24 Haziran 2017 Cumartesi

Sevinçle hüzün hep iç içe

Ağlayanla ağlayan ben, gülenle gülen ben.
Her neşeyi, her kederi dostlarla paylaşan ben.
Ayrılanla ayrılan ben, sevenle seven ben,
Her acıyı, her sızıyı kalbinde taşıyan ben.
Sanma ki içmişim, sanma ki sarhoşum,
GünleRdiR, aylaRdıR, yıllaRdıR, yoRgunum...

Biliyorsunuz değil mi bu şarkıyı?
Tanju Okan söylerdi hani o davudi sesiyle.

R'lerin üzerine basa basa, gümbür gümbür ama bir o kadar da kırık ve küskün söylerdi...
Koskoca bedeninin içinde mahalledeki oyuna seçilmemiş bir çocuk vardı sanki. O kadar koşturmasına rağmen yedeğe bile alınmaya layık bulunmayan bir çocuk. Ya da her şeyini önüne serdiği sevdasının yüzüne bakmadığı, saçını süpürge ettiği kocasının bir başka kadına kapıldığı bir kadın misali.
Nadim, ezik, yenik...

Kendimi bildim bileli gözümün önünde yaşanan onca vak'a resmi geçit yapıyor zihnimde.
Ne cinayetler, ne savaşlar, ne katliamlar, ne dolandırcılıklar, ne hortumlamalar, ne atışmalar, ne itişmeler gördüm göz ucuyla...
İkinci Dünya Savaşı'ndaki Yahudi soykırımını filmlerde izledim, İsrail askerlerinin Filistinli çocukların kollarına taşla vurarak kollarını kırışlarını televizyondan.
Watergate gibi skandalları filmlerde izledim, Wikileaks'i, İSKİ'den ayakkabı kutularına bilumum skandalları televizyondan.
5-6 Eylül olaylarını, 27 Mayıs darbesini eski dergilerden öğrendim, 80 darbesini televizyondan izledim.
Sene 1977. Kanlı 1 Mayıs'ta evimize henüz televizyon girmemiş. Gazetelerdeki fotoğrafları hatırlıyorsunuzdur.
99 Gölcük depreminden önce de pek çok deprem yaşanmıştı memlekette. Lice, Adana Ceyhan, Erzurum, Bingöl...
17 Ağustos 1999 kadar canlı değildi hiçbirisi. Çünkü hiçbirisi yakınımda değildi...
Yine 99 Düzce. Ve sonra 2011 Van...
Ölenler, ölmeyenler, çadırlar, yangınlar, ulaşmayan yardımlar, yağmalama, sefalet, rezalet, yardım yokluğu, yardıma muhtaç insan çokluğu...

Son yıllarımız ise gittikçe hızlanan bir çürüme ve kokuşma yılları olarak geçecek tarih sayfalarına.
Cinayetler, tecavüzler, yalan üzerine yalanlar, şiddet, ahlâksızlık, hırsızlık, utanmazlık...
Durduk yerde bisikletli bir çocuğun kafasına taşla vuruyor birisi.
Bir diğeri şort giydi diye bir kıza saldırıyor.
Gencecik delikanlılar ya aşla, ya kurşunla ya da uyuşturucuyla telef ediliyor.
Serseri bir kurşuna hedef oluyor ömrünün baharında bir öğretmen.
Adalet adına yürüyenler için yapılan menfi yorumlarda seviye öyle yerlerde ki, midem bulanıyor.
Nahak yere içeri alınanlar, ölüm orucuna yatanlar, haksız yere salınanlar. 
Ülkede tacizin, şiddetin, sorumsuzluğun, duyarsızlığın ucu görünmüyor.
Dünya felaketleri bir yanda, ülke gidişatı bir yanda.
Hepsini görüyor bu gözler, hepsini kaydediyor bir yerlere.

Damarımda gezen kan acıyor sonra.
Etlerim acıyor. Gözbebeklerim acıyor. Burun deliklerim, kulak memelerim acıyor.
Bir bakıyorum ki dilimde o şarkı.
Günlerdir, aylardır, yıllardır, yorgunum...
Nadim, ezik, yenik bir şarkı...

Gözünün görüp, kulağının duyup, kalbinin ezildiği bu manzara arkanda fon olmuş, yaşıyorsun ezik ezik.
Alışıyorsun da galiba.
Yaşamayı öğrenmek demek acıları görmezden gelmek demek mi yoksa?

Bayram geliyor bayram kutlamaları yapıyorsun, ya da tatile koşuyorsun mesela. 
Ne yesem, ne giysem, maaş yeter mi, ay sonu gelir mi, çocuğun okulu, evin aidatı, araç kredisi derken bir hay huy içinde dönüp duruyorsun istemsizce.
Gözlerinin ardına, beyninin en ince kıvrımlarına yaşanmışlıkların acıları yerleşmişken yapıyorsun bunları üstelik.
Kendine şaşırarak, herkese şaşırarak...
Şarkılar çalıyor, aşka geliyorsun.
Güzel bir söze, manidar bir bakışa, çapkın bir gülüşe tav oluyorsun.
İnsansın, gafilsin...
****
Azgın akan bir nehirdeki tahta bir sandalda yol alıyor gibisin bir başına.
Nehir tüm azgınlığıyla akıp geçiyor iki yanından. 
Bir yandan sandalda sabit kalmaya, alabora olmamaya, girdaplara kapılmamaya, karaya vurmamaya çalışıp, bir yandan da endişe ve merakla izliyorsun akışı.

Belki bu dönemeci dönünce sakinleşir nehir, belki de sonraki kıvrımın ardından ulaşırım dinginliğe diyerek.
Bir umutla, hep umutla çekiyorsun kürekleri.
Ulaşıyorsun da zaman zaman.
Kıyılar yeşil, orman gizemli, gün döndükçe gökte ay ve güneş birbirlerine nöbet devretmekte.
Kim bilir kaç yüzyıllardır olduğu gibi işte.
Sevinçle hüzün hep iç içe...

19 Haziran 2017 Pazartesi

Efendiler, önce siz yiyin!

Çanakkale Savaşı'nda 43. Alay 1. Piyade Taburu 1. Bölük, 1915 yılı yemek listesini görmüşsünüzdür internet paylaşımlarında.
15 Haziran Sabah: Üzüm hoşafı. Öğlen: Yok. Akşam: Yağlı buğday çorbası ve ekmek.
26 Haziran Sabah: Yok. Öğlen: Yok. Akşam: Üzüm hoşafı, ekmek. 
18 Temmuz Sabah: Üzüm hoşafı. Öğlen: Yok. Akşam: Yarım tayın ekmek.
21 Temmuz Sabah: Yarım ekmek. Öğlen: Yok. Akşam: Şekersiz üzüm hoşafı, ekmek YOK.
1915 yılında bu listeye talim eden ve canı pahasına Çanakkale'yi geçirmeyen asker, bugün 2017 yılında yemek şirketinden gelen bozuk yemekler ile adeta imha edilmeye çalışılıyor.

Hürriyet'in haberinde Manisa'da bir ay içinde 4 defa binlerce askerin zehirlenmesine neden olan Rota yemek şirketinde gözaltına alınanların sayısının 24'e yükseldiği yazıyor. 
Milliyet'te yer alan habere göre Rota şirketinin altı kez isim değiştirdiği yazıyor.
Sözcü'deki haberde üçüncü zehirlenmeden sonra CHP'li vekillerin 'Bu şirketi ve zehirlenme olayını araştıralım' önerisini TBMM'de AKP-MHP'li vekillerin oylarıyla reddedildiği yazıyor.
Habere göre Rota şirketinin geçen yıl Maliye Bakanlığı'na verdiği yemekte de zehirlenme yaşanmış ve Rota şirketiyle 5 Ekim 2016 tarihinde yapılmış olan sözleşme 27 Ekim 2016'da feshedilmiş. 
Manisa'da art arda yaşanan bu zehirlenmelerin mazisi var üstelik.
25 Ağustos 2013 tarihinde Mynet'de yayınlanmış bir haberde de farklı bir şey yazmıyor.
****
Nasıl oluyor da yıllardır askeriyenin o cânım yemeklerini, hâttâ belki kendi evlerinde dahi yemedikleri yemeklerini, yiyerek kendine gelen askerler böyle sorumsuz ellerin pişirdiği yemekler ile gıda zehirlenmesi yaşıyor?
Malzeme satın almacısından o yemeği pişirenine, pişmiş yemeği askeriyeye taşıyıcısından sofraya servis edenine kadar bu zincirde yer alan her bir Allah kulunun mesul olduğu bu sorumsuzluğun esas baş sorumlusu kimdir?
Sorumluyu bulmak için verilen öneri nasıl olur da reddedilir?
Hepsinden önemlisi;
Askeriyede yemek pişirme işi niçin taşeron firmaya teslim edilir?
Mutfakta çalışan, soğan-patates soyan, çorba karıştıran askerlerimiz nerededir?
Ordu dediğin kendi yemeğini kendi pişirmez miydi?
Normal hayatında aşçılık ile haşır neşir olmuş gençler askeriyenin mutfağına verilmez miydi?
Şimdi hangi eller girdi askeriye tencerelerinin içine?
Kimler karıştırıyor o çorbaları?
Kimler doğruyor yemeklere patatesleri soğanları?
Hangi güvenle, hangi fikirle teslim ediliyor vatan bekçisi askerin canı ne idüğü belirsiz ellere?
Kimler nemalanıyor bu alış verişlerden?
İşin başındakiler de aynı yemeği yiyiyorlar mı mesela?
Kendi evlerine fabrikalarında pişirilen yemeklerden yolluyorlar mı?
O yemekleri çoluklarının çocuklarının boğazından geçiriyorlar mı?

Yoksa zehirledikleri insanların sırtından kazandıkları paralar ile mükellef sofralar mı kuruyorlar kendilerin?
****
Her işin başı ahlâk ve vicdan...
En basitinden, insan kendi yemediği bir şeyi misafirine ikram eder mi hiç?
Hele de bu işten ekmek yiyiyorsa, kendi ekmeğine kan doğrar mı hiç?

Ahlâkı ve vicdanı yoksa doğrar elbet.
Bir kere yetmez, bir daha, bir daha doğrar üstelik.
Ne can kıymeti, ne Allah korkusu, ne akıl, ne fikir.
Kirlenmiş paralar ile yaşadıkları kirli hayatlardır edindikleri.
O yüzden; askere uzanan bütün kirli eller cezasını çeksin...

Ben derim ki;
Bundan böyle asker için verilecek her yemek önce yemeğin piştiği fabrikada pişirenler tarafından yensin, sonra askeriyeye servis edilsin. Üstelik bir kez de askeriyede çeşnicibaşının denetiminden geçsin.
Hâttâ derim ki;
Askeriye eskisi gibi kendi yemeğini kendisi pişirsin. 
Anasının babasının gözünün nuru evlatlarımızın canıdır mevzubahis olan.
Onların vazgeçilmiş, unutulmuş, atılmış, kıymetsiz, önemsiz canlar olduğu zannedilmesin...

(Kapak fotoğrafı üç yıl öncesinin haberine aittir)

16 Haziran 2017 Cuma

Siz kimin izindesiniz?

"Avusturyalı romancı, oyun yazarı, gazeteci ve biyografi yazarı Stefan Zweig, Avrupa’nın içine düştüğü durumdan duyduğu üzüntü ve yaşamındaki düş kırıklıkları nedeniyle 22 Şubat 1942'de Rio de Janeiro'da, karısı Lotte ile birlikte intihar etti. Buna Hitler’in dünya düzenini kalıcı sanmasının verdiği karamsarlığın yanı sıra, kendi dünyasının asla bir daha var olmayacağı düşüncesi neden oldu."
Zweig'ın "Olağanüstü Bir Gece" kitabının önsözünde yer alan kısa biyografisini okuyunca öğrendim bu hazin hikâyeyi. Daha sonra hayatına göz attım. 

1881 doğumluydu. İlk gençliğini 1900’lerin başında yaşamıştı. 1920'de Avusturya Salzburg'da en verimli çağını yakalamıştı. Burada geçirdiği 20 yılda çok mutlu olmuştu. Hızla bozulan Avrupa'yı uyarmak için yazılar yazmış, diplomatik çevreleri aşırılıklara karşı uyararak onlara akıl ve sabır çağrısında bulunmuştu.
Heyhat! 
1933'de Almanya'da kitaplar yakılmaya başlandığında, Yahudi kökenli Zweig'in kitapları da bu talandan nasibini aldı. 1934'de evi Gestapo tarafından basılınca buralarda daha fazla durulamayacağını anladı ve önce Londra'ya, oradan Portekiz'e, daha sonra da New York'a, Arjantin'e, Paraguay'a ve Brezilya'ya gitti. Konferanslar için gittiği Brezilya'ya yerleşmeye karar verdi.
Ancak nereye kaçarsa kaçsın bu dünya onun dünyası değildi.

Zweig kapıldığı umutsuzluktan sıyrılamamış, dönemin vahşetine dayanamamış, bu düzenin hep böyle süreceğine, sonunun hiç gelmeyeceğine, faşizmin hiç bitmeyeceğine inanmıştı. 
Brezilya'da özgür yaşıyor olması doğduğu topraklardaki kıyımı görmezden gelmesine engel değildi.
Böyle yaşamaktansa yaşamamayı tercih etti. 
Ve malum son...

Savaş 1945'de bitti.
Hitler de Zweig gibi intihar etti.
Avrupa'da sınırlar yeniden çizildi. Almanya Doğu ve Batı'ya ayrılarak (başlarına Hitler gibi bir karakteri seçmenin ve savaşta "diğerlerine" yaptıkları zulümlerin) belki de en ağır bedeli ödedi. 
Gün oldu, 1989 yılında o Duvar da ortadan kalktı. 
Dünya evriliyordu. Değişim kaçınılmazdı. İnsanlar faniydi. Gelenler gidiyor, yerlerine yenileri geliyordu. 

1881'de Selanik'te doğan bir bebek daha vardı.
Adı Mustafa...
O da aynı dünyanın içine düşmüş, o da Avrupa'nın çalkantısını ve bir yandan da Osmanlı tebaası olarak kendi devletinin çöküş günlerini yaşamıştı. 
Adım adım geçtiği günlerde, çocukluğunda, ilk gençliğinde, erişkinliğinde ve daha sonra yetişkinliğinde hep aydınlık yüzlü olmuş, karamsarlığa kapılmamış ve gün gelip devlet için "yok oluş" tehlikesi kapıya dayandığında 'nasıl ederim de bu gidişatı durdururum'un peşine düşmüştü.
O kadar ümit doluydu ve o kadar yenilikçiydi ki, savaşın en sıcak zamanlarında bile savaş bittikten sonra yapacağı devrimleri planlıyordu.
Savaşı kazanacağından o kadar emindi ki, kaybetmeyi kat'iyetle düşünmüyordu.
Kadınlara verilecek hakların detayları savaş çadırlarında not alınıyordu.
Savaşın bitiminin ardından halkını sefalete sürükleyen düzenin yerine, halkını refaha eriştirecek bir düzen kurmak istiyordu. 
Ki Milli Mücadele'nin bitiminde, "Hayır savaş bitmedi, esas savaş şimdi başlıyor" deyişi bu yüzdendi... 
**** 
İkisi 1881, biri 1889 doğumlu üç kişiden söz ettim size bu yazımda.
1938, 1942 ve 1945'te ayrıldılar bu dünyadan.
Arkalarında bıraktıkları eserlere bakacak olursak, hepsinde ümidin, ümitsizliğin ve boş hayallerin derin izlerini görebiliriz.

Birinin yaptığı insanları sorumsuzca bir bilinmeze sürüklemek ise, bir diğeri bu sürüklenişi durduramamanın ağırlığı altında ezilmiş ve had safhada duyarlı bir insan olarak buna daha fazla şahitlik etmek istememişti.
Hitler ölümsüz olmak istiyor olmalıydı, Zweig de zamanı durdurmak.

Mustafa Kemal ise devletine ve milletine sorumsuzluk gösterenlere karşı durmuş, kenara çekilmek yerine ortaya atılmış, tüm hayatını ortaya koymuş, tutarsız hayallere kapılmamış, kurduğu hayalleri gün gelip gerçekleştirmişti.

Milletine ölümsüz olmadığını anlatmak için; "Benim naçiz vücudum elbet bir gün toprak olacaktır; fakat Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır" diyordu. 
Kendinden geçeli çok olmuştu. Dünyayı izlediği gözlerinin bakış açısı engindi.

Öngörüsünün sınırı yoktu. 
"Ben size manevi miras olarak hiçbir ayet, hiçbir dogma, hiçbir donmuş ve kalıplaşmış kural bırakmıyorum. Benim manevi mirasım bilim ve akıldır. Zaman sür'atle ilerliyor, milletlerin, cemiyetlerin, fertlerin saadet ve bedbahtlık telâkkileri bile değişiyor. Böyle bir dünyada, asla değişmeyecek hükümler getirdiğini iddia etmek, aklın ve ilmin gelişimini inkâr etmek olur." diyordu.

Geçmez sandığınız zamanlar geçer, bitmez sandığınız günler biter, gitmez sandığınız her şey gider.
Arkanızda bıraktığınız izler ise dünya döndükçe sizi anlatmaya devam eder...

Siz kimin izindesiniz ona bakın.
Dahası; ardınızda nasıl izler bırakıyorsunuz, ona bakın...