23 Haziran 2013 Pazar

Paranoyanın dedikodulu hali!

Arada doktora gitmeli insan...
Hani 'çocukluğuna inen' doktora ama.
Anlatmalı sonra içinde barındırdığı ne varsa.
Acılarını, tatlılarını.
Dökmeli içini şöyle sular seller gibi.
Kâh ağlaya, kâh güle...
Çocukluğuyla yüzleştikten sonra da günlük hayatta yaşadıklarını anlatmak için gitmeli.
Madem kimseleri dinlemeyip kimselere inanmıyor, güvenmiyor, eşiyle dostuyla bile dertleşmiyor.
Dertleşme ihtiyacıyla beraber dedikodu yapma ihtiyacını da gideremiyor.
Ki bir insan kimselere güvenmeyip  birebir konuşmalardan korkuyorsa, korkularını ve sanrılarını kalabalıklara yansıtıyorsa.
Şikâyet mi desek, ağlaşma mı desek, gaz verme mi desek ağzına ne gelirse üzerine basa basa anlatıyorsa...
"O bana dedi ki", "Bu sana dedi ki", "Şu ona dedi ki" diyerek dedikodu yapıp ortalığı birbirine katıyorsa...
Topluluklara hitap ederken "Bunlar var ya bunlar sizin için şöyle dediler, böyle dediler" diyerek ortamı gerdikçe geriyorsa.
Gerilimden doğan kargaşaları ellerini ovuşturup bıyık altından gülerek izliyorsa,
Kısacası;
Çözüm için değil, düğüm için konuşuyorsa,
Muhakkak gitmeli...
Uzanmalı koltuğa şöyle boylu boyunca.
Ortam loş ve sessiz.
Hafif bir müzik belki.
Rahatla, sakinleş, iyileş, güzelleş.
Aynaya bak, kendini gör.
Dahası;
Paranoyayı bırak, artık gerçekleri gör...

22 Haziran 2013 Cumartesi

Nilüfer'de müzik sokağa taştı


‘Sazını, sözünü, arkadaşını da al gel’ sloganıyla “21 Haziran Dünya Müzik Günü” etkinliklerinin ikincisini kutlayan Nilüfer Belediyesi, tüm sanatseverlerin katılımıyla 21 Haziran akşamı Dünya Müzik Günü’nü FSM Bulvarı’nda kutladı.
FSM Bulvarı’nda gerçekleşen etkinliğe pek çok müzik grubu ve müzik şirketi katıldı.

Halkın yoğun ilgisi sayesinde epey neşeli devam eden kutlamalar gece yarısına kadar sürecek.
Stant açan müzik insanları arasında el yapımı bir kemanın yapılma evrelerini göstermesiyle benim dikkat çeken bir masa oldu.
Masanın başında durarak sorulara cevap veren kişiyi tanımak istedim ve İTÜ El Yapımı Yaylılar mezunu H. Can Türkel olduğunu öğrendim.
Bir kemanın yapım evrelerini ben sordum, o anlattı uzun uzun.
Ağaç cinsi ve kalitesinin maharetli ellerle birleşmesi ile ortaya çıkan şaheser takdire şayandı elbet.
Kemanın ilk öğrenme evrelerinde sesinin çok kötü çıktığını, sonra olması gereken kıvama dönüştüğünü söylediğimde, yapım aşamasında da aynı dedi…
Keman yapımı sol eldeki rendeyle başlayıp sağ eldeki rendeyle tamamlanıyor…

Müzisyenler arasında tanıdıklar da vardı tabi.
Nilüfer Kadın Korosu mesela.
Koro şefi Aysel Gürel ile ayak üzeri konuştuk da; Ağustos ayında Yunanistan’da bir konserleri olacağı müjdesini verdi hemen. Görmeyeli bir de ritm grubu kurmuşlar. İnternet sayfalarında İngilizce olarak da tanıtımları varmış ve bu sayede yurt dışından da ziyaretçileri oluyormuş…
Önümüzdeki sezon için repertuvarlarını yeniliyorlarmış.

Onlar böyle hazırlandıktan sonra bize de işin en keyifli kısmı kalıyor…
****
İçinizdeki müzik hiç susmasın.
Şarkı söyleyin, Nilüfer’desiniz….

20 Haziran 2013 Perşembe

Tükettiğinin farkında mısın?

Bir önceki yazımda tükendiğinin farkında olmaktan bahsetmiş ve daha fazla tükenmeye izin vermemek gerektiğini söylemiştim ya;
Bu yazımda da tükenmek eyleminin diğer tarafına bakalım istedim.
İnsan kendi kendisine tükenmiyor malum.
Bir de tüketicisi var...
Hani Cem Karaca derdi ya "Beni siz delirttiniz!" diye.
Hani henüz 36 yaşında iken kendisini Boğaz Köprüsü'nden bırakan Sabancı Üniversitesi öğretim görevlisi Yrd. Doç. Dr. Dicle Kocaoğlu'nun köprü üzerinde terk ettiği aracında bulunan notta yazılıydı ya Çok acı var dayanamıyorum! diye...
Hayat içinde yaşananlar herkeste ayrı yer buluyor.
Farkındalığı olanlar haksızlıklara tahammülde ve hiçbir şey olmamış gibi yaşamakta zorlanıyor.
Genelden özele inip küçük küçük hayatlara 'zoom' yaparsak;
Pek çok kişi tüketici olarak yaşıyor aslında şu dünyada.
AVM tüketicileri değil dediğim, insan ve hayat tüketenlerden bahsediyorum ben.
İşte onlar gide gele küçük ısırıklar atarak bir kurt misali kemiriyorlar karşılarındakileri.
Yapma deyişlere aldırış etmeden, etme deyişlere kulak vermeden…
İçlerinde taşıdıkları güvensizlik ve huzursuzlukla ellerine geçirdikleri ne varsa lime lime ederek.
En çok da kendilerinde olmayan meziyetlere sahip olanlara haset ederek.
Aslında hayran oldukları ama kendi iç dünyalarında hayranlık ile kıskançlığın yenişemediği, çokça zaman kıskançlıklarını gizlemek için hayranlık cümleleri kurdukları, lâkin arada kıskançlıklarının galip gelmesiyle anlık zehirlemelerde bulundukları kişiyi yudum yudum tüketerek.
Hele de o tek tük zehirli sözlerin buzdağının su üzerindeki yüzü olduğunu biliyorsa zehirlenen ve bu kelimelerin çıkışına sebep olan esas büyük kütleyi görüyorsa aşağılarda, isyan ettiği zaman söylenecek olan sen beni yanlış anladın cümlesi kifayetsizdir artık tüketilen için.
Zehirleyenin için için hırslanarak ettiği kelamlar gıcık olduğu kişiyi aşağılara çekerek kendisiyle eşitleme ve dolayısıyla  huzura erme mücadeleleridir ve çok zaman neyi niçin yaptığının kendisi bile farkında değildir.
Birlikteliğine sebep olan meziyetleri teker teker ortadan kaldırınca geriye kalan tükenmiş varlığı ne kadar sevecektir oysa?
Bir HİÇ mi istiyordur karşısında yoksa?
Benim olsun HİÇ olsun mu diyordur?
Yoksa gıpta edilenin yanında olmuş olmak kendi yetersizliğini mi yüzüne vuruyordur an be an?
Ondan mıdır bu tahammülsüzlüğü?
Zehirlediği her andan aldığı haz mıdır 'mutluluk'tan anladığı?
Zehirleye zehirleye tükettiğinin tükenişini görmek midir?
Bu anlatımları bir belgeselden aklıma kalan somut bir görüntüyle özdeşleştirirsek;
Afrika'nın dev örümceği tarantulanın pusu kurduğu yuvasına giren yılanı zehirlemesi, zehrin etkisiyle yılanın iç organlarının püreye dönmesi ve bu püreyi örümceğin tüp çikolata emer gibi emmesi, yılanın içi boşaldığı için pörsümüş ve buruşuk bir kâğıda benzeyen derisini -çöpünü kapıya çıkartan bir insan misali- yuvanın dışına bırakarak yeni avlar için yuvaya dönmesi…
****
Konumuza dönersek;
Huzura ermenin yolu başka hayatlarla beslenmek, onları tüketmek ve sonunda da çöpe döndürmek midir?
Yoksa çoğaltmak ve çoğalttıklarınla birlikte çoğalmak mı?

19 Haziran 2013 Çarşamba

Tükendiğinin farkında mısın?

Önce Kayahan tükendi...
Onun tükenişinden yıllar sonra duyduk ki Meryem de tükenmiş.
Hani Hürrem olan.
Şaşırdık.
Tükenmişlik sendromu ha! O da ne ki dedik.
'Şımarıklık işte, ayda 200 bin cukka, daha ne istiyor?'
5 binlik bir iş olsun razıyım, yeter ki mutlu olayım dediğini bilmedik.
Olsa olsa hasılatı  400 bin yapmak için numara çekiyordur zannettik.
Eee, kişi karşısındakini kendisi gibi bilirmiş ne de olsa.
Tükenmek yerine tüketmeyi seçtiğimizden ve kendi tükenişimizin farkına varmadığımızdan olsa gerek bu vazgeçişe bir anlam veremedik.
Kendisiyle barışık, kendisiyle yüzleşebilen ve kendisini dinleyebilenlerin yapabildiği bir şey bu.
Tükeniyorum, o zaman durmalıyım deyip hayata bir mola verebilenlerin,
Satın alınabilen her şeyin kendisini yok oluşa sürüklemesine izin vermeyenlerin,
Hem ruhuna hem de bedenine saygı gösterebilenlerin işi.
Meryem Uzerli farklı bir kültür aldığından belki, ancak sağlıklı olan bir insanın üretken olabileceğinin farkında.
Onun yerinde başka birisi olsa tükenmek ne kelime...
'Böyle ufak tefek şeyler için de tükenilir mi ayol.'
'Paraysa para, şöhretse şöhret...'
Hürrem olmaya can atan kim bilir kaç kişi.
Oysa esas marifet Meryem olabilmekte...
İşte o, canlandırdığı Hürrem'i Hürrem yapanın kendisi olduğunu ve bu tükenmişlik ile devam ederse hem kendisini, hem de Hürrem'i tüketeceğini iyi biliyor.
Ve gidiyor...
Keşke insan Meryem gibi tükenmese ama keşke Meryem gibi tükendiğinin farkına varabilse.
Devam etmek için tırmalarken günden güne eriyip bittiğini anlayabilse.
Ya da anlayanları dinlese, kendisine seslenen seslere kulak verse.
Her şeyden önce bırakıp gidebilecek kadar güçlü, cesur ve akil olabilse...
İnatla kalıp günden güne tükeneceğine, gitmesini bilip büyüse.
Hayatın seyrinden, gündemin keşmekeşinden, kısacası dünyevi her şeyden elini eteğini çekse...
Gittiği yerde ruhunu beslese, iç sesini dinlese, şöyle bir kendisine gelse...
Sonra da geriye muhteşem dönse...

16 Haziran 2013 Pazar

Seni hiç sevmediler mi baba?

Merak ediyorum çocukluğunu;
Saçını okşayan, sırtını sıvazlayan, gözlerinin içine bakarak konuşan, seninle balığa çıkıp top peşinde koşturan, güreş tutuşan, yerlerde yuvarlanan, uçurtmanın ipine seninle birlikte asılan, karınca yuvalarının başında diz çökerek sana hayatı oracıkta anlatan, yanında yürürken elini sımsıkı tutan bir baban olmadı mı senin hiç baba?
Biz çocuklarınla konuşurken gözlerinden çıkan ateşe bakıyorum da, sen nasıl böyle kinle dolu büyüdün diye düşünüyorum baba?
Büyük bir oluşumun küçük bir elemanı olarak yetiştirilirken içine hep nifak tohumları mı ektiler yoksa senin baba?
Ki vakti gelince o tohumlar patlayarak zehir toplarına dönüşüp hem seni, hem de çocuklarını yakıp kavursun diye...
Üzülüyorum ben senin için baba...
İçinde sevgi yerine öfke taşıdığın için, sana baba diyenlere şefkat yerine hiddetle yaklaştığın için, gazabından korkanların yüzlerindeki korkulu bakışlardan keyif aldığın için...
Galiba anlıyorum ben seni baba...
Evet, seni hiç sevmemişler baba.
Sevilmenin hazzını sana hiç yaşatmamışlar.
Bilmediğin bir şeyi  sonradan öğrenmediğin gibi, içindeki bu sevgisizliği de marifet sanmışsın baba.
Nasılsa höt derim susar, pöt derim pısar diye bilmişsin.
O küçükkendi baba.
Bak artık ben büyüdüm.
Bak artık ben korkmuyorum.
"Beni korkutma, korkuyla sağladığın gücün korkutamadığın zaman biter" derdim ya sana hep.
Keşke bıraksaydın da sevgim sana ulaşsaydı be baba.
Keşke sen de beni sevseydin şöyle doya doya.
Sevgin içimde fersah fersah büyürken ben sana senin bana sarıldığından çok daha fazla sarılırdım inan ki baba.
O zaman beni sarıp sarmalayan kollarının arasında güvenle büyür, kollarının arasından beni hayatın ortasına yavaşça bırakmandaki hassasiyetine hayran olur, içimdeki gücü keşfedip kendi kendime yetebilmem için beni özgür bırakışına minnet duyardım.
Sen bunu yapmadın baba.
İstedin ki hep senin dediğin olsun.
İstedin ki hep senin emirlerine uyulsun.
Sen artık yaşlanıyorsun baba.
Elini bana vermezsen, bildiklerini bana öğretmezsen sen yaşlı ve hasta bir adam, ben de sana bakmaktan aciz bir çocuk olarak yok olur gideriz.
Bana güç ver baba.
Bırak kendi dünyamı kurayım.
Bırak kendi düzenimi oturtayım.
Bu dünyada sana da yer var, bana da...
Korkma, 
Benden korkma baba...
Çünkü ben ülkemi çok seviyorum ey bana babalık yapmaya çalışan hayatında hiç sevilmemiş CUMbaba!
****
Bu Babalar Günü'nde, yukarıda yazdıklarımın tam zıttı olan kendi babamı rahmetle anıyor, özlemle ellerinden öpüyorum.
Babalığa layık tüm babaların Babalar Günü Kutlu Olsun...

Seni hiç sevmediler mi baba?

Merak ediyorum çocukluğunu;
Saçını okşayan, sırtını sıvazlayan, gözlerinin içine bakarak konuşan, seninle balığa çıkıp top peşinde koşturan, güreş tutuşan, yerlerde yuvarlanan, uçurtmanın ipine seninle birlikte asılan, karınca yuvalarının başında diz çökerek sana hayatı oracıkta anlatan, yanında yürürken elini sımsıkı tutan bir baban olmadı mı senin hiç baba?
Biz çocuklarınla konuşurken gözlerinden çıkan ateşe bakıyorum da, sen nasıl böyle kinle dolu büyüdün diye düşünüyorum baba?
Büyük bir oluşumun küçük bir elemanı olarak yetiştirilirken içine hep nifak tohumları mı ektiler yoksa senin baba?
Ki vakti gelince o tohumlar patlayarak zehir toplarına dönüşüp hem seni, hem de çocuklarını yakıp kavursun diye...
Üzülüyorum ben senin için baba...
İçinde sevgi yerine öfke taşıdığın için, sana baba diyenlere şefkat yerine hiddetle yaklaştığın için, gazabından korkanların yüzlerindeki korkulu bakışlardan keyif aldığın için...
Galiba anlıyorum ben seni baba...
Evet, seni hiç sevmemişler baba.
Sevilmenin hazzını sana hiç yaşatmamışlar.
Bilmediğin bir şeyi  sonradan öğrenmediğin gibi, içindeki bu sevgisizliği de marifet sanmışsın baba.
Nasılsa höt derim susar, pöt derim pısar diye bilmişsin.
O küçükkendi baba.
Bak artık ben büyüdüm.
Bak artık ben korkmuyorum.
"Beni korkutma, korkuyla sağladığın gücün korkutamadığın zaman biter" derdim ya sana hep.
Keşke bıraksaydın da sevgim sana ulaşsaydı be baba.
Keşke sen de beni sevseydin şöyle doya doya.
Sevgin içimde fersah fersah büyürken ben sana senin bana sarıldığından çok daha fazla sarılırdım inan ki baba.
O zaman beni sarıp sarmalayan kollarının arasında güvenle büyür, kollarının arasından beni hayatın ortasına yavaşça bırakmandaki hassasiyetine hayran olur, içimdeki gücü keşfedip kendi kendime yetebilmem için beni özgür bırakışına minnet duyardım.
Sen bunu yapmadın baba.
İstedin ki hep senin dediğin olsun.
İstedin ki hep senin emirlerine uyulsun.
Sen artık yaşlanıyorsun baba.
Elini bana vermezsen, bildiklerini bana öğretmezsen sen yaşlı ve hasta bir adam, ben de sana bakmaktan aciz bir çocuk olarak yok olur gideriz.
Bana güç ver baba.
Bırak kendi dünyamı kurayım.
Bırak kendi düzenimi oturtayım.
Bu dünyada sana da yer var, bana da...
Korkma, 
Benden korkma baba...
Çünkü ben ülkemi çok seviyorum ey bana babalık yapmaya çalışan hayatında hiç sevilmemiş CUMbaba!
****
Bu Babalar Günü'nde, yukarıda yazdıklarımın tam zıttı olan kendi babamı rahmetle anıyor, özlemle ellerinden öpüyorum.
Babalığa layık tüm babaların Babalar Günü Kutlu Olsun...

15 Haziran 2013 Cumartesi

Yaylalar Yaylalar

Bursa'ya yaklaşık bir saatlik mesafedeki Kocayayla'ya gittiğimde, denize inmekten yaylaya çıkmayı bilmediğimi gördüm.
Benim için yeşil güzeldi lâkin maviyle buluşmazsa olmuyordu.
Yaylaya çıkma geleneği daha çok güney illerine mahsustu zaten.
Buralarda o adet yoktu.
Belki de yaz mevsiminin çok ağır ve çok uzun olmamasından...
Keles'e yaptığımız ziyarette Keles'in 4 km. güneydoğusundaki Kocayayla'da konuk edildik önce.
Dolana dolana tırmandığımız yoldaki yeşil örtü farklı farklı tonlardaydı.
Ağaçların çoğunluğu karaçamdı. Yayla içinde de yer yer çam, meşe, gürgen, alıç, kavak ve erik ağaçları varmış.

Deniz seviyesinden yüksekliği 1.200 metre olan Kocayayla, Türkiye'nin en büyük yaylalarından biri olarak yaklaşık 400.000 metrekarelik açık çayır ve mera alanına sahipmiş. Bol oksijenli havası ile kalp, verem, akciğer, astım, anemi ve benzeri hastalıklar için tavsiye edilen nitelikler taşımaktaymış.
Sanatoryum misali bir hastane için ne kadar ideal diye düşünüyor insan hemen.
Kocayaylayla ilgili kısa bir araştırma yapınca daha neler öğrendim sizlere de anlatayım.
Kocayayla, içerdiği özellikleriyle ve stratejik konumuyla yüzyıllar öncesinden beri insanlar için önemli bir mecra imiş.
Bursa, İnegöl ve Atranos (Orhaneli)'tan önce Osmanlılar'ın hakimiyetine girmiş ve Bizans'a ait bu üç tekfurluğun ortasında epey stratejik bir konumda bulunduğu için buraların fethi sırasında üs olarak kullanılmış.
Osmanlılar'ın kuruluş dönemlerinde civardaki yörük aşiretleri tarafından Domaniç yaylarıyla birlikte yaylak olarak istifade edilmiş, ayrıca saray atları için nitelikli bir otlakiye vazifesi görmüş.

Bir rivayete göre Orhan Gazi ile Nilüfer Hatun'un düğünleri de bu yaylada yapılmış.
Orta Asya'dan beri yazın müjdecisi olan hıdrellezde tüm yörükler bir araya gelip kurbanlar keser, dualar eder, yemekler yer, oyunlar sergiler, at koşturur, cirit oynar, gençler güreş tutar, ozanlar atışır hülasa topluca bayram yaparlarmış.
Aynı zamanda bilge ve ulu kişilerin mezarlarının ziyaret edildiği, "toy" adı da verilen bu şölenler şamanist gelenekleri içeren umumi bir kurban ziyafeti şeklinde gerçekleşir, katılan tüm Türk boylarına kurbandan birer parça verilirmiş.
Bu yıl 48.si düzenlenecek olan Keles Kocayayla Kültür Şöleni 29-30 Haziran 2013 tarihlerinde yapılacakmış.
Kelesli Özcan Ekmekçi'nin sıcak ev sahipliğinde yenilen yemeklerden sonra bize gözleme açan kadınlarla sohbete daldım biraz.
Sabahın yedisinden beri konuklar için gözleme yapıyorlarmış.
Yastağaçların başında, ellerinde oklavalar, kimisi açıyor kimisi ateş karşısında pişiriyor.
Geleneksel olarak düğünlerde bu gözlemeyi karşı eve hediye olarak götürdüklerini, düğün sahibinin de misafirlerine ikram ettiğini söylüyorlar.
Gençler bu konuda ne durumdalar sorusunu, "Onlar kek yapar!" diye cevaplıyorlar.
Anlaşılan o ki oralara özgü bu gözleme de yok olup gidecek...

Kocayayla'dan inip Rektör yardımcısı Prof. Dr. Müfit Parlak, Belediye Başkanı Süleyman Kaynak, BESAŞ Genel Müdürü Mustafa Bektaş, Okul Müdürü Yrd. Doç. Dr. Bülent Gürbüz ve basın mensupları ile birlikte Keles'teki Uludağ Üniversitesi Meslek Yüksek Okulu'na gittik.
Bahçede bizi karşılayan öğrencilerle ayaküstü ama derince bir sohbet ettik.
Onlar ne yörenin kültür zenginliğindeydiler, ne de yeşilinde. Genç bireyler olarak sosyal hayat onlar için çok daha önemliydi.
Farklı şehirlerden gelmişlerdi ve Keles onlar için ziyadesiyle sakindi.
Buna rağmen ev kiraları yüksek, yeme-içme pahalıydı.
Sıkıntılıydılar ve sıkıntılarını bir çırpıda dile getirdiler.
Kendilerini dinleyen bizler vasıtasıyla anında yetkililerle yüz yüze gelip sıkıntılarını aktardılar.
Umarız aralarındaki diyalog sürer ve dile getirdikleri problemler biter gider.

Okulun ardından hep birlikte BESAŞ bünyesinde süt ve süt ürünleri üretecek olan fabrikaya geldik.
Burası Belediye'ye ait eski TEKEL binasıymış.
Şimdi içi yeniden düzenleniyor ve gerekli teknik donanımlarla donatılıyor.
Fabrikanın yolculuğunu bizlere layıkıyla anlatan Musa Bey'e çok sevdiğim yoğurt kaymağı ile ilgili bir endişemi sordum.
Bir çok yerde duyduğumuz gibi onlar da kaymağı margarinden mi imal edip yoğurdun üzerine yayacaklardı acaba?
Yoğurdun kaymaklı ya da kaymaksız olmasının teknik bir işlemden geçip geçmemesiyle alakalı olduğunu, hariçten kaymak uygulaması yapmayacaklarını söyledi.
Fabrika gezisinin ardından BESAŞ Genel Müdürü Mustafa Bektaş ile çay eşiliğinde yapılan sohbette BESAŞ'ın ekmekle yakaladığı markayı süt ile sürdüreceğini anlıyoruz.
Ve kendisinden keçi çiftliği müjdesini de alıyoruz.
Belediye Başkanı Süleyman Kaynak ve BESAŞ Genel Müdürü Mustafa Bektaş ile çay sohbeti
Dolana dolana tırmandığımız yolu yine döne döne inerek, sırtını dağa yaslamış, ayaklarını denize uzatmış cânım Bursamıza kavuşuyoruz...
Yediğin içtiğin senin olsun gördüklerini anlat derler ya hani,
Naçizane durum bundan ibarettir...


12 Haziran 2013 Çarşamba

Olur böyle vak'alar, kameralar yakalar

Günlerdir 'Gezi' ile yatıp, 'Gezi' ile kalkıyoruz.
Televizyonlar bir yandan, sosyal medya bir yandan haber üzerine haber yapıyor.
Tabi kimisi alalamaya, kimisi azdırmaya.
Doğruyu aktaranları seçip almak gittikçe zorlaşıyor.
İşin içine farklı farklı işler karışıyor.
Olay masumiyetten uzaklaşıp bekaretini kaybediyor…
Bütün bu olaylar arasında ilginçlikler de olmuyor değil.
Ülkenin sesi olan gençlerin sloganlarından bahsetmiyorum. Onların hepsi birbirinden âlâ.
Benim gözüme takılan insanın özünü bir lâhzada görebilmek üzerine bir görüntü.
Ekose ceketiyle dikkat(!) çeken Başbakan'’ın Gezi Parkıyla ilgili yaptığı bol atraksiyonlu konuşmada araya karışan Emine Hanım zılgıtı yiyiveriyor.
“Bi dur Emine!”
Kıpraşıp duran Emine Hanım bir anda bozum oluyor ve kocasından azar işiten pek çok kadın gibi tepki vererek ortamı germek yerine vak'ayı gülerek atlatmaya çalışıyor.
Anlaşılan o ki o da tepkisini içine atıyor.
Bu haliyle insanın aklına Vasfiye Teyze'nin o meşhur lâflarını getiriyor…
Hakkını yemeyelim, belki de kocasına hak veriyor.
Ve olması gereken biçimde munis munis yerine oturuyor. Yanındakilerle konuşup gülüşerek azarlanmayı önemsemediğini ele-güne gösteriyor.
Ama kameralar yakalıyor bir kere.
Milyonların gözü üzerlerindeyken fırçayı yiyiyor.
İki kişi arasında iken hiç önemsenmeyen bu çıkışa eminim ki aslında çok bozuluyor.
İşte o anlar:

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan Emine Erdoğan’ı Azarlıyor
O görüntüleri izlerken aklıma Cumhurbaşkanı Gül ve eşi Hayrunisa Gül’ün görüntüleri düşüyor.
Geçtiğimiz aylardan birinde gelen konuklarını karşılamak için Cumhurbaşkanı önde, Firts Lady arkada tören alanına koşturuyorlar.
Hayrunisa Hanım'’ın giydiği haddinden fazla uzun ve haddinden fazla dar eteği hızlı yürümesine engel.
Hele de ayağında haddinden fazla yüksek ve haddinden fazla platformlu ayakkabılar var ki, insan onlarla evin içinde bile yürümekte zorlanır.
Değil ki sokak, değil ki hızlı…
Onun pıtı pıtı koşturmasına rağmen bir türlü kendisine yetişememesine sinirlenen Gül eliyle sinirli bir şekilde “Hadi ama!” dercesine bir hareket yapıyor.
Beden dili huzursuz, yüz ifadesi gergin.
Oysa biraz sonra konuklarını “gülümseyerek” karşılayacak…
İşte o anlar:

Hayrünnisa Gül’ün uzun topukları Abdullah Gül’ü sinirlendirdi
Feminist feminist yazmış işte diyeceksiniz ama;
Cumhurbaşkanı da olsan erkeksin, kocasın, fırçalamaya hazırsın.
First Lady de olsan, kadınsın, adamın karısısın, gözünün yaşına bakılmadan milyonların önünde dahi azarlanırsın.
****
Kadın-erkek ilişkilerini, düşünürsek çoğunluğun durumu bu aslında.
Dışarıya karşı sırıtmak ve mükemmeli oynamak.
İçerideyse yüksek gerilim hattı, voltaj 2500!
İnsanın gerçek karakteri kızgınlık esnasında ortaya çıkarmış.
Refleks olarak hiç düşünmeden ya da öfke seline kapılarak verdiği tepkiyle en doğal ve en organik haline dönüyor demek ki insan.
Hatta zaman zaman Taş Devri‘ne…
****
Öfke dediğin kontağı kapanmış bir arabanın frenlerinin tutmaması gibi…
Sakinleşip de aracı rölantide çalıştırmaya başlayınca frenler de kendine geliyor.
Ondan sonrası 2. vites, 3. vites.
Az fren az gaz, vites arası debriyaj.
Ha bu arada, aman hepsine orantılı güç uygulayın, yoksa pedallar gevşiyor, plakalar aşınıyor…

11 Haziran 2013 Salı

Merhamet bayrakçıya nasıl sahip çıktıysa...

Gezi Parkı olaylarının ardından 6 Temmuz'da gözaltına alınan ve çıkarıldığı mahkemece tutuklanan ve daha sonra da tahliye olan bayrak satıcısı Ali Sarıçiçek haberini hatırlarsınız.
Hani ağlasın mı gülsün mü şaşırır ya bazen insan, işte bu da öyle bir durumdu.
Gezi Parkı eylemlerinde bayrak satmaya çalışan Ali Sarıçiçek'in maruz kaldığı davranışlar ve ardından gelen hukukî gelişmelere bakınca sanırdın ki sanki Ali kendi milletinin bayrağını değil, düşman bir ülkenin bayrağını satıyor...
Evinin geçimini bayrak satarak sağlayan Ali'nin karısı Merhamet'in açıklamaları ise değme konuşmacılara taş çıkartır güzellikteydi. Sözcükleri o kadar yerinde, konuşması o kadar doğal, bir o kadar da rahat ve akıcıydı...
"Tamam benim kocam örgüt kurdu. 7 kişiyiz, biz örgütüz. (Çocuklarını sayarak) 1-2-3-4-5 tane çocuğum var. Biz örgütüz" demesinden anlaşılacağı üzre ironide de gayet başarılıydı.
Kalabalığın olduğu her yerde bayrak satan kocasından, geçende de Kazlıçeşme'de bayrak sattığından, Başbakan'ın sözünü dinleyerek yaptıkları çocuklardan, mağduriyetse mağduriyetten, mazlumluksa mazlumluktan söz ediyordu.
Tane tane, sekmeden, çemkirmeden, çirkinleşmeden...
O günden bugüne yine bir bayrak krizinin içinde bulduk kendimizi.
Dün yerlerde sürüklenen bayrakçıydı, bugünse bayrağın ta kendisi.
Lice'de yol kesme eylemlerine müdahale sırasında çıkan olaylarda ölenlerden Ramazan Baran'ın cenazesi sırasında bir grup, 2'nci Hava Kuvvet Komutanlığı'nın nöbetçi kulübesini taşlarken, yüzü kapalı bir kişi de bayrak direğine tırmanarak asılı olan Türk bayrağını indirdi.
Yüzü gözü sarılı bu genç adam Türk milletinin en hassas yerini biliyordu ve bayrağa yöneliyordu.
Bilmiyor muydu ki Kıbrıs'taki gibi bir kurşuna da gelebilirdi.
Maksat hasıl olduktan sonra ne fark ederdi. Gelse de gelmese de artık o bir fenomendi...
Peki ya o kimdi?
Herhangi bir gösterici miydi?
Bayrağı indirişi öylesine miydi?
Yoksa, yoksa o da mı paraleldi?
****
"Bakın bayrağınızı da indirdik ve hala gıkınız çıkmıyor. Çıkarsanıza, vursanıza, saldırsanıza..." mı demekti bütün bu tahrikler?
Ya da; "Zorunlu yollananlardan başka hiçbirinizin yaşamak istemediği bu topraklar bayrağına kadar artık bizim" mi demekti?
Peki ya biz, bayrakçı kocasını savunan Merhamet kadar sağlam durabilecek miyiz bütün bu tahriklerin ortasında?
Aklımızla, fikrimizle, siyasî tepkilerimizle ve gereken tüm önlemlerimizle yapabilecek miyiz bunu?