek için bir suç daha, bir suç daha, bir suç daha işler insan.
Yalanın ve suçun ortaya çıkmamış olması, olmadığını göstermez. 
Her şeyin gün yüzüne çıkacağı endişesi ve korkusu ile yaşamak zordur.
Her şeyin gün yüzüne çıkacağı endişesi ve korkusu ile yaşamamak ise korkunçtur.
Bu verimli söyleşi için Salim Kadıbeşegil'e teşekkür ederken, günün anısı olarak tüm katılımcılarla bir fotoğraf karesinde buluşuyoruz.

Kurnazlık üzerine yazılarım: