25 Şubat 2022 Cuma

Benim Aklım Ermiyor

Savaşacaksınız madem, eskisi gibi olsun savaşlar.
İki ordu çıksın meydane, her kim ki diğerinden merdane, kazanan o olsun. Akıllı, disiplinli, stratejiyi iyi kuran ve yöneten bir kumandan ile girsin ordu savaşa. Bileğinin gücü kavi askerlerden kursun orduyu. Ortada anlaşmazlık varsa ya masaya otursun çözsün ya da kanının son damlasına kadar savaşsın. Son asker kalmayana ya da geri çekilene kadar göğüs göğüse sürsün savaş. 
Bükemediği bileği öpsün yenilen taraf. Versin kazanan tarafa ne istiyorsa. 
İstendiği kadar malını, yetmiyorsa canını...
Lakin tüfek icat olunca mertlik bozuldu ve o savaşlar tarihe karıştı. Güçlü kuvvetli, dağ gibi bir asker, yarısı kadar kuvvette bir askerin doğrulttuğu silahtan çıkan ve bedeninin içinde patlayan bir mermi ile can verdi. 

Meydan Savaşı-Cephe Savaşı-Siper Savaşı
Tarih meydan muharebeleriyle meşhurdur. Türk tarihinde Mohaç, Ankara, Varna, Dandanakan, Kosova, Ridaniye, Malazgirt, Otlukbeli, Sakarya; dünyada ise Somme, Culloden, Waterloo hemen ilk akla gelenler. 
Birinci Dünya Savaşı ise kendinden önceki savaşlardan farklı özellikler gösterdi. Bütün savaşları bitirecek son savaş diye başlayan, askerlerin Noel'e evde oluruz diyerek güle oynaya gittiği, ancak dört yıl süren, Batı Cephesi'nde siperlerde kitlenip kalan, Avrupa'yı kasıp kavuran ve imparatorlukların, krallıkların sonunu getiren büyük bir savaştı bu savaş.
Siper savaşlarının yanında bir de, bu kez savaş ‘Topyekün Savaş’tı. 20. yüzyıldan önceki savaşlar belirli cephelerde yapılır, gıda ve ihtiyaç maddeleri sıkıntısı haricinde, halklar savaşın etkilerine pek maruz kalmazlardı. Savaşın sonucuna göre halk bir boyunduruktan diğerine girerdi. 
Fakat Birinci Dünya Savaşı bu durumu değiştirdi. Cephe gerisi saldırıları ve sabotajlar insanların sosyal hayatlarını sürdürmelerini imkânsız hâle getirdi.
İngiltere hariç, krallıkla yönetilen diğer büyük devletlerin ortadan kalktığı gibi, Osmanlı Devleti'nin de hezimetiyle ve yok olmasıyla sonuçlanan bu savaşın ardından ülkeyi yabancı kuvvetlerden arındırmak için topyekun bir savaş başlatan Atamızın, “Hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır. Ve o satıh bütün vatandır!” sözleri, halkı da savaşa dahil ediyordu. Mustafa Kemal ve kendisi gibi tam bağımsızlık aşkıyla tutuşan silah arkadaşları, yıllardır naçar kalmış, savaşlardan yorulmuş, çulsuz çaputsuz, fakir fukara vatandaşların gayretiyle, onların vatan sevdasıyla, iradesiyle, kanıyla, canıyla, inancıyla bu cennet vatanı düşmandan arındırdı.

Nush ile Uslanmayan
Birinci Dünya Savaşı'nın bitişi otuz yılı doldurmadan koptu ikincisi. 
Birinci Dünya Savaşı'nın yenilgisini hazmedemeyen, yapılan antlaşmalarda ağır yaptırımlara maruz kalan Alman halkı, 30'lu yıllarda ortaya çıkan Hitler'in peşine takıldı ve bir çılgınlık haline tutuldu.
1939'a gelindiğinde Nazi Almanyası ordularını ve Nazi destekçisi faşist halkı zapt etmek artık imkansızdı.
30'ların başından 39'a kadar her anlamda güçlenmiş ve bilenmişlerdi.
Nazi askerleri uykusuzluğa ve yorgunluğa bana mısın demiyor, (ki bunun Pervitin isimli, ana maddesi metanfetamin olan ve Naziler tarafından, askerlere güç ve enerji vermesi için kullanılan bir ilaç ile sağlandığı bilinir), ordular akın akın komşu devletlere giriyorlardı. Ne asker ne sivil ayırdıkları vardı. Dünya Nazi zulmü pençesinde kıvranıyordu. 

Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği - SSCB
Bu kez savaşa, Ekim devrimiyle Birinci Dünya Savaşı'ndan çekilen Rusya da dahildi.
Altı yıl süren savaş sonrasında Hitler ve yandaşları yenilmiş; Rusya, Nazilerden arındırdığı Avrupa'nın doğusundaki ülkeleri, çektiği demir perde ile Avrupa'dan soyutlamıştı. Doğu Blok'u ülkeleri ile birlikte NATO'ya karşı Varşova Paktı kuruldu ve Soğuk Savaş başladı.
1990-1991 yılları arasında görev yapan Sovyetler Birliği'nin son lideri Mihail Gorbaçov'un Perestroika (yeniden yapılanma) ve Glasnost (açıklık) reformları Soğuk Savaş'ı bitirdi ancak bu reformlar Sovyetler Birliği Komünist Partisi'nin ülkede politik üstünlüğünü kaybetmesine ve Sovyetler Birliği'nin 25 Aralık 1991'de resmen dağılmasına neden oldu. 
1991 Haziranında, Boris Yeltsin, Rus tarihinde doğrudan seçilen ilk lider olarak Rusya Sovyet Federatif Sosyalist Cumhuriyeti Devlet Başkanlığı'na seçildi. Rusya Sovyet Federatif Sosyalist Cumhuriyeti 1991'in Aralık ayında bağımsız Rusya Federasyonu hâline geldi. Yeltsin 31 Aralık 1999 tarihinde istifa etti ve yerine Vlademir Putin'i atadı. Putin 2000 yılındaki başkanlık seçimlerini kazandı ve 22 yıl içinde Rusya'nın en tepesindeki, en güçlü adam oldu.

Sosyalist Sovyet Cumhuriyetleri
Çocukluğumuzda tarih dersinde olsun, coğrafya dersinde olsun SSCB olarak öğrendiğimiz devlet hangi ülkelerden oluşuyordu bir hatırlayalım. 
* Rusya Sovyet Federatif Sosyalist Cumhuriyeti
* Azerbaycan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti
* Beyaz Rusya Sosyalist Cumhuriyeti
* Ermeni Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti
* Estonya Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti
* Gürcistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti
* Kazak Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti
* Kırgız Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti
* Letonya Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti
* Litvanya Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti
* Moldova Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti
* Özbek Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti
* Tacik Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti
* Türkmen Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti
* Ukrayna Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti
Görünen o ki, Putin SSCB günlerine dönmeye Ukrayna'dan başladı. Çünkü Ukrayna'nın kendinden ayrı olduğunu değil, kendine ait olduğunu savunuyor. Burnunun dibinde NATO'ya ait olma ihtimali olan bir ülke değil, Varşova Paktı ruhunu taşıyan "uyumlu" bir ülke istiyor.
Bu sebeplerle ve farklı bahanelerle 24 Şubat 2022 günü, Moskova saatiyle 06.00 civarında Ruslar Ukrayna'ya dört bir koldan girdi. O günden bugüne, yani sadece 1 günde, sanki yıllardır süren bir savaşı an be an izliyoruz. Yazıyı yazdığım dakikalarda Ukrayna'da yaşayan Gazeteci Gulsum Khalilova, Twitter hesabından Ruslar'ın Kiev'i bombalama görüntülerini paylaştı. 
Belki Gülsüm bir canlı yayın esnasında bu savaşta canlı canlı can verecek. 
Ve dünya o görüntüleri de canlı ama elleri kanlı izleyecek...

Canlı Yayın Savaş 
Canlı olarak ilk kez Körfez Savaşı'nı izlemiştik televizyonlardan. Ukrayna'yı ise sosyal medyadan izliyoruz ânı ânına...
Artık savaşa götürülüp de "kahramanlık" yazıları yazdırılan yazarların yerini, gerçekliği tüm çıplaklığı ile gösteren sosyal medya kullanıcıları aldı. Savaşta yaşananlar bir askerin evine yazdığı mektuplardan ya da bir yazarın kaleminden çıkan romanlardan öğrenilmiyor.
Sezar'ın zaferle sonuçlanan savaş sonunda yaptığı ihtişamlı geçit töreninde, ellerinde fethedilen ülkenin alışkanlıkları ve kültürü hakkında Romalılara fikir verecek ganimetler ve semboller taşıyan geçit alayının yerini, Rus bir tankın yolda giden sivil bir vatandaşın arabasının üzerine doğru direksiyon çevirdiği, onu altına alıp, ezip, bir de dakikalarca üzerinde beklediği video aldı. (Tankın aracın üzerinden çekilmesinin ardından bumburuşuk bir kâğıda dönmüş araçtaki vatandaş yaralı olarak çıkartıldı.)
Savaş sonrası Alman halkına Nazi kampları gezdirilmiş ve Almanlar bu korkunç zulümden bihaber olduklarını söylemişlerdi.
1932-1933 arasında, Ukrayna ve Rusya'nın Kuban bölgesinde suni olarak yaratılan kıtlık sebebiyle yaklaşık 8 milyon insanın açlıktan öldüğü Holodomor'u pek kimse bilmez.

Naziler’in Yahudiler’e uyguladığı soykırımı anlatan filmleri izlerken aklımdan geçen tek bir soru olurdu; “Bu vahşet yaşanırken nasıl oldu da diğer insanlar ve diğer ülkeler sanki her şey yolundaymış gibi yaşayabildiler?”
Sonra kendi çağımda yaşanan savaşlara baktım ve ben o zamanlarda ne yapıyordum, neredeydim diye kendimi sorguladım. Mesela Afganistan'da, Irak'ta, Filistin'de, Bosna'da, Hocalı'da, Ruanda'da... 

Aklım ermiyor
Teknoloji çağında kimsenin ben görmedim, ben duymadım, bilmiyordum diyeceği, kafasını kuma gömüp, kaçıp saklanacağı bir bahanesi yok. Herkes her şeyi an be an görüyor, anında duyuyor.
Lakin insanın aklı, yine bu çağda, masa başında, anlaşmalarla ya da yaptırımlarla çözülemeyecek ne sorunlar olduğunu, neden insanların üzerine illa ki bombaların ve ölümün yağması gerektiğini almıyor. Daha çok insan öldürmek için neden mükemmel silahlar icat edildiğini, barış için ise neden kıl kıpırdamadığını hiç anlamıyor. 
Çağlar değişiyor, teknoloji gelişiyor, tüm bu gelişmelere imza atan insan evladı ise yerinde sayıyor.

Uluslararası ilişkilere senin aklın ermez diyeceksiniz. Haklısınız. Ermiyor.
Geçmiş savaşların izlerine, bugün paramparça olmuş bedenlere, paramparça olmuş hayallere, korku içinde bekleşen insanlara bakıyorum ve 'uluslararası ilişkiler'e bir kez daha aklım ermiyor.
"Savaş kimin haklı olduğuna değil, kimin güçsüz olduğuna karar verir." der Bertrand Russell.
Ve ne yazık ki, ben ne dersem diyeyim dünyanın böyle döndüğünü, tarihin savaşlarla şekillendiğini, haklının değil güçlünün galip geldiğini biliyorum.
Bir yandan da haklı olan güçlüdür diyorum…
25 Şubat 2022 / C.E.Y.

Savaş ve Barış üzerine geçmiş yazılarım:
İşte benim köklerim / 9 Ekim 2010
8 bin 372! / 11 Temmuz 2011
Senin oğlun şehit oldu mu?
 / 19 Ekim 2011
Geçmiş zaman olur ki… 24 Kasım 2011
Savaşmaktan Değil, Savaştan Korkarım… 9 Ekim 2012
Dümdüz de etseniz… / 20 Kasım 2012
Ya siz neredeydiniz? / 26 Şubat 2013
Bursa’dan Bosna’ya uzansın eller
 / 7 Mart 2013
Siz savaşı ne zannediyorsunuz? / 14 Mayıs 2013
Senden korkuyorum! / 11 Eylül 2013
Ölerek Kazanıldı Bu Zafer! / 22 Mart 2014
Bu savaşı onlar çıkartmadı…
 / 20 Haziran 2014
Sadece barış için savaşalım… / 30 Ağustos 2014
Sarıkamış’ta Donmak! / 5 Ocak 2015
Hocalı’ya Giden Yol’a taş döşeyenler…
 / 28 Şubat 2015
Savaşın öteki yüzü… / 11 Mart 2015
Bilemedim, seçemedim… / 22 Ağustos 2015
Onlar mı? Onlar Suriyeli… / 15 Eylül 2015
İniltileri duymuyor musunuz?
 / 7 Aralık 2015
Tabutlar geçiyor yükle yürekle / 15 Mart 2016
Gözleri sonuna kadar hayata açık / 2 Mart 2018
Ne Konuştuğumuzun Farkında Mıyız? / 18 Temmuz 2019
Kardeş de bir yere kadar…
 / 28 Temmuz 2019

18 Şubat 2022 Cuma

On Dokuz Resim, On Dokuz Cümle

Sevgili İbtihal Odman arayıp da, "Sana bir kitap göndereceğim, adresini yazar mısın?" deyince, çok özel bir çalışmayı benimle paylaşmak istediğini anladım.
Kitap elime dün geçti. 
Özden Odman tarafından hazırlanan ve dokuz yüz doksan dokuz adet basılan Kral Korona - Corona the King kitabının yüz kırk yedincisi bana gelmişti.
19 cümle, 19 resim, 147/999
Koleksiyon değeri olan bu kitabın satışı yoktu.
İçinde Covid-19'un resimsel anlatımı 19 orijinal resmin olduğu bu kitap sosyal bir proje olarak 999 adet basılmıştı. 1000 değil de neden 999 diye sordum Özden Hanım'a. 1000 olmak için 1 lazım, hepimizin bir olması, birlik içinde olması lazım dedi bana.
Bu koleksiyona sahip olmak isteyenlerin istedikleri bir kuruluşa 250₺’lik bağış yaparak, dekontu +90 549 8396181 no'lu WhatsApp numarasına, isim soyad ve adresleri ile birlikte iletmeleri yeterliydi. 
Kitap 1 ay içinde ellerine geçecekti.

TEV'e bir tuz tanesi
Kitap bana bilâbedel gelmişti ama elbette ki bu benim içime sinmedi.
Eğitime verdikleri destek ile gönüllere taht kurmuş olan Türk Eğitim Vakfı TEV'in Bursa Şube Yürütme Kurulu Başkanı Mehmet Çalışkan'ı arayarak konuyu kendisine aktardım ve bir tuz tanesi de benden olsun diyerek Mehmet Bey'den aldığım banka hesap numarasına mütevazı bir bağış yolladım. Biliyordum ki bir tuz tanesi diğer taneler ile birleşip bir öğrencinin çorbasını lezzetlendirirecekti.

Kral Korona - Corona The King
Özel bir mazruf içindeki kitabın sayfalarını çevirince, son birkaç yıldır dünyayı başka bir boyuta taşıyan alemin kralı Korona ile karşılaştım. Kitap, Özden Odman tarafından suluboya kâğıdı üzerine karışık teknik uygulanarak resmedilen 19 eserden oluşuyordu. Her resmin yan sayfasında İngilizce ve Türkçe olarak bir cümle yazmıştı Özden Odman. Ayrıca kitap sahibinin o anki duygularını yazabilmesi için o sayfada boş bir alan da bırakmıştı. 
 "Kral Korona kendini bulmalıydı."
Kitabın sayfalarını çevirip cümleleri okurken, Küçük Prens'in gezegenler arasında yaptığı yolculuğu, sulaması gereken çiçeği, süpürmesi gereken gezegeni, arkadaşı tilkiyi ve Kral ile yaptıkları konuşmaları anımsadım ben.
Kitapta, coğrafyacı kişi Küçük Prens'e "çok iyi ve ünlü bir gezegen" olan dünyaya gitmesini önermişti.
Ancak Dünya sıradan bir gezegen değildi ki. Orada "yüz on bir tane kral, tam yedi bin coğrafyacı, dokuz yüz bin iş adamı, yedi buçuk milyon ayyaş, üç yüz on bir milyon kendini beğenmiş, kısacası yaklaşık iki milyar büyük insan" vardı. 
Ah Küçük Prens bir bilsen, bütün bunlara ek olarak şimdi bir de başımızda, bir türlü başımızdan atamadığımız, bir türlü kurtulamadığımız "Kral Korona" var…

El İşçiliği Bir Kitap
İç baskısında kullanılan kuşe kâğıdı, cildi, iplik dikişle yapılan kılıfı, baskı mürekkebi ile kitabın tamamı el işçiliği idi.
Kitabın içinden çıkan bilgilendirme notlarında resimlerin orijinalinin Hasan Ağaoğlu özel koleksiyonunda yer aldığını okudum. 
Hem Hasan Ağaoğlu hem de Özden Odman ayrıca birer metin yazarak kitap ile birlikte yollamış, yazdıkları metinde Korona günlerinin sanat çatısı altındaki birleştiriciliğine ve öze dönüşe dikkat çekmişler.
"Özde olanı sadece kalp görebilir, gözler özde olanı göremez" diyordu ya tilki Küçük Prens'e, Özden de kitabı vicdanlı beyinlere ithaf etmiş.

Değerlendirmesini bilen kalp gözü açık vicdanlı beyinler için bu zor zamanlardan çok ibret aldı, çok ders çıkarttı. 
Ben de benzer bir dil ile Dünya İçin Terbiye Vakti demiştim, hatırlayın...
Vicdansız ve akılsızlar ise yarattıkları girdap içinde dönüp durduklarının, gömüldükleri batağın çamurunda boğulduklarının hâlâ farkında değiller.
Biz "okuyan yazan çizen söyleyen konuşan anlatan" kişiler olarak kendi bildiğimizce düzeni anlamaya, anlatmaya ve tarihe not düşmeye devam ediyor, bu günlerin "GEÇÇEK"ine olan umudumuzu kaybetmiyor, "Siz de kaybetmeyin" diyoruz...

Özden Odman kimdir?
Bursalı Özden Odman'ı, kahveye ve telveye can veren, kahveyi sanata dönüştüren ve kültürel bir değer taşıyan kahVesaire, telVesile çalışmaları ile de tanırız. 
Utku Özden Odman 1979 Bursa doğumlu. Cleveland Shaker Heights Lisesi son sınıfta sanat dersleri ve ödüller aldı. Uludağ Üniversitesi Eğitim Fakültesi, Güzel Sanatlar Eğitim Bölümü, Resim-İş EAD'den mezun oldu. Özgün konseptli resim çalışmalarını projelendirerek çok sayıda sergi oluşturdu.

18 Şubat 2022 / C.E.Y.

9 Şubat 2022 Çarşamba

Akan Tuz, Kokan Tuz

Cem Yılmaz üst üste gelen zamları kastederek, "Bence hayat pahalılığından yakınmayan biri ya hırsızdır ya deli. İyi günler." sözleriyle biten bir Tweet attı üç gün önce.
Sonrası malum.
"Vay, Ceam abi, senin tuzun kuru, hayat sana güzel, nedir bu duyar kasmalar" misali milyon çeşit söz ile cevap verildi kendisine. Daha doğrusu, çağımızın milli sporu olan "Linç" ile linç yedi.
İşine bak Ceam diyen linççilere cevap yine kendisinden geldi.
"Bakıyorum zaten, kurumlar vergimi geçen hesapladık da o yüzden konuşuyorum… yoksa biz de mi 'Simit çok pahalı yaa' deyip sıramızı savalım mı? Memleket diyorum …zengin …zengin! Yalnızca bizim haberimiz yok! Misal hava 32 derece, hissedilen 18 gibi düşün."
Tabii bu Tweet de eğrisiyle doğrusuyla binlerce cevap, binlerce beğeni, binlerce Retweet ile Twitter'ın tozlu sayfaları arasında yerini aldı. 
****
Tuzunu kuru tutan ama kendi tuzunun kuru olmasının yeterli olmayacağını bilen insanlar, memlekette muhtaç insan kalmasın, kimse yatağa aç girmesin, soğuktan donarak ölmesin, kısacası insanca yaşayabilsin diye haykırıyorlar yıllardır.
Biliyorlar ki, aynı gökyüzü altında, aynı memlekette yaşıyor, aynı sokaklarda dolanıyorsak tuzu kuru olan ile olmayan eninde sonunda kesişecek ve bu kesişme felaketle sonuçlanacak.
Komşusu aç iken tok yatamıyor insan. Ancak kendini muhtaç duruma düşürecek derecede elindekini avucundakini götürüp zor durumdaki insanlara dağıtamıyor. 
Sahip olduklarının ve gelirinin bir kısımını yasalar dahilinde vergi olarak devlete veriyor. Bu vergi ile fırsat eşitliği sağlansın, hizmet edilsin, memleket mamur olsun istiyor. 
Vergisini düzenli ödeyen, memleket bilinci yüksek insanlar böyle davrandıkları için linç yerken; vergi vermeyen, fatura ödemeyen, milletin orasında burasında gözü olan emek sömürücüsü insanlar saygı görüp, karşılarında ceket ilikleniyor.

"Güzel kardeşim, bak benim tuzum kuru, akıyor; kendime yetecek bir evim, ayağımı yerden kesecek bir arabam, temel ihtiyaçlarımı karşılayacak kadar gelirim var; çocuklarımın eli ekmek tutuyor, bana muhtaç değiller; ne vergi borcum, ne kredi kartı borcum, ne de ödenmemiş faturam var; giderim gelirimden çok değil; hesabımı da biliyorum, şükretmesini de, canım çekerse bir 'Cafe'de kahve içmesini de; lakin mesele bu değil." diyorsun;
Anlamıyor...

Mesele ne mi?
Mesele, tokun rahat uyuyabilmesi için komşusunun aç olmaması gerektiğini bilmek.
Mesele, fırsat eşitsizliğinin bir gün en olmadık bir yerde, en olmadık bir şekilde eşitleneceğini, canının çok yanacağını bilmek.
Mesele, ülkede delice artan fiyatlara erişemeyecek milyonların yaşadığını bilmek.
Mesele, yardıma muhtaç hale getirilip, o muhtaçlıktan çıkmayacak derecede yardım edilen insanların bunu büyük bir nimet sandığını bilmek.
Mesele, yardımlarla yaşamaya alışmış insanların emek vererek çalışmaktan imtina ettiğini bilmek.
Mesele, bu fakirliği ve bu zamları savunan insanların varlığını bilmek.
Mesele, ülkeye kültür, sanat, eğitim katkısı sunan insanların haince saldırılara uğradığını bilmek.
Mesele, çalışarak kazanan insanların eriştiği refahı kıskanan ve göz diken insanların olduğunu bilmek.
Mesele, kendilerinin haklarını savunan insanları sırtından hançerleyen insanların olduğunu bilmek.
Mesele, insanca yaşamanın ne demek olduğunu hiç bilmeyen insanların olduğunu bilmek.
Mesele, parayı "bir şekilde" bulan insanların diğerlerini nasıl ezdiğini bilmek.
Mesele, parayı her değerin üzerinde gören insanların olduğunu bilmek.
Mesele, ahlakın, kanunun, adaletin, hakkın, hukukun yerlerde süründüğünü bilmek.
Mesele, kadının, çocuğun, yaşlının, hayvanın, çevrenin, doğanın katledildiğini bilmek.
Mesele, tuzun koktuğunu bilmek...

Şimdi biz bunları bilmeyelim mi?
Şimdi biz bu gidişatı görmezden gelip, bana ne mi diyelim?
Ne haliniz varsa görün, beter olun mu diyelim?
Ben kendimi kurtardım, benden sonra tufan mı diyelim?
Tarihten hiç mi ibret almayalım?
Gittikçe açılan gelir makasının, gittikçe ayrışan bakış açısının, gittikçe kutuplaşan insanların toplumu nasıl da pimi çekilmiş bombaya çevirdiğini nasıl görmeyelim?
O bomba patladığında tuzu kuru ya da yaş, memlekette kim var kim yoksa alev topunun içinde kalıp, yanıp kül olacağını nasıl öngörmeyelim?

Bunları öngören pek çok "tuzu kuru" vatandaş canı pahasına haykırıyor "Olmaz, böyle olmaz!" diye.
Birçok gencin gelecek umudu tükendi, aldı kendini, memleketi terk etti.
Hesaplarını yurt dışı bankalarda tutan birçok kişinin bir harekette pılıyı pırtıyı toplayıp kaçması an meselesi.
Birçoğu ise hasırı çoktan başka bir memlekete serdi.

Biz kalanlar bizden önce gelip burayı yurt tutan, türlü meşakkatle kök salan büyüklerimiz için, neslimizin devamı çocuklarımız için, geleceğimiz için haykırmaya devam edeceğiz.
Ülkeyi karanlığa teslim etmemek için var gücümüzle direneceğiz.
Biliyoruz ki, arkadan yetişen, dünyayla aynı uzayda buluşmuş, dünya insanı olmuş nesiller bu karanlığın ülkeyi yutmasına izin vermeyecekler.
Ve diyecekler ki; 
"Ey vatan gözyaşların dinsin, yetiştik çünkü biz!"

9 Şubat 2022 / C.E.Y.

7 Şubat 2022 Pazartesi

Adammışsın Diyojen

"Bizden önce elektrik yoktu, insanlar gazyağı lambasıyla, mumla aydınlanıyordu!" diyen Sayın Cumhurbaşkanına cevap adeta göklerden geldi. Artık ilahi düzen bile isyan etti ve Isparta'yı günlerdir elektriksiz koyup, bir muma, bir gaz lambasına muhtaç ederek, insanları soğuktan dondurarak, "Bu da size kapak olsun!" dedi. 

Bir metreye yaklaşan kar ve fırtına ile baş eden metropol belediyelerine gıcık olup, aynı kar ve fırtına ile baş edemeyerek "Örtmenim ama Ekrem balık yemeye gitti!" diyen kafa, Isparta'nın otuz santim kar altında günlerdir elektriksiz kalmasına diyecek bir şey bulamadı. 
Hatta o kafanın sesi hiç çıkmadı, böyle bir şey hiç yaşanmıyormuş, Isparta'da insanlar soğuktan donmuyormuş gibi davrandı.
Okullar tatil edildi ve eğitime "evden" devam edeceğiz denildi.
Tamam da, hangi elektrikle, hangi modemle, hangi internetle, hangi televizyonla, hangi tabletle hangi bilgisayarla?
Malum, tüm teknolojik ürünlerin tepesindeki patron "elektrik". 
Yoksa biz mum ışığında yaşamaya razıyız.
Da, bu çağda mum üretmek için de elektrik lazım.

Günlerdir elektriksiz kalan ahalinin elinde birkaç tane mum vardıysa, onlar da eriyip bitmiştir.
Kandil desen yağ lazım. Balina avına çıkıp, Moby Dick'in peşine düşüp, okyanustan okyanusa mı sürüklenelim?
Gaz lambası desen gaz lazım. Kaldı mı bir yerlerde elimizdeki şişeyi gazla doldurttuğumuz küçük mahalle bakkalı?

Hem, sadece aydınlanma değil ki mesele. Bu karda kışta ısınmak en önemlisi. Kış günü misafire en iyi ikram sıcak bir oda derlerdi büyükler. Bir de sıcak çayın varsa, değme keyfine.
Sobalı evlerde yaşayıp, odunu kömürü depolamış değiliz eskisi gibi. Aklınıza gelecek her ama her şeyimiz elektriğe bağlı. Birkaç saatlik bir kesintide bile sudan çıkmış balığa dönüyoruz, elimiz ayağımız titriyor.
Yemek yapmak için, gıdaları muhafaza etmek için, ısınmak için, çok katlı binalara inip çıkmak için, suyun üst katlara ulaşabilmesi için, hastanede ya da evde sağlık için kullanılması gereken makineleri çalıştırabilmek için, eğitim için, iletişim için, ulaşım için, ticaret için, üretim için.
Hangi birini saysam...

Şehir hayatının marifetleri hep bunlar. 
Daha çok ev, daha yüksek ev, daha çok beton diye diye bir karış yeşil kalmamacasına griye boyanıyor memleket. 
Delice bir hızla yapılan, içinde binlerce insanın yaşadığı 40-50 katlı lüks rezidanslarda yaşamaya özeniyorsanız bir kez daha düşünün derim ben. Elektrik yokluğunda o tepelerde nasıl yaşayacaksınız? Mevcut jeneratörler sistemi yaşatmaya ne kadar yetecek?
Aşağıya inmek için paraşüt, yukarıya çıkmak için mancınık mı kullanacaksınız?
Getir ya da Götür gibi uygulamalar siparişlerinizi camdan sarkıttığınız sepete mi dolduracaklar?
Sepeti aşağıya sarkıtmak için kaç metrelik ip gerekecek?

Ya su işini nasıl çözeceğiz?
İçmek için, temizlik için, yıkanmak için, tuvalet için, yemek yapmak için hep su lazım. Hem de öyle birkaç litre değil, epey bir litre lazım. Pompalar çalışmayınca merkezi sistem ile su dağılamaz hale gelecek. Sipariş ettiğiniz suyu taşıyan çocuk, sırtında 19 litrelik damacana ile o kadar yüksek binalara inip çıkamayacak.
(Yarının Suyu projesi gelecekteki su krizine işaret eder ve her gün sadece 25 litre su ile yaşamak zorunda olduğunuzu düşünün der. Uzak değil, çok yakında 25 litreyi bile bulamayacağımız günlerde su göçleri öngörülüyor.)
İhtimal ki, zar zor aşağıya inen bir insan, bir daha o kuş yuvası evine çıkmaz, çıkamaz. 

Görüldüğü üzere, avcı toplayıcı günlere dönmek pek uzak değil...
Lakin ne neyi avlayacağımızı ne de neyi toplayacağımızı biliyoruz. Marketten aldığımız un ve hazır mayayı karıştırarak yoğurduğumuz hamuru elektrikli fırında pişiriyor ve bununla övünüyoruz. 
Hani toprak, hani tohum, hani buğday, hani ekim, hani sürüm, hani hasat, hani değirmen, hani maya, hani ocak, hani ateş, hani fırın?
Pek çoğumuz, geçtim küçükbaşı büyükbaşı, ne tavuk kesmeyi ne de yolmayı biliyoruz. Ya süt sağmak, peynir mayalamak, tereyağ çıkartmak?

Yurt dışında bazı okullarda klasik derslerin yanında hayatta kalma tekniklerini boşuna öğretmiyorlar. Ki bizde de 70'li yılların müfredatında ziraat dersi, el işi dersi gibi dersler vardı. Hele köy enstitülerinde inşaattan marangozluğa her çeşit ders vardı. Bunların yanında sanat eğitimi ve folklor da vardı. 
Topluluk olma, birlikte kotarma, yardımlaşma, aidiyet, sorumluluk, paylaşım, gelişme ve geliştirme vardı.
Belki onlar gecelerini mumla, gaz lambası ile geçiriyorlardı, ancak yaydıkları ışık ile ülkeyi ışıl ışıl aydınlatıyorlardı.

Gündüz vakti elinde fener ile adam arayan Diyojen'e döndük sonunda.
Bireyselliğin yükselip liyakatin ortadan kalktığı günlere geldiğimizde, sorumluluk bilinci yerini büyük bir boşvermişliğe bıraktı ve tren raydan çıktı.
Domino taşları gibi üst üste devriliyor tüm sistem.

Her şey için dışarıya göbeğinden bağlı olunca, üretim de olmayınca paran da olsa açsın demektir.
Oysa güneş enerjisi için güneşimiz, su enerjisi için suyumuz, rüzgar enerjisi için rüzgarımız var. Bize düşen sadece helvayı karmak.
Ocak tütmeyip, tencere kaynamayınca, kurumlar da kat be kat zamlı faturaları millete dayadıkça dayayınca, insanlar neyin bedelini ödediklerini ve neden ödedikleri bedelin karşılığını alamadıklarını (nihayet) sorgulamaya ve sokaklar hareketlenmeye başladı. 
Artık bu işler dıJ güçlerin değil, tamamen iç güJlerin işleriydi.
Nasıl olmasındı ki! 

İnsanların kendilerine dayatılan korkunç rakamlardaki faturaları nasıl ödeyeceklerini bilemeyip çaresizlik içinde suskunluğa gömüldüğü günler geçti artık. 
Açlık sofuluğu bozar sözü bugünden değil, bin yıllardır edilmiş tecrübeden gelir.
Sofuluk bozuldu, korku barajı aşıldı. 
Çok basit, yakmadığımız gazın, harcamadığımız elektriğin, geçmediğimiz yolun köprünün, izlemediğimiz TRT'nin bedelinin soygun misali cebimizden (Ç)alınmasını istemiyoruz. Haksız mıyız?

Mumla, gaz lambasıyla, kandille değil, sayelerinde elektriğe kavuştuğumuz günlerde yaşıyoruz bunları.
Sene 2022. 
Hedef ise 2023. 
Çocuğuna süt alamayan, bez alamayan, temel ihtiyaçlarını karşılayamayan, insanca yaşayamayan, faturalarını ödeyemeyen, iş bulamayan, okuyup da atanamayan, canına kıyan, üstelik elektriği de kesik, soğuktan donan insanların yaşa(yama)dığı bir ülke midir hedef?
Orta kesim fakirleşisin, fakirler de ölsün müdür?

Solo Test oyunu gibidir bu iş. Ta ki tek piyon kalana dek her piyon bir diğerini yer.
Kazandıkça kaybedilen bir oyundur sanki.
Tek bir piyonun koskoca bir dünyada ne hükmü vardır ki..

Yöneticinin halka hesap vereceği yerde halktan hesap sorduğu, korku saldığı, tehdit ettiği bu anlayış sınıfta kalmıştır.
Yönetim değişmelidir, yöntem değişmelidir, anlayış değişmelidir, devlet sonsuza dek yaşamalı, devlet geleneği sürmeli, halk daha fazla sürünmemeli, hak ettiği refaha kavuşmalıdır.
Millet, ülkesinin ve Atasının kıymetini iyi anlamalıdır...

7 Şubat 2022 / C.E.Y.