Ağlayanla ağlayan ben, gülenle gülen ben.
Her neşeyi, her kederi dostlarla paylaşan ben.
Ayrılanla ayrılan ben, sevenle seven ben,
Her acıyı, her sızıyı kalbinde taşıyan ben.
Sanma ki içmişim, sanma ki sarhoşum,
GünleRdiR, aylaRdıR, yıllaRdıR, yoRgunum...
Biliyorsunuz değil mi bu şarkıyı?
Tanju Okan söylerdi hani o davudi sesiyle.
R'lerin üzerine basa basa, gümbür gümbür ama bir o kadar da kırık ve küskün söylerdi...
Koskoca bedeninin içinde mahalledeki oyuna seçilmemiş bir çocuk vardı sanki. O kadar koşturmasına rağmen yedeğe bile alınmaya layık bulunmayan bir çocuk. Ya da her şeyini önüne serdiği sevdasının yüzüne bakmadığı, saçını süpürge ettiği kocasının bir başka kadına kapıldığı bir kadın misali.
Nadim, ezik, yenik...
Kendimi bildim bileli gözümün önünde yaşanan onca vak'a resmi geçit yapıyor zihnimde.
Ne cinayetler, ne savaşlar, ne katliamlar, ne dolandırcılıklar, ne hortumlamalar, ne atışmalar, ne itişmeler gördüm göz ucuyla...
İkinci Dünya Savaşı'ndaki Yahudi soykırımını filmlerde izledim, İsrail askerlerinin Filistinli çocukların kollarına taşla vurarak kollarını kırışlarını televizyondan.
Watergate gibi skandalları filmlerde izledim, Wikileaks'i, İSKİ'den ayakkabı kutularına bilumum skandalları televizyondan.
5-6 Eylül olaylarını, 27 Mayıs darbesini eski dergilerden öğrendim, 80 darbesini televizyondan izledim.
Sene 1977. Kanlı 1 Mayıs'ta evimize henüz televizyon girmemiş. Gazetelerdeki fotoğrafları hatırlıyorsunuzdur.
99 Gölcük depreminden önce de pek çok deprem yaşanmıştı memlekette. Lice, Adana Ceyhan, Erzurum, Bingöl...
17 Ağustos 1999 kadar canlı değildi hiçbirisi. Çünkü hiçbirisi yakınımda değildi...
Yine 99 Düzce. Ve sonra 2011 Van...
Ölenler, ölmeyenler, çadırlar, yangınlar, ulaşmayan yardımlar, yağmalama, sefalet, rezalet, yardım yokluğu, yardıma muhtaç insan çokluğu...
Son yıllarımız ise gittikçe hızlanan bir çürüme ve kokuşma yılları olarak geçecek tarih sayfalarına.
Cinayetler, tecavüzler, yalan üzerine yalanlar, şiddet, ahlâksızlık, hırsızlık, utanmazlık...
Durduk yerde bisikletli bir çocuğun kafasına taşla vuruyor birisi.
Bir diğeri şort giydi diye bir kıza saldırıyor.
Gencecik delikanlılar ya aşla, ya kurşunla ya da uyuşturucuyla telef ediliyor.
Serseri bir kurşuna hedef oluyor ömrünün baharında bir öğretmen.
Adalet adına yürüyenler için yapılan menfi yorumlarda seviye öyle yerlerde ki, midem bulanıyor.
Nahak yere içeri alınanlar, ölüm orucuna yatanlar, haksız yere salınanlar.
Ülkede tacizin, şiddetin, sorumsuzluğun, duyarsızlığın ucu görünmüyor.
Dünya felaketleri bir yanda, ülke gidişatı bir yanda.
Hepsini görüyor bu gözler, hepsini kaydediyor bir yerlere.
Damarımda gezen kan acıyor sonra.
Etlerim acıyor. Gözbebeklerim acıyor. Burun deliklerim, kulak memelerim acıyor.
Bir bakıyorum ki dilimde o şarkı.
Günlerdir, aylardır, yıllardır, yorgunum...
Nadim, ezik, yenik bir şarkı...
Gözünün görüp, kulağının duyup, kalbinin ezildiği bu manzara arkanda fon olmuş, yaşıyorsun ezik ezik.
Alışıyorsun da galiba.
Yaşamayı öğrenmek demek acıları görmezden gelmek demek mi yoksa?
Bayram geliyor bayram kutlamaları yapıyorsun, ya da tatile koşuyorsun mesela.
Ne yesem, ne giysem, maaş yeter mi, ay sonu gelir mi, çocuğun okulu, evin aidatı, araç kredisi derken bir hay huy içinde dönüp duruyorsun istemsizce.
Gözlerinin ardına, beyninin en ince kıvrımlarına yaşanmışlıkların acıları yerleşmişken yapıyorsun bunları üstelik.
Kendine şaşırarak, herkese şaşırarak...
Şarkılar çalıyor, aşka geliyorsun.
Güzel bir söze, manidar bir bakışa, çapkın bir gülüşe tav oluyorsun.
İnsansın, gafilsin...
****
Azgın akan bir nehirdeki tahta bir sandalda yol alıyor gibisin bir başına.
Nehir tüm azgınlığıyla akıp geçiyor iki yanından.
Bir yandan sandalda sabit kalmaya, alabora olmamaya, girdaplara kapılmamaya, karaya vurmamaya çalışıp, bir yandan da endişe ve merakla izliyorsun akışı.
Belki bu dönemeci dönünce sakinleşir nehir, belki de sonraki kıvrımın ardından ulaşırım dinginliğe diyerek.
Bir umutla, hep umutla çekiyorsun kürekleri.
Ulaşıyorsun da zaman zaman.
Kıyılar yeşil, orman gizemli, gün döndükçe gökte ay ve güneş birbirlerine nöbet devretmekte.
Kim bilir kaç yüzyıllardır olduğu gibi işte.
Sevinçle hüzün hep iç içe...
Her neşeyi, her kederi dostlarla paylaşan ben.
Ayrılanla ayrılan ben, sevenle seven ben,
Her acıyı, her sızıyı kalbinde taşıyan ben.
Sanma ki içmişim, sanma ki sarhoşum,
GünleRdiR, aylaRdıR, yıllaRdıR, yoRgunum...
Biliyorsunuz değil mi bu şarkıyı?
Tanju Okan söylerdi hani o davudi sesiyle.
R'lerin üzerine basa basa, gümbür gümbür ama bir o kadar da kırık ve küskün söylerdi...
Koskoca bedeninin içinde mahalledeki oyuna seçilmemiş bir çocuk vardı sanki. O kadar koşturmasına rağmen yedeğe bile alınmaya layık bulunmayan bir çocuk. Ya da her şeyini önüne serdiği sevdasının yüzüne bakmadığı, saçını süpürge ettiği kocasının bir başka kadına kapıldığı bir kadın misali.
Nadim, ezik, yenik...
Kendimi bildim bileli gözümün önünde yaşanan onca vak'a resmi geçit yapıyor zihnimde.
Ne cinayetler, ne savaşlar, ne katliamlar, ne dolandırcılıklar, ne hortumlamalar, ne atışmalar, ne itişmeler gördüm göz ucuyla...
İkinci Dünya Savaşı'ndaki Yahudi soykırımını filmlerde izledim, İsrail askerlerinin Filistinli çocukların kollarına taşla vurarak kollarını kırışlarını televizyondan.
Watergate gibi skandalları filmlerde izledim, Wikileaks'i, İSKİ'den ayakkabı kutularına bilumum skandalları televizyondan.
5-6 Eylül olaylarını, 27 Mayıs darbesini eski dergilerden öğrendim, 80 darbesini televizyondan izledim.
Sene 1977. Kanlı 1 Mayıs'ta evimize henüz televizyon girmemiş. Gazetelerdeki fotoğrafları hatırlıyorsunuzdur.
99 Gölcük depreminden önce de pek çok deprem yaşanmıştı memlekette. Lice, Adana Ceyhan, Erzurum, Bingöl...
17 Ağustos 1999 kadar canlı değildi hiçbirisi. Çünkü hiçbirisi yakınımda değildi...
Yine 99 Düzce. Ve sonra 2011 Van...
Ölenler, ölmeyenler, çadırlar, yangınlar, ulaşmayan yardımlar, yağmalama, sefalet, rezalet, yardım yokluğu, yardıma muhtaç insan çokluğu...
Son yıllarımız ise gittikçe hızlanan bir çürüme ve kokuşma yılları olarak geçecek tarih sayfalarına.
Cinayetler, tecavüzler, yalan üzerine yalanlar, şiddet, ahlâksızlık, hırsızlık, utanmazlık...
Durduk yerde bisikletli bir çocuğun kafasına taşla vuruyor birisi.
Bir diğeri şort giydi diye bir kıza saldırıyor.
Gencecik delikanlılar ya aşla, ya kurşunla ya da uyuşturucuyla telef ediliyor.
Serseri bir kurşuna hedef oluyor ömrünün baharında bir öğretmen.
Adalet adına yürüyenler için yapılan menfi yorumlarda seviye öyle yerlerde ki, midem bulanıyor.
Nahak yere içeri alınanlar, ölüm orucuna yatanlar, haksız yere salınanlar.
Ülkede tacizin, şiddetin, sorumsuzluğun, duyarsızlığın ucu görünmüyor.
Dünya felaketleri bir yanda, ülke gidişatı bir yanda.
Hepsini görüyor bu gözler, hepsini kaydediyor bir yerlere.
Damarımda gezen kan acıyor sonra.
Etlerim acıyor. Gözbebeklerim acıyor. Burun deliklerim, kulak memelerim acıyor.
Bir bakıyorum ki dilimde o şarkı.
Günlerdir, aylardır, yıllardır, yorgunum...
Nadim, ezik, yenik bir şarkı...
Gözünün görüp, kulağının duyup, kalbinin ezildiği bu manzara arkanda fon olmuş, yaşıyorsun ezik ezik.
Alışıyorsun da galiba.
Yaşamayı öğrenmek demek acıları görmezden gelmek demek mi yoksa?
Bayram geliyor bayram kutlamaları yapıyorsun, ya da tatile koşuyorsun mesela.
Ne yesem, ne giysem, maaş yeter mi, ay sonu gelir mi, çocuğun okulu, evin aidatı, araç kredisi derken bir hay huy içinde dönüp duruyorsun istemsizce.
Gözlerinin ardına, beyninin en ince kıvrımlarına yaşanmışlıkların acıları yerleşmişken yapıyorsun bunları üstelik.
Kendine şaşırarak, herkese şaşırarak...
Şarkılar çalıyor, aşka geliyorsun.
Güzel bir söze, manidar bir bakışa, çapkın bir gülüşe tav oluyorsun.
İnsansın, gafilsin...
****
Azgın akan bir nehirdeki tahta bir sandalda yol alıyor gibisin bir başına.
Nehir tüm azgınlığıyla akıp geçiyor iki yanından.
Bir yandan sandalda sabit kalmaya, alabora olmamaya, girdaplara kapılmamaya, karaya vurmamaya çalışıp, bir yandan da endişe ve merakla izliyorsun akışı.
Belki bu dönemeci dönünce sakinleşir nehir, belki de sonraki kıvrımın ardından ulaşırım dinginliğe diyerek.
Bir umutla, hep umutla çekiyorsun kürekleri.
Ulaşıyorsun da zaman zaman.
Kıyılar yeşil, orman gizemli, gün döndükçe gökte ay ve güneş birbirlerine nöbet devretmekte.
Kim bilir kaç yüzyıllardır olduğu gibi işte.
Sevinçle hüzün hep iç içe...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder