28 Haziran 2012 Perşembe

Gazanız mübarek ola

Dünya kurulalı beri insanların dünya üzerine sığışamamasından olsa gerek, bildiğimiz dünya tarihi içinde savaşsız geçen dönemler yok denecek kadar az.
Tarih dersinde bile en çok öğrendiğimiz konular kim kiminle kaç yılında savaşmış, savaş kaç yıl sürmüş, kim kazanmış, kim kaybetmiş.
Alınan topraklar, kurulan ülkeler, kaybedilen topraklar, yıkılan ülkeler ve bütün bunlar yaşanırken savaşın acılarına gark olarak ölen ya da ömrünü o acıların izlerini taşıyarak tamamlamak zorunda kalan milyarlarca insan.
Bir taraf için zaferle sonuçlanan savaşın diğer taraf için hezimet olması ve yenilen tarafın o topraklar üzerinden sürülmesi ya da doğrudan yok edilmesi.
Varını yoğunu ardında bırakarak canını ve dolayısıyla soyunu kurtarmak için savaştan kaçan insanların sığınabildikleri topraklarda yeniden var olmaya çalışmaları.
Savaşı kazanan tarafın ganimetleri paylaşması, içleri boşaltılan şehirlere kendi vatandaşlarını yerleştirmeleri ve yeni gelenlerin iki nesil sonra oraların gerçek! sahibi olmaları.
Ve bu yeni sahiplerin ilerideki zamanlarda karşılaşacakları diğer işgalcilere karşı kendi 'vatan'larını savunmaları.
İnsanın dilinin ucuna "Mal sahibi mülk sahibi, hani bunun ilk sahibi" deyişi geliveriyor değil mi?..
****
Savaşların adım adım yaklaşmasından ziyade, savaşın bir kıvılcım ile ateş almasını okuduk tarih derslerinde.
Birinci Dünya Savaşı'nın başlama kıvılcımı, Avusturya-Macaristan imparatorluğunun veliahtı olan Franz Ferdinand'ın, bu imparatorluğun Balkanlar'daki etkisini yok etmek isteyen Sırp milliyetçileri tarafından 1914 yılında vurularak öldürülmesiyle çakıldı.
Bu olayın ardından gelen karşılıklı savaş ilanları bir anda tüm Avrupa'yı savaşın içine çekti.
Birkaç kilometre ilerleyebilmek için yüz binlerce ölünün verildiği bu savaş sonucunda bazı ülkeler yeniden kuruldu, bazılarının da sınırları yeniden çizildi. İmzalanan anlaşmalar ile  2. Dünya Savaşı'na zemin hazırlandı.
İkinci Dünya Savaşı, Almanya'nın savaş dahi ilan etmeden, 1 Eylül 1939 tarihinde, saat 04:45'te Polonya'ya saldırarak sınırdan içeri girmesiyle başladı. Böylece 72 milyon insanın hayatını kaybedeceği İkinci Dünya Savaşı başlamış oldu. 1945 yılında dek süren savaşta ölenlerin 47 milyonu asker, 25 milyonu ise sivildi. Savaş sonrasında Amerika Birleşik Devletleri ve Sovyetler Birliği gibi süper güçler olarak ortaya çıktı ve 46 yıl boyunca sürecek olan bir Soğuk Savaş dönemini başlattı.
-Bu arada; Birinci Dünya Savaşı sonucunda feshedilen Osmanlı İmparatorluğu'nun işgalciler tarafından ele geçirilmesini Kurtuluş Savaşı ile engelleyen ve ardından da Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran yeni devletin, bu savaşa dahil olmamak adına verdiği mücadele takdire şayandır.-
****
Dünya kurulalı beri kâh kutsal kavramlar adına, kâh verimli topraklara sahip olma adına, kâh en muktedir kişi ya da en muktedir ülke olmak adına binlerce savaş çıkmış.
Yüzyıl Savaşları, Haçlı Seferleri, Kore Harbi, Vietnam, Bosna Savaşı, Karabağ Savaşı, Afganistan Savaşı, Ruanda, Somali ve sayılamayacak kadar çok olan daha niceleri...
Şimdi ise enerji ve su kaynaklarını ele geçirebilmek adına savaşlar gündemde
Bu durumda enerji kaynaklarına sahip olan Ortadoğu'nun tam ortasında savaş şartları oluşturulması kaçınılmaz oluyor. "Coğrafyan kaderindir" derler ya hani, orada yaşayan yerli halkın tek suçu da o coğrafyada yaşıyor olmaları
Devrilen liderler, değişen rejimler ve daha kolay kontrol edilip kaynak aktarımına itiraz etmeyeceklerden seçilerek kurulan yeni hükümetler.
Savaşa sürüklenmek isteyen ülkelere savaşa dahil olabilmeleri için çakılan kıvılcımlar ve diplomasi ile savaşa karşı duran ülke üzerine her gün daha da büyük bir ateş salmak. Tahrik üzerine tahrik yaparak, oluşturulmuş olan girdabın içine o ülkeyi de çekmeye çalışmak
Özellikle de halkı galeyana getirerek insanlara savaş çığlıkları attırmak
Kurtuluş Savaşı gazilerinin daha düne kadar sağ olduğu bir ülkede, savaş acılarını büyüklerinden dinleyenlerin savaşa uzak durmalarındaki iç korkusu, savaşın yıkımından bihaber gençlerin  savaş boyalarını sürünmeleri ile ters düşüyor
Vatan savunması söz konusu olduğunda genciyle yaşlısıyla gözünü dahi kırpmadan elini taşın altına koyan insanlar, kendilerinin olmayan bir savaşın içine zoraki dahil edilmeye çalışıldıklarının farkında olduklarından olsa gerek âkil ve mutediller.
Diğerleri ise mehter takımını toplamaya başladılar bile..
****
5 Mayıs 1930'da İngiltere Tıp Akademisi'nde "En İyi Doktor Ödülü"nü alırken "Ben atomu insanlığın yararı için keşfettim. Ama insanlar atomla birbirlerini öldürüyorlar." diyen Albert Einstein'ın bir sözünü hatırlayalım:
"Üçüncü Dünya Savaşı'nda hangi silahların kullanılacağını bilmiyorum ama Dördüncü Dünya Savaşı'nda taş ve sopalar olacağını biliyorum."

26 Haziran 2012 Salı

Zamandan mekâna aşk ile yaşayan şehir Bursa

Duvarda asılı duran ahşap saatlerin içerisinde, özlemlerle dolu büyük bir aşk yaşandığını var sayardım kendimce.
Gözler önünde ama gözlerden uzak yaşanan bu aşkın aşıklarının da, ağırbaşlı akrep ile uçarı yelkovan olduğunu hayal ederdim.
Akrep ile yelkovanın zamanla yarışan aşkı kâh hüzünlü, kâh neşeli idi benim gözümde.
Akrebiyle defalarca buluştukları şehrin sokaklarında dur durak bilmeden koştururdu yelkovan. O sokak senin bu sokak benim derken döner dolaşır yine rastlardı bir köşebaşında akrebine.
Akrep, sükûnet ve sabırla yürürdü yelkovanının ardından. Bilirdi ki yelkovanı yine ona gelecek, yine bir olacaklar, yine hasretle sarılacaklar.
Lâkin yine bilirdi ki, saniyeler süren bu buluşmanın ardından yelkovan yine kaçacak, yine ele avuca sığmaz genç ve coşkulu sevgililiğini elden bırakmayacak.
Yelkovan telaşla koştururken, akrep yine ağır aksak izlerdi onu.
Gözlerini açtıklarından beri içinde yaşadıkları bu saat onların şehriydi nasılsa. Başka gidecek yerleri yoktu.
Üzerlerinden geçtikleri saat başları sokaklardaki köşe başlarıydı onları buluşturan.
Bu şehrin caddelerinde zaman bir su gibi akarken, yelkovanın ardına taktığı dakikalar da akıntıya kapılmışcasına eşlik ederdi zamanın çağıldayan akışına.
Yelkovanla buluştuğu anlarda birdenbire durmayı isterdi akrep içinden. Durmayı ve böylece zamanı da durdurmayı isterdi.
İsterdi ki bu sonsuz koşu bir son bulsun ve artık yelkovanından ayrılmasın...
****
Bir şehirde zamanı durdurabilmiş sokaklara rastlarsınız bazen. Geçmişin nöbetini tutarcasına inatla çıkmazlar saklandıkları kuytulardan.
Şehrin ilk kurulduğu bölgelerde, sonradan yapılmış beton binaların arasından bir anda görünüverirler size belki. Merakla adımınızı attığınız o sokaktaki her sahneyle, yıllar öncesine doğru bir yolculuğa çıkarsınız.
Dokunduğunuz taşlar kim bilir hangi zamanlardan kalmadır. Kim bilir kimlerin ellerinin izleri vardır bu kapılarda. Yorgunlukla yaslanmış bir yaşlının bir kaç tel saçı takılmıştır şu duvara belki. Belki de saklambaç oynarken ebe olan çocuğun “yumduğu” yerdeki terli elleri, heyecanlı nefesi sinmiştir şu eski tahta banka.
Sokağın geçmişten gelen sesleri yankılanmaya başlar kulaklarınızda yavaş yavaş. Karşınızda yüzler canlanır bir bir.
İşte saka, işte yoğurtçu. İşte şurada sıcak yaz günlerinde sırtındaki ibriğinden buz gibi şerbet ikram eden şerbetçi.
“Şerbet buuzzzzz!”
Çıkmaz sokaklarda oynayan çocuklar, porta kapıların ardından taşan yemek kokuları, günün yorgunluğuna rağmen hızlı adımlarla akşam yemeğine yetişmeye çalışan kimi genç, kimi yaşlı erkekler...
Ve işte siz o anda;
Arkanızda şimdiki zaman, önünüzde geçmiş zaman, zamansız bir zamanda asılı kalırsınız öylece.
Sokaktan ayrılırken şöyle bir silkinir, sırtınızı geçmişe döner, bugüne gelirsiniz el mahkûm. .
****
Osmanlı’nın ilk başkenti olan, Osmanlı şehri olmazdan önceki evveliyatının M.Ö. 2700’lü yıllara kadar dayandığı Bursa şehri, 60’lı yıllarda başlayan kentleşme sürecinde yok olmaya yüz tutan tarihi eserlerine kol kanat gererek, geçmişle geleceğin iç içe geçtiği görsel zenginliklerle dolu bir şehir halini almaya başladı bugünlerde.
Geçmişi uzun yıllara dayanmasına rağmen Bizans ve Roma dönemlerinden eserlere pek rastlanmayan Bursa’da, Osmanlı döneminden kalan eserlerden -özellikle de camiler- bugün hâlâ dimdik ayakta.
Hamamların bazıları hamam olarak kullanıma açılmış, bazılarıysa kültür sanat etkinliklerine ev sahipliği ediyor.
Köprüler bir bir elden geçiriliyor ve hepsi yeniden can buluyor.
1400’lü yıllardan günümüze ulaşabilen Kapalıçarşı defalarca yanmasına ve defalarca elden geçirilerek hayata dönmesine rağmen tarihi dokusundan bir şey kaybetmemiş.
Kapalıçarşı’nın bir ucundan girip diğer ucundan çıkarken, geçmişle bugün arasındaki bir tünelde yolculuk ettiğini hisseder insan.
O tünelde yürürken çarşının zamana ayak uydurmuş bol ışıklı dükkanlarının arasında bir çeşme kurnası ilişir bazen gözünüze. Sanki o çeşme kendisini görmeniz için yıllardır sessizce beklemektedir orada.
Susuzluğunuzu dindirdiğiniz o çeşme; pirinç kurnasıyla, mermer taşıyla alır götürür yine sizi eski zamanlara.
Çarşının ilk esnafları geçer önünüzden sıra sıra.
İşte Sahaflar, işte Aktarlar, İvaz Paşa, Gelincik, Sipahiler ve işte Yorgancılar, Sandıkçılar..
Hepsi girerler dükkânlarına, geçerler tezgâhlarının başına. Sonrası bir alışveriş, bir pazarlık, bir hararet ki değme gitsin...
Hararet demişken, bir anda susadığınız gelir aklınıza. Eğilip avucunuza doldurduğunuz suyu kana kana içer, doğrulur ve tekrar bugüne dönersiniz.
Kapalıçarşı’nın kalabalığı ve canlılığı sizi şimdiki zamana çeker.
Zaman hızla akıyordur...
Akan zaman içerisinde siz de bu şehrin geçmişine dahil oluyorsunuzdur şimdi. Sesiniz, nefesiniz, teriniz siniyordur eski-yeni dokunduğunuz tüm mekânlara.
Kim bilir, belki yıllar ve yıllar sonra birileri de sizin bıraktığınız o izlere dokunur ve çağırır sizi kendi zamanına.
İşte o zaman siz de yaşadığınız zaman diliminden çıkar ve karışırsınız ölümsüzlüğün sonsuzluğuna…
****
Zaman bir kaçma kovalamaca oyunu oynar bizimle sanki. Bazen haddinden fazla ağır, bazen haddinden fazla hızlı. Bazen derin derin hüzünlü, bazen cıvıl cıvıl neşeli. Bazen can yakıcı acılı, bazen havalara uçuran sevinçli.
Nasıl olursa olsun, durmaksızın sürüp giden sonsuz bir yolculuk bu...
Canlıların zaman içindeki bu yolculuğuna ömür diyoruz. Ve bütün canlılar ömürlerinin sonunda ölümle buluşup yok oluyorlar.
Şehirler ise ölümsüzlüğü yakalamış.
Caddelerindeki insanlar on sene önceki insanlar değilse de, yine de caddeleri boş kalmamış. Ömrünü tamamlayıp giden insanlar giderken yerlerine yenileri bırakarak şehrin ayakta kalmasını sağlamışlar.
Çatılardaki kediler, sokaklardaki köpekler, ağaçlardaki kuşlar, bahçelerdeki çiçekler yüzyıllardır bu tabloya renk katmışlar.
Şehrin kendisine özel dokusunu oluşturan her ne varsa zamana direnerek ayakta kalmaya çalışmış.
Düşünün bir; Bursa deyince aklınıza yeni yerleşim bölgeleri mi geliyor; yoksa Ulucamisiyle, Muradiyesiyle, Yeşiliyle, Tophanesiyle, Irgandısıyla, Kozahanıyla, Kültürparkıyla, surlarıyla, hanlarıyla, hamamlarıyla, türbeleriyle, köprüleriyle nevi şahsına münhasır bir Bursa görüntüsü mü?
****
Yeni yerleşim bölgelerindeki her cadde, her sokak, her bina yurdun diğer şehirlerindeki binalardan çok da farklı değil. Yeni yapılan her site bir diğerine benziyor.
İçindeki sosyal tesislerinden tutun da, kapılarındaki korumalara kadar neredeyse hepsi yarı açık bir cezaevi görünümünde.
Hiçbirisinde hangi şehre ait olduğunu yansıtan en ufak bir karakteristik özellik yok...
Bursa’nın çevresini saran bu bölgeler insanlara daha sosyal ve daha medenî yaşama alanları vaat etseler de, oralar bizim bildiğimiz anlamdaki Bursa değiller.
Bir şehre kişilik kazandıran her ne varsa hiç birisini zamanın acımasızlığına teslim etmemek, geçmişin izlerini taşıyan her eseri canlı ve sağlıklı tutarak ömürlerini uzatmak, şehrin karakterini bozmadan yaşatmak ve ardımızdan gelen nesillere sağ salim teslim etmek bu şehirde yaşayan tek tek herkesin vazifesidir.
Zamanın imbiğinde süzülüp gelmiş her eseriyle, o eserlerdeki her oymasıyla, her kıvrımıyla, her sütunuyla, her taşıyla geçmişin izlerini taşıyan her şehir saygıyı ve özeni hak eder.
Nasıl ki insan kendisine bahşedilen ömür içerisinde yaşadığı hayat ile zenginleşirse, şehirler de içlerinde yaşattıkları hayatlar ile zenginleşirler.
Evliyalar şehri Bursamızda şehrin dokusuna aykırı tasarlanan her bina, vurulan her kazma, çakılan her çivi, dökülen her beton şehrin siluetine edilen ihanet olarak tarihe geçecektir.
Yenilenerek günümüze kazandırılan ve korunan her bir eser ise, geçmiş ve gelecek adına her birimize minnettar kalacaktır...


21 Haziran 2012 Perşembe

Biz uyuduk, sen öldün…

Onu bunu bilmem.
Şunu bunu anlamam.
Ne siyaset, ne eğrisi, ne doğrusu.
Hain bir kurşunla toprağa devrilen bir bedenin bahanelerini anlatmayın bana.
Hani filmde diyordu ya, "Sen uyursan herkes ölür!" diye.
İşte sözün özü bu.
Ey asker, sen uyumadın ve bizler çok şükür ki -henüz- sağız.
Lâkin biz uyuduk ve sen öldün...
Bugün sen öldün, yarın bir başkası, sonra bir başkası.
Peki ne zamana kadar?
Peki ne için?
Peki kim için?
Yıllardır verdiğimiz binlerce şehide rağmen hâlâ sona ermeyen bir savaşın içinde daha ne kadar öleceğiz?
Ölenlerin yerine yeni şehit adayları yetişsin diye midir bu 'daha çok üreyin' dayatmaları?
Ki Atatürk Çanakkale'de "Ben size taarruz emretmiyorum, ölmeyi emrediyorum. Biz ölünceye kadar geçecek zamanda yerimizi başka kuvvetler alabilir" diyerek  askerlerine ölmeyi emretmiştir.
Ve onlar yüreklerindeki sarsılmaz inançla bu emre kayıtsız şartsız itaat ederek ölmeyi de bilmişlerdir.
****
Askerlik yan gelip yatma yeri değildir.
Kabûl.
Şehitler ölmez, vatan bölünmez.
Kabûl.
Savaşın ne namusu olur, ne de mantığı.
Hadi ona da kabûl.
Ne yazık ki biz henüz içinde bulunduğumuz durumun adının ne olduğunu dahi bilmiyoruz.
Sıcak savaş mı, soğuk savaş mı, iç savaş mı, terör mü, isyan mı?
Hangisi?
Her gelen şehit haberi ile ettiğimiz acı dolu her isyan, bu mücadeleye olan inançsızlığımızdandır.
Önce içinde bulunduğumuz duruma bir isim koysak, düşmanımızı bir tanısak da ona göre kendimizi korumaya alsak. Çatışma gerekiyorsa çatışmaya katılacak askerlerin donanımlı askerler olmasını sağlasak.
Çözüm siyaset ile gelecekse masaya otursak. Yok, çözüm silah ile gelecekse topyekûn silahlansak.
Her ne yapacaksak yapsak ve içimizi bir kurt gibi kemiren bu belirsizlikten kurtulsak.
Görmüyor muyuz ki savaşları kazananlar daha çok can verenler değil.
Daha çok can alanlar da değil.
Savaşları kazananlar,
Dışarıdan bağımsız, halkıyla yekvücut kararlar alarak, bunları sonsuz bir güvenle uygulayabilenler.
Savaşa mahal vermemek ise bütün savaşların en başından kazanılması demek.
Demokrasisi ve ekonomisi rayında giden güçlü bir ülkede savaşa hacet kalmaz.
Savaşa ve savaşın ardından gelen yıkımlara harcanan maddi manevi her emek barış için harcansa, oğullar ölmez, analar ağlamaz.
Ve vatan öyle daha sağlam sağ olur...

15 Haziran 2012 Cuma

Şeytan da bir Melek ise...

Kadın kişinin ezildiğini ve mağdur edildiğini görürüz genelde.
Ana deriz, doğuran deriz, kutsal deriz, can deriz.
Erkeklerin  bakış açılarını bir nebze olsun farklılaştırabilmek için yazılar yazarız. Ezilen kadınları korumak ve kollamak adına girişimlerde bulunuruz. Kadının güçlü ve karakterli olarak yetişmesinin sağlanması gerektiğini savunuruz.
Bunları yaparken bütün kadınları melek ilan etmeyiz...
Biliriz ki ezilen kadınlar olduğu kadar, ezen ve üzen kadınlar da var.
İhtiras, tutku ve doyumsuzluklarıyla eşlerine hayatı zindan eden, bencillikte sınır tanımayan, kendi egolarının tatmini için çevrelerindeki herkesi kolayca harcayabilen, huysuz, mutsuz ve asabi kadınlar...

Bazıları içinde bulundukları mutsuzluklarının acısını çevrelerinden bu şekilde çıkartmaya çalışırlar.
Düşünmezler ki, belki de aslında böyle oldukları için mutsuzdurlar.
Hele bir de hasta ruhlular vardır ki, Allah mahfaza...

İngiltere'de yaşayan Jeevani Wickramaratna'nın hikayesini okudum bugün gazetede.
Kadın, evli erkek çalışma arkadaşlarını taciz ettiği ve bilgileri olmadan haklarında hikayeler uydurduğu ortaya çıkınca tutuklanıyor. Sosyal paylaşım sitesi üzerinden kurbanlarını rahatsız eden kadın, kurbanlarının HIV pozitif taşıdıkları yalanını yayıyor etrafa. Şirketteki erkekleri kendisiyle ilişkileri varmış gibi göstermeye çalışan kadın, bu yönde mesajlar göndererek erkeklerin aileleriyle de aralarını bozuyor.
Neyse ki olay, aynı firmada çalıştığı ilk kurbanının polise gitmesiyle açığa çıkıyor.

Öldüren Cazibe - Fatal Attraction filmini hatırlarsınız belki. Mutlu görünen bir evliliği olan avukat Dan Callagher'in (Michael Douglas) eşinin evde olmadığı bir gecede Alex Forrest (Glenn Close) ile kaçamak yaşaması ile başlayan; erkeğin yaptığına pişman olduğundan olsa gerek bunun tek gecelik bir kaçamak olarak kalmasını istemesi, fakat kadının tek gecelik ilişki olarak bir köşeye atılmayı kabul etmemesi ve çığrından çıkmış bir şekilde erkeğe ve ailesine zarar vermeye çalışması ile devam eden, sonunda da kadının, erkek ve karısı tarafından yok edilişi ile sona eren, bolca gerilim içeren bir film.
O filmde bir kadının hırsından ve ihtirasından dolayı neler yapabileceğini görürsünüz. Kadın, tasavvur dahi edemeyeceğiniz kötülükleri ardı ardına sıralarken, siz de o tek geceyi tutkuyla yaşayan tarafların haklılığını ya da haksızlığını sorgularsınız.

Görürsünüz ki melek zannedilen bir kadın şartların değişmesiyle birlikte zaman içinde bir şeytana dönüşebilir.
Doğuştan meleklik ile alâkası olmayan kadınlar eşlerini kendilerinin kölesi, kendilerini de dünyanın merkezi sayarlar ve kendilerinden başka kadınlara tahammülleri yoktur. Hele de o kadınlar biraz eli ayağı düzgün iseler...
En güzel, en zeki, en seksi hep kendileridir ya, 'Ayna ayna söyle bana' sorusunu yönelttikleri aynaları kendilerinden başka birini gösterirse işte  o anda hayat durur.
O düşman hemen yok edilmelidir!
Erkeğin kendisine olan aşkının ve hayranlığının bitişini hazmedemeyen kadın, bu tükenişin ardında başka kadınlar aramaya başlar.
O kadınlardır zaten hep sebep!
Bu cehennemden kurtulmaya çalışan erkeğin kendisinden ayrılmak istemesi ise en büyük cezayı hak eden en büyük suçtur.
Erkeği değil de erkeğin köleliğini kaybetmek istemeyen kadın, kırk katır mı kırk satır mı uygulamasıyla adama etmediğini bırakmaz.
Bu düşüncelerle erkeğin malını mülkünü, varını yoğunu zapt edip ele geçirmekle kalmaz, çocuklarını da babalarına düşman eder. Kanmaz, ailesi ve arkadaşlarına bulaşır. Doymaz iş ve sosyal çevresine sataşır.
Bu arada önüne çıkan ne varsa ezip geçiyordur.
Aslında hiç de sevmediği bir adam için mücadele ediyordur.
Farkında değildir ki onun mücadelesi kendisi iledir.
Egosu ve hırsları "yenilmiş kişi" olduğunu fısıldıyordur kulağına.
Bu ses ne kadar tahammül edilmezdir Ya Rab!..
****
Sevgiden ve hoşgörüden bihaber, içine mutsuzluğun çöreklendiği yüreği ve o yüreğinin yarattığı huzursuzlukları ile dünyayı kendisine zindan eden kadın, karşısındaki insanların da en az kendisi kadar mutsuz olup acı çekmeleriyle biraz olsun rahatlar.
Mutluluk da mutsuzluk da dalgalar halinde yayılır ya hani, onun kendi içindeki mutsuzlukları da halka halka herkesi mutsuz ederken o bunlardan haz duymaktadır.
Ben'ce, onun başkalarına olan güvensizliğinin altında, esas kendisine olan güvensizliği yatıyordur.
Hani derler ya; "Kendime yalanlar söylediğimden beri kimselere güvenmiyorum" diye.
Ya da bir başka deyişle; "Kişi karşısındakini de kendisi gibi bilir."  diye.
O, kötülüğü en iyi bilen kişi olarak herkesin de aynı kötülükte olduğunu var sayar.
Kötülükleriyle kazandığı her zaferde hayatından bir şeyler  kaybeder.
Kazandığını zannettiği şeyler yalandır, kaybettikleri ise gerçek...
****
Sözün özü,
Bir yazımda dediğim gibi, bilmeliyiz ki ne bütün kadınlar melek, ne de bütün erkekler şeytan.
Bütün mesele insan olabilmekte, insan!..

11 Haziran 2012 Pazartesi

Kafa karıştırmaca, dikkat dağıtmaca


Dünya karışık, bizim kafalarımız dünyadan çok daha karışık.
Yaşananları bilirkişiler farklı yorumluyor, sokaktaki vatandaşlar farklı. Doğruları kim söylüyor, kim haklı-kim haksız, kimin lâfına güvenip kime inanacağız anlamış değiliz.
Okuduklarımız bir yanda, gördüklerimiz diğer bir yanda.
Şimdiki zamanlarda yaşananların iç yüzünün ilerleyen zamanlarda ortaya çıkacağını bilmenin verdiği güvensizlikse bambaşka bir yanda.
Her şeyin bize gösterilen yüzünün dışında farklı bir yüzü olduğunu biliyoruz artık.
Karşıdan görünen görüntünün içine girildiğinde bambaşka bir dünyayla karşılaşılabiliyor. İyi ya da kötü her şey tam tersi olabiliyor.
Esas maharet yazılmayanları okumakta, söylenmeyenleri duymakta...
Eskiden de hayat bu kadar hızlı mı akıyordu bilmem ama şimdilerde gündem o kadar hızlı değişiyor ki, çok kısa bir zaman önce yaşanan, üzerinde konuşulan ne varsa bu hızlı akış içerisinde gerilerde kalıveriyor.
'Geçmiş' oluyor.
Geçmişte kalıyor.
Unutuluyor...
Bu kadar çabuk unutacağımız her şey için birbirimizi acımasızca  parçalıyoruz, kırıyoruz, döküyoruz. Tırnaklarımız dışarıda her an saldırmaya hazır bekliyoruz. Bunlarla besleniyoruz. Kavgasız, gürültüsüz ve düzenli yaşamayı beceremiyoruz
Hepimiz bir tatlı huzuru özlüyoruz da, huzuru sağlayan her ne varsa görmezden geliyoruz.

Okuduğum bir makalede Profesör Günter Blobel'e göre bütün canlılarda bir 'vahşet geni', ayrıca beyinlerinde de bir saldırganlık merkezi bulunduğunu öğreniyorum. Zulüm merkezine verilen ışınla bu merkez aktif hale geliyor, ışın kesilince de eski sakinliğe geri dönülüyormuş.
Birileri bir yerlerden insanlara sürekli böyle bir ışın mı veriyor acaba diyorum.
Hani çocuklar insanlara lazer oyuncaklarıyla şaka yaparlar ya, o misal...

Kadın cinayetleri hız kesmeden yoluna devam ederken bir yandan da kadının içindeki canlıyı yok etme-etmeme tartışması atıldı insanların önüne. Bilmemkaçgündür mesailer bu konuya harcanmakta.
'Kürtaj yaptırmayın' diyenlerle 'Yok illa ki yaptıracam' diyenlerin savaşına dönüştü herşey
Sanki kadın kişi kürtajdan çok hoşnutmuş gibi. Sanki her ay bir çocuk aldırıyormuş gibi. Sanki bu öyle çok arzulanacak bir şeymiş gibi. Sanki yasaklanan her şey bir anda buhar olup uçuyormuş gibi.
Sanki her şey doğurmakla bitiyormuş gibi...
Kadını tarla olarak gören zihniyetin bebeği de ürün olarak görmesi ve 'Kürtaj yaptırmayın, bebeği bize verin biz büyütelim' demesi çok normal.
Korkarım bunun bir adım ötesi prezervatif satışını yasaklamak, iki adım ötesi de insan çiftlikleri kurmak.
Doğmamış bir canlının yaşam hakkını cansiperane savunan kişilere bakıyorum ve aynı kişilerin doğmuş canlıların yaşam haklarını nasıl ellerinden aldıklarını hayretle izliyorum.
Bir yandan hayata katışmaya çalışan gençlerin ve çocukların eğitim hayatlarıyla oynanıyor, diğer bir yanda çocuğa, kadına ve hayvana vahşet almış başını gidiyor.
Ve bunlara dur diyecek kimseler başlarını kadınların bacaklarının arasına sokmuş ve oradan çıkartmıyorlar.
Sanki bebeği yapan tek başına kadınmış gibi...
Bırakın siz insanların cinsel hayatlarını, bırakın neyi nasıl yaptıklarını. Siz onların refah içinde ve insanca yaşamalarından sorumlusunuz.
Ben'ce siz  şartları iyileştirin, emin olun gerisi kendiliğinden gelecektir...
1 ya da daha fazla.
Herkes kendi arzusunca...

2 Haziran 2012 Cumartesi

Oyunbozanlar ile oyundüzenlerin yeni oyunu

Hayat içinde iyi kötü pek çok olayla karşılaşır, bazen isyan eder, bazen de kader deyip kabullenir insan değil mi?
Çok üzüldüğü olaylar bazen sevinçlere, çok sevindikleri olaylar da üzüntülere dönüşebilir.
Bütün bunları yaşaya yaşaya öğrenir insan. Bazen isyan etse de yaşını aldıkça tevekkül sahibi olur. Olgunlaşır. İsyanları azalır. Dünyayla uyum içinde yaşayıp aynı uyumla ölümsüz sandığı bedeninin dünya değiştirmesini dahi itaatkâr bir boyun eğişle bekler.
Bilir ki doğumun gerçekliği ne ise, ölümün gerçekliği de odur...
Bazen de anlamakta ve kabullenmekte zorlandığı olaylarla karşılaşır. İnsan marifetiyle yoluna çıkartılan engeller için 'kader' tanımının yetersiz kaldığı bu durumlarda insanlara olan inançları darbe alır. Güvenleri sarsılır, hayalleri yıkılır.
****
Yüksek atlama için hazırlanan bir sporcuyu düşünün. Yarışacağı çıtanın yükseliği belirlidir ve o, hep o yükseliği aşabilmek için çaba harcar. Bütün çalışmaları, bütün hedefi oradadır. Milimetreler dahi önemlidir onun için.
Yarışma gününden bir gün önce hiç kimse gelip de o çıtayı 5 cm yukarıya yerleştirmez. Eğer ki sporcu rekor denemesinde bulunmak istiyorsa bunu ancak kendisi yapabilir.
Herhangi bir daldaki elemelere hazırlanan herkes için geçerli olan bir uygulamadır bu.
Nihayetinde hazırlanılan yarışın branşları bellidir, kuralları bellidir, her şey nizamidir. Aklına esen estiği anda kurallarda değişikliğe gidemez. Kurallarda bir oynama yapılacaksa da eski kurallar üzerinden yarışa hazırlanan kişiler bu değişikliklerin dışında tutulur.
Yeni katılacak kişiler de belirlenen yeni kurallar dahilinde yarışlara hazırlanırlar ya da yarıştan çekilirler.
Her şey açık, net ve dürüstçedir.
Lâfı dolandırdığıma bakmayın, nereye geleceğimi anlamışsınızdır eminim.
LYS sınavına iki hafta kala açıklanan değişikliklerin neye benzediğini anlatmaya çalışıyorum.
ÖSYM’nin yayımladığı kılavuza göre artık yerleştirme puanı hesabında okulların başarısı (Ağırlıklı Orta öğretim Puanı) dikkate alınmayacak.
Ailelerin ve çocukların büyük özverilerle hazırlanarak girdikleri ve yine aynı ağırlıkta okudukları Anadolu ve Fen Lisesi çocuklarına verilen taahhüt bir anda silinip atıldı.
'Canım böyle istedi, bundan kelli böyle' denildi.
Şimdiye kadar girilen her sınavın ardından çıkan kopyaydı, şifreydi, çalıntıydı söylentileri bu kez yerini elle tutulur gözle görülür bir ihanete bıraktı.
Bir on sene sonra devleti teslim alacak bireylere devletin kendi eliyle ettiği ihanet, çocukların devletlerine olan inançlarına derin bir darbe olarak kayda geçti. Belki de oyunun kuralının 'bu' olduğu gibi bir öğrenme içine girdiler.
Ki Ben'ce en tehlikelisi de bu.
İhanet ihaneti doğurur ve zincirleme bir yanlışlar silsilesine yol açar.
Yeni düzenlemenin sonuçları birilerinin şansı ya da birilerinin şanssızlığı olacak gibi görünse de, eminim ki ilerleyen zamanlar içerisinde hak eden yine hak ettiği yere kavuşacaktır.
Daha iyi bir puan alarak daha iyi bir tercih yapabilecek bir öğrenci şanssızlık eseri girdiği bölümden zorlanmadan mezun olurken, daha kötü bir puan alarak daha alt sıralarda yer alabilecek bir öğrenci şans eseri girdiği bölümden kolaylıkla mezun olamayacaktır.
İki ay önce girdikleri LGS sınavındaki Türkçe sorularının şokunu üzerlerinden atamadan ikinci bir şokla sarsılan çocuklar şu anda benim bu söylediklerimi düşünecek halde değiller tabii.
Niçin 15 gün kala? sorgulaması hepimizin olduğu gibi onların da beyinlerini yiyiyor.
Madem ki sınav var, madem ki şartlar belirli, madem ki o çocuklar bu şartlar dahilinde sınava hazırlanıyorlar, bir anda bu şartlarda değişiklik yapma lüksü nasıl olabilir diyorlar? Akılları hafsalaları almıyor.
Doğmamış bir çocuğun yaşam hakkının savaşı göğüs göğüse verilirken, doğmuş, büyümüş ve yetişmiş olan bir çocuğun var olma hakkının nasıl kolayca alaşağı edilebildiğini bir türlü anlamıyor.
Ve şu anda onların bu sorgulamalarla kaybedecek tek bir dakikaları dahi yok!
Bu darbeden en çok etkilenenler ise geçen yıl kazandığı halde tercih yapmayarak bir yıl daha denemek isteyenler olmuş olmalı...
Biz aslında buna mızıkmak deriz.
Bilirsiniz, mızıkan da her daim yenilendir. Yenilginin hazımsızlığı ile oyunu alt-üst edip çeker gider.
Okeyde eli düzelmeyecek haldedir ıstakayı devirir, oyunu bozar. Sürekli taş çalar, sürekli başkalarının ellerini dikizler. Aklını kullanıp kendisini oyuna vererek oynamadığı ve sürekli hile peşinde koştuğu için de her zaman kaybetmeye mahkûmdur. Kaybetmenin acısını da oyunu dağıtarak çıkartır.
Mahallede top sahibi olan çocuğun oyunda başrol olamamasının acısını, topunu oyunun ortasından çekip alarak herkesi ortada bırakmaktan haz duyması gibi birşeydir bu.
İşte belki de o topunu alıp giden kişiler bu kişilerdir.
Onlar mızıkçılardır...
İhanet ve hazımsızlık mahalledeki bir sokak oyunundan devletin en tepesine kadar yükselmiştir.
Artık onlar oyunbozan ve oyundüzen olmuşlardır.
****
Herkes bilmeli ki ellerinde oyuncak ettikleri bu gençler sarsılmış inançlarıyla daha da bir kamçılanmış olarak hayata asılacaklar.
Birkaç kişi için hayatlarından ve yıllardır verdikleri emeklerinden vazgeçmeyecekler.
O emekler ile oluşturdukları sağlam temelleri -her ne kadar bu kararla sarsıldıysa da- onların yıkılmasına izin vermeyecek.
Onların kendilerine olan güvençleri ile de 'oyundüzenler'in hileli oyunları bozum olacak.
Ne yazık ki oyunlarla geçen bu zamanlar ise ülke tarihine 'büyük zaman kaybı' olarak geçecek...