"Avusturyalı romancı, oyun yazarı, gazeteci ve biyografi yazarı Stefan Zweig, Avrupa’nın içine düştüğü durumdan duyduğu üzüntü ve yaşamındaki düş kırıklıkları nedeniyle 22 Şubat 1942'de Rio de Janeiro'da, karısı Lotte ile birlikte intihar etti. Buna Hitler’in dünya düzenini kalıcı sanmasının verdiği karamsarlığın yanı sıra, kendi dünyasının asla bir daha var olmayacağı düşüncesi neden oldu."
Zweig'ın "Olağanüstü Bir Gece" kitabının önsözünde yer alan kısa biyografisini okuyunca öğrendim bu hazin hikâyeyi. Daha sonra hayatına göz attım.
1881 doğumluydu. İlk gençliğini 1900’lerin başında yaşamıştı. 1920'de Avusturya Salzburg'da en verimli çağını yakalamıştı. Burada geçirdiği 20 yılda çok mutlu olmuştu. Hızla bozulan Avrupa'yı uyarmak için yazılar yazmış, diplomatik çevreleri aşırılıklara karşı uyararak onlara akıl ve sabır çağrısında bulunmuştu.
Heyhat!
1933'de Almanya'da kitaplar yakılmaya başlandığında, Yahudi kökenli Zweig'in kitapları da bu talandan nasibini aldı. 1934'de evi Gestapo tarafından basılınca buralarda daha fazla durulamayacağını anladı ve önce Londra'ya, oradan Portekiz'e, daha sonra da New York'a, Arjantin'e, Paraguay'a ve Brezilya'ya gitti. Konferanslar için gittiği Brezilya'ya yerleşmeye karar verdi.
Ancak nereye kaçarsa kaçsın bu dünya onun dünyası değildi.
Zweig kapıldığı umutsuzluktan sıyrılamamış, dönemin vahşetine dayanamamış, bu düzenin hep böyle süreceğine, sonunun hiç gelmeyeceğine, faşizmin hiç bitmeyeceğine inanmıştı.
Brezilya'da özgür yaşıyor olması doğduğu topraklardaki kıyımı görmezden gelmesine engel değildi.
Böyle yaşamaktansa yaşamamayı tercih etti.
Ve malum son...
Savaş 1945'de bitti.
Hitler de Zweig gibi intihar etti.
Avrupa'da sınırlar yeniden çizildi. Almanya Doğu ve Batı'ya ayrılarak (başlarına Hitler gibi bir karakteri seçmenin ve savaşta "diğerlerine" yaptıkları zulümlerin) belki de en ağır bedeli ödedi.
Gün oldu, 1989 yılında o Duvar da ortadan kalktı.
Dünya evriliyordu. Değişim kaçınılmazdı. İnsanlar faniydi. Gelenler gidiyor, yerlerine yenileri geliyordu.
1881'de Selanik'te doğan bir bebek daha vardı.
Adı Mustafa...
O da aynı dünyanın içine düşmüş, o da Avrupa'nın çalkantısını ve bir yandan da Osmanlı tebaası olarak kendi devletinin çöküş günlerini yaşamıştı.
Adım adım geçtiği günlerde, çocukluğunda, ilk gençliğinde, erişkinliğinde ve daha sonra yetişkinliğinde hep aydınlık yüzlü olmuş, karamsarlığa kapılmamış ve gün gelip devlet için "yok oluş" tehlikesi kapıya dayandığında 'nasıl ederim de bu gidişatı durdururum'un peşine düşmüştü.
O kadar ümit doluydu ve o kadar yenilikçiydi ki, savaşın en sıcak zamanlarında bile savaş bittikten sonra yapacağı devrimleri planlıyordu.
Savaşı kazanacağından o kadar emindi ki, kaybetmeyi kat'iyetle düşünmüyordu.
Kadınlara verilecek hakların detayları savaş çadırlarında not alınıyordu.
Savaşın bitiminin ardından halkını sefalete sürükleyen düzenin yerine, halkını refaha eriştirecek bir düzen kurmak istiyordu.
Ki Milli Mücadele'nin bitiminde, "Hayır savaş bitmedi, esas savaş şimdi başlıyor" deyişi bu yüzdendi...
****
İkisi 1881, biri 1889 doğumlu üç kişiden söz ettim size bu yazımda.
1938, 1942 ve 1945'te ayrıldılar bu dünyadan.
Arkalarında bıraktıkları eserlere bakacak olursak, hepsinde ümidin, ümitsizliğin ve boş hayallerin derin izlerini görebiliriz.
Birinin yaptığı insanları sorumsuzca bir bilinmeze sürüklemek ise, bir diğeri bu sürüklenişi durduramamanın ağırlığı altında ezilmiş ve had safhada duyarlı bir insan olarak buna daha fazla şahitlik etmek istememişti.
Hitler ölümsüz olmak istiyor olmalıydı, Zweig de zamanı durdurmak.
Mustafa Kemal ise devletine ve milletine sorumsuzluk gösterenlere karşı durmuş, kenara çekilmek yerine ortaya atılmış, tüm hayatını ortaya koymuş, tutarsız hayallere kapılmamış, kurduğu hayalleri gün gelip gerçekleştirmişti.
Milletine ölümsüz olmadığını anlatmak için; "Benim naçiz vücudum elbet bir gün toprak olacaktır; fakat Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır" diyordu.
Kendinden geçeli çok olmuştu. Dünyayı izlediği gözlerinin bakış açısı engindi.
Öngörüsünün sınırı yoktu.
"Ben size manevi miras olarak hiçbir ayet, hiçbir dogma, hiçbir donmuş ve kalıplaşmış kural bırakmıyorum. Benim manevi mirasım bilim ve akıldır. Zaman sür'atle ilerliyor, milletlerin, cemiyetlerin, fertlerin saadet ve bedbahtlık telâkkileri bile değişiyor. Böyle bir dünyada, asla değişmeyecek hükümler getirdiğini iddia etmek, aklın ve ilmin gelişimini inkâr etmek olur." diyordu.
Geçmez sandığınız zamanlar geçer, bitmez sandığınız günler biter, gitmez sandığınız her şey gider.
Arkanızda bıraktığınız izler ise dünya döndükçe sizi anlatmaya devam eder...
Siz kimin izindesiniz ona bakın.
Dahası; ardınızda nasıl izler bırakıyorsunuz, ona bakın...
Zweig'ın "Olağanüstü Bir Gece" kitabının önsözünde yer alan kısa biyografisini okuyunca öğrendim bu hazin hikâyeyi. Daha sonra hayatına göz attım.
1881 doğumluydu. İlk gençliğini 1900’lerin başında yaşamıştı. 1920'de Avusturya Salzburg'da en verimli çağını yakalamıştı. Burada geçirdiği 20 yılda çok mutlu olmuştu. Hızla bozulan Avrupa'yı uyarmak için yazılar yazmış, diplomatik çevreleri aşırılıklara karşı uyararak onlara akıl ve sabır çağrısında bulunmuştu.
Heyhat!
1933'de Almanya'da kitaplar yakılmaya başlandığında, Yahudi kökenli Zweig'in kitapları da bu talandan nasibini aldı. 1934'de evi Gestapo tarafından basılınca buralarda daha fazla durulamayacağını anladı ve önce Londra'ya, oradan Portekiz'e, daha sonra da New York'a, Arjantin'e, Paraguay'a ve Brezilya'ya gitti. Konferanslar için gittiği Brezilya'ya yerleşmeye karar verdi.
Ancak nereye kaçarsa kaçsın bu dünya onun dünyası değildi.
Zweig kapıldığı umutsuzluktan sıyrılamamış, dönemin vahşetine dayanamamış, bu düzenin hep böyle süreceğine, sonunun hiç gelmeyeceğine, faşizmin hiç bitmeyeceğine inanmıştı.
Brezilya'da özgür yaşıyor olması doğduğu topraklardaki kıyımı görmezden gelmesine engel değildi.
Böyle yaşamaktansa yaşamamayı tercih etti.
Ve malum son...
Savaş 1945'de bitti.
Hitler de Zweig gibi intihar etti.
Avrupa'da sınırlar yeniden çizildi. Almanya Doğu ve Batı'ya ayrılarak (başlarına Hitler gibi bir karakteri seçmenin ve savaşta "diğerlerine" yaptıkları zulümlerin) belki de en ağır bedeli ödedi.
Gün oldu, 1989 yılında o Duvar da ortadan kalktı.
Dünya evriliyordu. Değişim kaçınılmazdı. İnsanlar faniydi. Gelenler gidiyor, yerlerine yenileri geliyordu.
1881'de Selanik'te doğan bir bebek daha vardı.
Adı Mustafa...
O da aynı dünyanın içine düşmüş, o da Avrupa'nın çalkantısını ve bir yandan da Osmanlı tebaası olarak kendi devletinin çöküş günlerini yaşamıştı.
Adım adım geçtiği günlerde, çocukluğunda, ilk gençliğinde, erişkinliğinde ve daha sonra yetişkinliğinde hep aydınlık yüzlü olmuş, karamsarlığa kapılmamış ve gün gelip devlet için "yok oluş" tehlikesi kapıya dayandığında 'nasıl ederim de bu gidişatı durdururum'un peşine düşmüştü.
O kadar ümit doluydu ve o kadar yenilikçiydi ki, savaşın en sıcak zamanlarında bile savaş bittikten sonra yapacağı devrimleri planlıyordu.
Savaşı kazanacağından o kadar emindi ki, kaybetmeyi kat'iyetle düşünmüyordu.
Kadınlara verilecek hakların detayları savaş çadırlarında not alınıyordu.
Savaşın bitiminin ardından halkını sefalete sürükleyen düzenin yerine, halkını refaha eriştirecek bir düzen kurmak istiyordu.
Ki Milli Mücadele'nin bitiminde, "Hayır savaş bitmedi, esas savaş şimdi başlıyor" deyişi bu yüzdendi...
****
İkisi 1881, biri 1889 doğumlu üç kişiden söz ettim size bu yazımda.
1938, 1942 ve 1945'te ayrıldılar bu dünyadan.
Arkalarında bıraktıkları eserlere bakacak olursak, hepsinde ümidin, ümitsizliğin ve boş hayallerin derin izlerini görebiliriz.
Birinin yaptığı insanları sorumsuzca bir bilinmeze sürüklemek ise, bir diğeri bu sürüklenişi durduramamanın ağırlığı altında ezilmiş ve had safhada duyarlı bir insan olarak buna daha fazla şahitlik etmek istememişti.
Hitler ölümsüz olmak istiyor olmalıydı, Zweig de zamanı durdurmak.
Mustafa Kemal ise devletine ve milletine sorumsuzluk gösterenlere karşı durmuş, kenara çekilmek yerine ortaya atılmış, tüm hayatını ortaya koymuş, tutarsız hayallere kapılmamış, kurduğu hayalleri gün gelip gerçekleştirmişti.
Milletine ölümsüz olmadığını anlatmak için; "Benim naçiz vücudum elbet bir gün toprak olacaktır; fakat Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır" diyordu.
Kendinden geçeli çok olmuştu. Dünyayı izlediği gözlerinin bakış açısı engindi.
Öngörüsünün sınırı yoktu.
"Ben size manevi miras olarak hiçbir ayet, hiçbir dogma, hiçbir donmuş ve kalıplaşmış kural bırakmıyorum. Benim manevi mirasım bilim ve akıldır. Zaman sür'atle ilerliyor, milletlerin, cemiyetlerin, fertlerin saadet ve bedbahtlık telâkkileri bile değişiyor. Böyle bir dünyada, asla değişmeyecek hükümler getirdiğini iddia etmek, aklın ve ilmin gelişimini inkâr etmek olur." diyordu.
Geçmez sandığınız zamanlar geçer, bitmez sandığınız günler biter, gitmez sandığınız her şey gider.
Arkanızda bıraktığınız izler ise dünya döndükçe sizi anlatmaya devam eder...
Siz kimin izindesiniz ona bakın.
Dahası; ardınızda nasıl izler bırakıyorsunuz, ona bakın...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder