30 Ocak 2013 Çarşamba

Veda vakti gelince

"Ömrümüz uzadı, dünyaya demir attık, hiç gidesimiz yok" diyoruz ya,
Hikâye...
85 senelik bir ömrün bile 70 yılını yaşıyoruz dolu dolu.
Geriye kalan 15 yılı üçe bölüp  başlangıç, uyanış ve bitişe pay edersek;
Başlangıçtaki 5 yıl sonraki 80 yıla hükmedecek değerde.
Uyanıştaki 5 yıl, sayılmaz.
Sondaki 5 yılı kendin gibi yaşayabilmek ise en büyük lüks...
Herkes ortalama 70 yıl yaşasa da, herkes bir büyük olamıyor şu dünyada.
Bazıları başrolde doğup başrolde ölüyor.
Bazılarının hayatı figüranlık.
Öyle ya da böyle, 70'lik ömrü tüketirken masadan kim daha mutlu kalkıyor, orası bilinmez....
****
Araya karışanlar olsa da bu aralar 30'lular ve 40'lılar resmi geçit yapar gibi geçip gidiyorlar önümüzden.
Hepsi farklı kulvarlardan el sallıyor izleyenlerine.
"Hoşçakalın. Görüşmek üzere..!"
Sahnedekilerin de, tribündekilerin de yerine yenileri geliyor sürekli.
Devran dönüyor, eskiyen her şey yenileniyor...
Kimler gitmedi ki şu birkaç ayda.
Esin Afşar, Müşfik Kenter, Leman Çıdamlı, Şenay Yüzbaşıoğlu, Mehmet Ali Birand, Ahmet Mete Işıkara, Toktamış Ateş...
Ve son vedamız Ferdi Özbeğen'e.
Bu zarif ve sakin adam hep çok sevildi, hep çok sayıldı.
Piyanosunun başına geçti  iç çekişlerimiz oldu.
Uzaklara dalışlarımız, gözlerimize dolan damlacıklarımız oldu.
Hüzünlerimiz onun nağmelerinden yükselen notalara tutunup uçuştular her bir yöne.
En çok da özlenen sevgiliye...
Yüreğimizin sesini dillendiren şarkılarında kaybolduk çokça.
Bazen isyan ettik , bazen de boyun büktük, Büklüm Büklüm olduk...
Elimizde Kandil gün ışığında yola koyulduk.
Vefa ararken vefasız olan belki de kendimizdik.
Bilemedik...
Sevmek acı gerçek acı, benzer birbirine dedi, bazen sevginin de gerçekler kadar acıtabildiğini iki kelimeye sığdırdı gitti.
Mutluluktan haber ver dilek taşı dedi, ümidini yitirmiş tüm yüreklere ümit serpiştirdi.
Seni andım bu gece dedi, bir çınlama sesi duyduk derinlerden...
Herkes sordu seni bana, biz  ayrıldık diyemedim derken kırgındı.
Dönsen bile derken umursamaz.
İşte bu bizim hikayemiz derken tutkulu bir aşık.
Sana ihtiyacım var derken tutsak kalmış bir aşık.,
Satmışım anasını ben bu dünyanın derken boş vermiş.
Öyle pervasız, öyle neşeli.
Beni böyle yapayalnız bırakmasan olmaz mı derken sitemle karışık hafiften bir gönderme vardı alakasız sevgiliye.
"Aşktan kaçılmıyor, yine seveceğim."
Ele geçmez istediğin, uğruna savaş vermediysen derken O, "The Secret" henüz yazılmamıştı.
Alkışlarla yaşar yalnızdır piyanist derken sanki biraz kendisiydi sözlerden taşan.
****
Ne günlerdi ah o günler Özbeğen...
Baharı bekleyen kumrular gibi hiç olmazsa baharı bekleseydin.
Gitmeseydin ya bu soğuklarda.
Diyeceksin ki,
"Bahar da bırakılıp gidilmezdi ki be kuzum. Kaç bahar geçti gitmedim, gidemedim."
Keşke hiç gitmeseydin keşke.
Bak piyanon sessiz kaldı.
Tuşların öksüz.
Sevenlerin sensiz...

28 Ocak 2013 Pazartesi

Uyan uyan, tren Bursa'ya geldi..!

1953 yılının 10 Temmuz'unda tedavülden kaldırılan Mudanya treni, sabah çok erken saatlerde Demirtaş İstasyonu'ndan alırmış yolcularını.
Tren Bademli'ye geldiğinde "Uyan uyan, tren Bademli'ye geldi" hitabıyla uyandırılırmış uyuklayan yolcular.
Yolculuk esnasında rampalarda yavaşlayan trenden atlayıp meyve ağaçlarından nemalanan yaramaz yolcuların pek çoğu şimdi ya orta yaşlarının sonlarında ya da yok...
Benim hatırladığım; Trilye-Bursa otobüsleri, Santral Garaj, Geçit Ekmeği, Tepedevrent ve tepeye ulaşınca görünen deniz.
Trense babamın gençliğinden bir kare...
Sona eren tren hikayesinin peşini bırakmayıp, 1997 yılından beri Bursa'ya tren mücadelesini veren ve sonunda gerçekleşmesine şahitlik eden ise Kemal Demirel... 
****
Davaya baş koymak denir ya hani.
Yılmamak ve doğru bildiği yoldan sapmamak.
Ve o yolun sonunda da hedefe ulaşmak.
Ülkeyi "demir ağlarla örme" felsefesini benimseyen Kemal Demirel'in 16 yıllık öyküsü tam da buydu işte.
O, tren yoluna başını koyan ve trenin tekerine başını kaptırmayan kişiydi.
Kentinin aşina olduğu 16 rakamı gibi 16 yıl süren yolculuğunda toplam 250 km yol yürüyen, yaklaşık 77.000 km yol kateden kişiydi.
O'na göre demir yolları vücuda kan taşıyan damarlar misali ülkenin en uzak köşelerine kadar gidebilmeliydi.
Hem insan taşınmalıydı hem de yük.
Otoyollardaki trafik terörü daha fazla can almamalıydı.
Can kıymetliydi, mal da canın yongası.
İkisi de korunmalıydı.
Canların duble yollarda heba olup gitmesi kader olmamalıydı.
Tek başına yel değirmenlerine karşı savaş verdi çok zaman.
Bazen "Havanda su dövüyor" denildi.
Bazen "Kaçılın çuf çuf Kemal geliyor"...
Zaman geldi onun dediğine gelindi.
Tren, tam da Demirel'in başını koyduğu yerde mola verdi.
Uyan uyan, Bursa'ya tren geldi!..
****
Trafik terörüne karşı proje çalışması olan "Bursa'ya ve Türkiye'ye demiryolu" kampanyasını yıllardır yürüten Demirel, bu mücadelesini anlatan fotoğraf sergisini cumartesi günü Tayyare Kültür Merkezi'nde açtı.
100'den fazla gazete kupürü ve fotoğraf ile doluydu duvarlar.
Adım adım yürünen yollar, henüz beyazlaşmamış saçlar, destekle dolu yazılar.
Her bir fotoğrafta yüzlerce anı...
Bu yolculukta kendisine yoldaşlık eden çalışma arkadaşları, ailesi ve dostları açılışta da yanındaydılar yine.
O kadar mutlu ve gururluydu ki konuşmasını yaparken.
Ne bir kırgınlık ne de bir küskünlük duyuyordu kendisini kale almayanlara.
O'nun için önemli olan sadece neticenin hasıl olmasıydı.
Diyordu ki; demir yolu sadece Bursa'ya değil, vatanımdaki her şehre ulaşmalı.
Diyordu ki; siyaseti ve hizmeti her kim yaparsa yapsın ama kazanan ülkem olsun.
Onun bu birleştirici ve yapıcı tavrı açılışa gelenlerin her birinden de yansıyordu zaten.
Bu gibi durumlarda farklı partilerden olmak pek bir şey ifade etmiyordu.
Yapılan iş doğru ise alkış kaçınılmaz oluyordu.
Neticede Bursa küçük bir şehirdi.
Davetlilerin çoğu da Bursa'nın büyümüş çocukları...
Cisimleriyle orada olanların dışında olamayanlar da yolladıkları telgraflardan okunan isimleriyle katıldılar açılışa.
Kimi gönüllü, kimi prosedür gereği...

Tren bu.
Yolcusu da var, kaptanı da.
Ve yol kenarından bakanı da...

26 Ocak 2013 Cumartesi

Onko-Day hastalarını yuvasız bırakmıyor

ONKO-DAY denilince aklıma ilk gelen Ataevler'deki Onko-Day Parkı olur her zaman. Benim için yaz gecelerinin vazgeçilmezi olan o park, Bulvar'ın curcunasından uzak, eski mütevazı çay bahçeleri tadında, fiyatlarıyla ve yiyeceklerdeki kadın eli değmişliğinin farkıyla ilk tercih sebebim olur. Hele de baharın ilk ılık günlerinde insanın kendisini dışarı atması için bulunmaz bir nimettir. Bir vesileyle keşfedip arkadaşlarımın da ayağını alıştırdığım parkın Onkoloji Dayanışma Derneği bünyesinde olduğunu öğrenince daha bir sık gider olduk bu mütevazı bahçeye.
İçtiğimiz her çay hayırlara vesile oluyordu, bu da bizi mutlu ediyordu.

Vesileler çeşit çeşit
Bundan birkaç yıl önce Nilüfer Kadın Korosu'nun bir çalışmasına katılmış ve orada uzun zamandır görüşmediğim bir arkadaşımla karşılaşmıştım. Eski dost Nesrin Tunaboylu hem korodaydı, hem artık iyileşmiş bir onkoloji hastasıydı ve hem de bir Onko-Day gönüllüsüydü. Karşılaşmamızı izleyen günlerde Onko-Day yararına gerçekleştirdikleri bir konsere davet etti beni. O konser esnasında kanser hastaları için yaptıkları çalışmalardan bahsetti biraz. Özellikle de şehir dışından gelerek kanser tedavisi gören kişiler için hizmete sundukları evleri görmemi istedi. En kısa zamanda buluşmak için sözleştik.
O gece sözleştiğimiz buluşma hayırlı bir vesilenin de dahliyle ancak geçtiğimiz Salı günü gerçekleşti.
Yine Nilüfer Kadın Korosu koristlerinden ve çok uzun zamana dayalı bir dostluğumuzun bulunduğu Zuhal Doğru Kutku, el emeği-göz nuru ile ürettiği ürünlerin satışından elde ettiği gelir ile Onko-Day'a bir oda tefriş etmişti.
Daha önce aynı çalışma ile Devlet Hastanesi'ne hediye ettiği oda, babası Saffet Doğru adınaydı. Bu projesini ise geçtiğimiz senelerde aniden vefat eden ablası Ülkü Doğru için gerçekleştirmişti.
Günler öncesinden randevulaştığımız üzre Onko-Day Hasta Konuk Evi ve Rehabilitasyon Merkezi'nde buluştuk kendileriyle.
Yeni yerleşim bölgesi olduğu için henüz herkesçe bilinmeyen Nilüfer-Altınşehir'deki tesiste, Onko-Day Yönetim Kurulu Başkanı Füsun Önen ve diğer arkadaşlar tüm içtenlikleriyle karşıladılar bizi.
Dernek, sakin ve sessiz bir ortamda, iki katlı bir binada yürütüyordu tüm çalışmalarını.
Kendisi de bir dönem kanserle flört eden ama sıkı dost olmayan Füsun Hanım, kanser hastaları ve aileleri için verdikleri emekleri ve emeklerin dönüşünün yüreklerdeki mutluluk izlerinden bahsetti.
Emeklerini anlatırken cimri, mutluluklarını anlatırken cömertti.
Yapılan iyiliğin gizli olması düsturunu benimseyenlerdendi besbelli ama iyiliğin çoğalabilmesi için kanımca anlatmakta da biraz cömert olmalıydı. Yoksa bu iyilik hareketi yeterince duyulmayacak ve bilinmeyecekti. Esas olan bu hareketin ‘muhtaç kişiler' tarafından duyulur olmasıydı ve onun yolu da anlatmaktan geçiyordu.
97'de kurulan derneğin 2001'den beri başkanlığını yapan Füsun Önen, "Kanserim ben kanserim" sözleriyle etrafta dolaşarak ‘hastalık ve yardım 'show'u yapanlarla aynı kefeye konmak istemiyordu. Haksız da değildi.
Lâkin bizde bir söz vardır, "Ayinesi iştir kişinin, lâfa bakılmaz..."
****
Çaylar eşliğinde edilen kısa ama leziz sohbetin ardından üst kata çıktık ve Salı günleri bir araya gelerek atölyeye çevirdikleri odada üretim yapan dernek gönüllüleri ile tanıştık. Odada dikiş makineleri makaslar, iğneler, iplikler, ütüler, kumaşlar, kısacası üretmek için gereken her şey mevcuttu.
Kına kesesinden lavanta kesesine, havlu kenarından yaka iğnesine, yatak örtüsünden pike takımına kadar her türlü marifet geliyordu ellerinden. Sipariş üzerine de üretiyor, gelirini onkoloji hastalarına yönlendiriyorlardı.
Onların da bize katılımıyla üst katta Zuhal Doğru Kutku'nun tefriş ettiği odanın açılışı yapıldı ve Kutku'ya Füsun Önen tarafından bir anı plaketi verildi.
Uzun zamandır onkoloji hastalarına psikolojik destek veren Uzm. Psikolog Birgül Aydın'a tahsis edilecek olan odanın maliyeti, ilmek ilmek dokunan el işi ürünlerden oluşmuştu. O yüzden de çok kıymetliydi.
Sosyal sorumluluk projeleri, sosyal sorumluluğu yüreğinde hisseden insanların elinde bir başka şekilleniyordu.

Açılışın ardından gönüllü üyelerin evlerinde hazırladıkları yiyecekler eşliğinde çaylarımızı içerken sohbetimize kaldığımız yerden devam ettik. 
2012'de bu binaya taşındıklarını, gönüllü üyelerinin toplam sayısının hayli çok olduğunu söyledi Füsun Önen. Gönüllü çalışanların illa ki kanser hastalığıyla tanışmış kadınlar olmadığını, aynı zamanda eşlerin de bu çalışmalara verdikleri desteği ve burada bir aile olduklarını anlattı.
Elbette ki eşlerin desteklemediği bir gönüllülük havada kalırdı.

Masa başı sohbeti zor da olsa bırakıp hasta evlerini gezmek için bahçeye çıktık.
Bir avlu etrafında 6 adet tek katlı ve çift yüzlü ev sıralanmıştı. Tesisin tatil yörelerinin kamplarını hatırlatır bir görüntüsü vardı. Toplam 12 adet olan evler iki odalı, banyolu ve mutfaklı prefabrik konutlardı.
Komplekste toplam 24 oda, toplantı salonu, dinlenme salonu, hobi odası ve konferans salonu ile mutfak ve yemekhane vardı.
Lions 118-K Yönetim Çevresi ve Nilüfer Belediyesi işbirliğiyle yaptırılan Hasta Konuk Evi ve Rehabilitasyon Merkezi'nde şehir dışından gelen kanser hastalarının nezih bir ortamda kalmaları sağlanarak tedavilerine yardımcı olmak amaçlanıyordu.
Evler kendilerine hayat verenlerin isimlerini taşıyordu. Ali Durmaz, Havva Esen, Müşerref Döngül, Figen Yılmaz Yıldırım, Hisar, Bademli, Nilüfer, Koza Lions Kulüpleri bu evlerle hastalara umut oluyorlardı.
Evlerde kalan hastalar genelde imkânsızlıklar içinde hayata tutunmaya çalışan insanlar olduklarından, bu evler onlar için birer ışık oluyordu.
Evlerin içine göz attığımızda hastalar tarafından bırakılmış eşyalar dikkat çekiyordu. Belki duvara astıkları bir tablo, sehpa üzerine örttükleri dantel bir örtü ya da bir koltuk minderi. Kaldıkları odaları 'ev'e çeviren minik dokunuşlardı hepsi.
Kendi evlerinden daha donanımlı bu evlerde kalanlar, aynı yollardan geçtikleri için birbirlerini anlıyorlardı, birbirlerine destek oluyorlardı. Bir yandan tedavileri boyunca hastaneye gidip geliyor, diğer yandan geçici de olsa komşuluk ediyorlar, böylece sosyalleşiyorlardı.
Dernek gönüllüleriyle olan ilişkileri ile de kendi hayatlarından farklı hayatları keşfediyor, daha önce şahit olmadıkları etkinliklerde yer alıyorlardı.
Hastalar kişisel çamaşırlarını kompleksteki çamaşır makinelerinde yıkıyorlardı. Hastanın odadan ayrılmasının ardından değişen çarşaflar ve yorganlar ise görevliler tarafından sanayi tipi makinede yıkanıyordu. Hijyen önemliydi.
Sponsorlar ve bağışların artması kompleksteki şartların günden güne gelişmesini sağlıyordu. Herkes karınca kararınca bir ucundan tutuyor ve ayağa kaldırdıkları kurumun güçlü bir şekilde ayakta kalmasını sağlıyordu. Böylece kurumun gücü insanlara daha kuvvetli akıyordu.
Bu olayda iki sivil toplum kuruluşu Lionlar ve Onko-Day el ele vermiş, "El ele Daha Güçlüyüz"demişlerdi...
****
STK'ların ve tek tek insanların yardımseverliği ile aşılmaz denen engeller kolayca aşılıyor. Lâkin insanlar yardımlarını yönlendirirken kurumun içini dışını, gelmişini geçmişini ve niyetini iyi bir irdelesinler derim.
Yerine ulaşmayan bir yardım sadece ‘'veren el'i memnun eder, vicdan temizler. Verilenler de kim bilir nerelerde erir gider.
****
Evleri dolaşırken ‘Bu kadar iyi organize olmuş bir kompleksteki tüm evler doludur ve hâttâ sıraya girmiş hastalar vardır' diye düşündüm. Değilmiş. Doluluk diğer zamanlarda nasıldır bilmem ama o gün yarı yarıya dahi değildi.
Genelde doktorların yönlendirdiği hastalar oluyordu evlerde. Acaba bu kez hasta mı yoktu, yoksa iletişim eksikliği mi vardı?
Vedalaşıp ayrılırken "Gönül ister ki böyle evlere hiç hacet kalmasın, kaldığı zamanlarda da ihtiyacı olan herkes yararlansın" diyorum ve tüm emekleri için hepsine ayrı ayrı teşekkür ediyorum...

24 Ocak 2013 Perşembe

Kestane Şekeri mi dediniz?

Kestane mevsimi gelse de doya doya kestane yesek diye beklerdim çocukken.
Suda kaynatılıp pişirileni de çok güzeldi ama kebabının yerini tutmazdı.
Maşınga üzerinde közlenen kestanelerin kabuklarından çıkan koku ve ısınan kabukların açılma sesleri.
Ateşten alınarak avuç içiyle sıkıştırılıp çıtlatılan kabuklar ve kestanenin yenmeye hazır hale gelmiş içinin avuca düşmesi.
Hele de ateşin üzerinde biraz fazla duran tarafındaki siyahlık ve sertliğin cezbediciliği.
Kolay kolay hayır denmeyecek, uzun kış geceleriyle özdeşleşmiş bir ses, bir koku, bir tat...
Bu güzelliği dikenli kılıfıyla saklayarak daha da kıymetlendiren ise kestane ağacı.
Ve bu güzelliğe güzellik katan da kestane şekerciliği...
Kardelen Kestane Şekeri fabrikasına davetli olduğumuzu duyduğuma bu davete en çok sevinenlerden birisi de bendim herhalde.
"Yanıma laptopumu da alayım, yazılarımı da oradan yazayım, gideyim geleyim ağzıma birkaç kestane şekeri atayım, bütün gün orada takılayım" dedim hınzırca.
"Hem yıllardır merak ettiğim kestanenin şeker haline gelme yolculuğunu da izlerim."
Havanın güzel olmasından istifade fabrikanın bahçesinde kısa bir tur yaptık önce.
Sonra da sıkı hijyen aşamalarından geçip boneleri başlarımıza taktık ve üretim bölümündeki tura başladık.
Fabrikanın Kalite Kontrol AR-GE sorumlusu Ebru Aygün bir yandan anlatıyor, biz bir yandan bantlar üzerindeki kestaneleri takip ediyoruz.
(Ebru Hanım'ın konuya olan hakimiyeti takdire şayan. Hemcinsim olarak ayrıca gurur duydum)
Makineler bir yandan, kadın işçiler bir yandan harıl harıl çalışıyorlar.
(Fabrikaya kadın elinin değdiği fabrikadaki kadın çalışan oranından belliydi.)
-18 derecede sırasını bekleyen çiğ kestaneleri görünce  niçin artık yaz-kış kestane şekeri yiyebildiğimizi de anladık.
Yenmeye hazır paketlenmiş envai çeşit kestanenin arasında soyulmuş ve dondurulmuş olanı bile varmış.
Üretim turumuz bitip de sohbete oturunca fabrika sahibi Mümin Bey ve Ticaret Müdürü Utku Bey bize geçmişten gelen yolculuklarını anlattılar.
Onlar anlattı, mutfaktan yetişmenin öneminin ve ilerleme azminin elinden hiçbir şeyin kurtulamayacağını anladık.
Çalışanlarına konut sağlama projesi ise başlı başına büyük bir alkışı hak ediyordu.
Bu arada Mümin Bey'in eskiye olan merakı da yabana atılacak gibi değil. Fabrikanın bahçesinden kendi odasına kadar her yerde geçmişten gelen izler mevcut.
Güğümler, bakraçlar, yayıklar, fotoğraflar, anılar, anılar, anılar...
Yoktan var ettikleri bu markanın devamlılığını sağlamak için evlatlarını yetiştirip yetiştirmediklerini sordum kendilerine
Çocuklar üretimin her aşamasına şahit olsunlar ki bayrağı devralabilsinler istedim. 
AVM'lerde kendilerini göremediğimi ve görmek istediğimi belirttim.
Hâttâ minik paketlerde, çerez gibi yiyebileceğimiz, şerbetsiz ürünleriniz de olsun ki elimize alıp atıştırabilelim dedim.
Kendilerine akıl öğretmek haddime değil ama ben aslında bu lezzetten mahrum kalmamak için kendimi garantiye almak istiyordum.
Bana bunları söyleten ise hep şu kestane aşkım...
Onlar da aynı şeyleri düşünüyorlarmış.
Tabii benim düşünemediğim birçok şeyi de....
Yurt dışına açılma öyküleri bile başlı başına büyük bir adım zaten.
Kardelen'i Cardelion ile madalyonlaştıracaklarmış.
Daha ne yapsınlar?
Bence;
Ne kadar yenirse yensin kilo yapmayan kestane şekeri yapsınlar...

23 Ocak 2013 Çarşamba

Ah şu İcatçı Kadınlar…

Dünya Ekonomik Forumu 2010 verilerine göre ekonomik büyüklüğüyle dünyada 16. sırada olan Türkiye, kadınların ekonomiye katılımında 134 ülke arasında sondan dördüncü imiş.
Tüh, birinciliği kaçırmışız.
Sondan yani...
"Kadın evinde otursun, çocuğunu büyütsün" diyen, kadını ve çocuğu en kıymetli dört ülkeden biri de biziz demek.
****
TOBB Bursa Kadın Girişimciler Kurulu'nu, başkanları Emine Örnek ve çalışma arkadaşları Dilek Şeker, Ulviye Yahya ve Burçak Yalçınbayır ile birlikte idik Pazartesi günü.
Evde oturan kadını ekonomiye dahil etmek için yaptıkları çalışmaları anlattılar bir bir.
İnternette dolduracakları formlar ile kendilerine başvuran kadınların projelerini ince eleyip sık dokuduktan sonra, eğer proje onaya değer ise projenin hayata geçebilmesi için kadınlara 30 bin TL hibe ediyorlarmış.
Projenin devamlılığında kredi de sağlanıyormuş.
Başımıza İcat Çıkartmışlar işte...
****
Kadının çalışması yeni bir şey değil aslında.
Köylük yerlerde eskiden beri erkeğiyle omuz omuza çalışır kadın.
Emeğinin karşılığını da alır kocasıyla birlikte.
Ya birkaç altın bilezik.
Ya da birkaç dönüm tarla...
Evinden dışarıya çıkmayan kadın ise kendisini evine ve çocuklarına adayınca pırıl pırıl bir evi ve kendisini her işe koşan ev halkı ile mutlu mesut(!) yaşar.
Ev işlerini yapması yeterince önemsenmeyip bütün gün evde yan gelip yatıyorsun diye aşağılanınca, üstelik eline para da geçmeyince kimlik ve saygınlık arayışına girer.
Hem onaylanmak, hem de harçlık çıkartabilmek için çalışmak ister.
Kâh temizliğe gider, kâh ütüye, kâh evinde mantı açar, kâh börek döşer, kâh çocuk bakar, kâh yaşlı.
Dantel örer, dikiş diker, nakış işler.
Yufka açar, yumurta satar.
At Şu Adımı dersiniz, o size koşar...
****
Hem kadın çalışmayıp evinde oturunca çocuk çok mu mükemmel yetişiyor dersiniz?
Zannediyor musunuz ki evde kalan her anne günün her anını çocuğu ile geçiriyor?
Anne ev işlerine dalıyor, çocuk da televizyon kanallarına...
Temiz çamaşır, sıcak yemek, düzenli ev daha çok kocaların talebi.
Ki hayat şartlarından dolayı bunlar bile artık eskisi kadar önemli değil.
Herkesin kendisini kotarabildiği bir hayat öncelikli olan.
Gerisi sevgi ve saygı...
****
Bence biz, sıralamada bizden önce gelen 130 ülkenin çocuklarını nasıl büyüttüklerine ve ev işlerini nasıl çözümlediklerine bir bakalım.
Geleceğini teslim edeceği nesilleri devlet nasıl sahipleniyor, onu anlayalım.
Kadın erkek ayırmaksızın herkesi ekonomiye dahil edip, rol model olarak da çocuklara kendi ailelerini gösteren sistemin şifrelerini doğru okuyalım.
****
Çocuğu olan kadın ücretli izin kullanabilsin mesela.
Çocuk doğurursa işini kaybedeceği korkusuna kapılmasın.
İşine döndükten sonra çocuğunu emzirmeye devam edebilmesi için, çocuğunu emanet edebileceği iş yerinin olmazsa olmazı bir birim  olsun.
Çocuklar, sağlıklı ve bilinçli eğitim veren kreşlerde sosyalleşmeyi ve paylaşmayı öğrensinler.
Evlerde tek başına büyürken ebeveynlerini kendilerine köle ilan eden çocukların ne kadar bencil ve ne kadar geçimsiz oldukları ortada.
Ya bir de beş çocuk olsa?
Hayat pahalı, gelir az ve doyurulacak beş boğaz...
Sonuç;
Ayak da mutsuz, yorgan da.
****
Yeni gündemimiz  daha çok üremek üzerine ama sosyal şartların iyileştirilmesinden bahseden yok.
3-5 çocuk yapın, her birini de bir buçuk sene emzirin deniliyor.
Neredeyse insanları çiftliklere kapatacaklar.
Sonra da memelere birer pompa...

İnsan olarak tavşanlardan ve ineklerden BİRAZ farklı olmamız gerekmez miydi?

19 Ocak 2013 Cumartesi

Nasıl Bilirdiniz?

Nasıl bilirdiniz diye soracak Hoca Efendi...
İyi bilirdik diyecek cemaat.
Belki de, "Kötü bilirdik" diyecekler cenazeye gelmediği için.
Ya da adettendir diye...
Ölünün ardından hayır dua okuyan da çıkacak, beddua da.
Duası kabul olan da olacak, olmayan da.
O duayı bugün ona edecekler, yarın bir başkasına...
İşte Birand edilen duaları alarak gidiyor bu dünyadan.
Yaşadığı her ne varsa şimdi ona yoldaş.
Herkesin eşitlendiği yer şu tahta tabut
Farklılaştığı yer ise tabut dışı.
Seveni-sevmeyeni, cenazeye katılan meşhurları görmek isteyeni ile kalabalık bir cenaze töreni oluyor.
Tarih onu nasıl yazacak, gelecek nesillere nasıl anlatacak bilinmez.
Bir kısım vatan haini diyecek, bir kısım vatansever.
Hangisinin doğru çıkacağını zaman gösterecek.
Mesleğine olan sevdası ve bildiklerini öğretmedeki özgüveni ise hiç tartışılmayacak.
Yaramaz çocuk halleri ve her daim gülen bakan gözleri ile sempati sınırlarını zorlamasına kimse laf edemeyecek.
İçindeki neşeyle yerinde duramayan kıpır kıpır bedeni komedyenlere malzeme olmaya devam edecek.
Onun arada akordu kaçan sesi ve haber sunarkenki gaf ebesi halleri ile kabul edilebilmesi, olması gereken kuralları bir kez daha gözden geçirtecek.
Şu anda televizyondan izliyorum da;
Ekranlardan yansıyan cenaze töreni de kendisi gibi kıpır kıpır.
Bir insan nasıl yaşarsa öyle ölürmüş ya hani, onun vedası bile tam da yaşadığı gibi.
Eşinin dediği gibi, Mehmet Ali görseydi çok eğlenirdi...

Mehmet Ali Birand: 9 Aralık 1941, Beyoğlu - 17 Ocak 2013, Nişantaşı

17 Ocak 2013 Perşembe

Çalıkuşu Balesi Bursa'ya kondu

Bazen bir keman sesi alır götürür insanı uzaklara.
Bazen bir yaylı tamburun ağır aksak nağmeleri.
Bazen de dilini anlamadığı bir şarkının ezgileri.
Sözleri olmasa da müzik yüreğe öyle bir dokunur ki, o dokunuşla birlikte müziğin sihrine bir kez daha inanır insan.
Müziğin dili evrenseldir malum.
Müzikle dans eden bedenin de.
Konuşmadan, sadece mimikleriyle çok şey anlatabilir insan.
Bebekleri düşünün mesela. Ya da pandomimcileri.
Ve bale dansçılarını...
Bale dansı; mimik, müzik, duygu ve dekor sanatlarını ileri standartta birleştirerek kullanan bir tiyatro gösterisi olarak tanımlanıyor.
Ne bir metin, ne de tek bir söz.
****
Geçtiğimiz cumartesi, Reşat Nuri Güntekin'in Çalıkuşu romanından baleye uyarlanan Çalıkuşu Balesi, Mersin Devlet Opera ve Balesi tarafından Merinos AKKM'de sahnelendi.
Bale gösterisi Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı, Dünya Bankası ve TÜSİAD işbirliğiyle; Bursa Valiliği ve Bursa Büyükşehir Belediyesi'nin katkılarıyla düzenlenen ‘Kadınlar için iş fırsatları' konulu Adım Adım Anadolu Bursa Buluşması kapsamındaydı.
****
Yıllar öncesinde okuduğum ve daha sonra diziye uyarlanmış halini izlediğim Çalıkuşu'nun baleye nasıl uyarlandığını merak ederek gittim gösteriye.
Sahnede bazen neşeyle, bazen elemle ordan oraya uçuşan dansçılar romanı sayfa sayfa naklettiler.
Bazen balıkçı oldular ağ çektiler, bazen öğretmen oldular ders verdiler.
Asker oldular savaştılar, hemşire oldular hasta baktılar.
Aşık oldular, ayrıldılar, kavuştular.
Yıllar ve yıllar sahnede aktı.
Akan zamanla birlikte kostümler de farklılaştı.
Pür dikkat izlenen oyun boyunca zaman zaman derin bir sessizlik hakim oldu izleyiciye.
Çarpışma sahnesinde heyecan, zeybek oynanırken ise hissedilir bir gurur.
Hüzünler tebessümlere karıştı.
Beş yüz küsur sayfalık roman iki saatte bitmiş, roman kahramanları muratlarına ermişti.
Alkışlar, alkışlar, ayakta alkışlar...
Koreograf Merih Çimenciler'in haklı gururu.
Bu arada; oyun boyunca Türk Sanat Müziği'nin seçkin eserlerini neşreden orkestra, ses efektlerinde de epey başarılıydı.
Bu bale, müziğinden öyküsüne, dekorundan kostümüne, her ayrıntısı ile bize aşina olan, kısacası bizden olan bir bale idi.
Belki de o sebeple daha bir sevildi...
****
Diğer kentlerde olduğu gibi bizim kentimizde de aileler kız çocuklarının bale eğitimi almasına epey özen gösteriyorlar. (Erkek çocuklar için tedirginlik hâlâ devam etmekte.)
Bale sayesinde beden disiplini ve dolayısıyla doğru bir duruş edinen çocuklar, belli bir yaştan sonra istekli ve yetenekli olsalar dahi baleye devam edemiyorlar.
Çünkü Uludağ Üniversitesi Devlet Konservatuvarı'nda (ilköğretimdeki sanat etkinlikleri kapsamındaki baleyi saymaz isek) bale bölümü yok.
Çocuğunu bale bölümü olan bir konservatuvarda okutabilmek için ailenin tası tarağı toplayıp memleket değiştirmesi mümkün olmayınca da, ne yazık ki minik balerinlerin bale günleri mazide birer anı olarak kalıyor.
Bence; AKKM gibi bir salonu ve ödüllü bir senfoni orkestrasına sahip konservatuvarı olan Bursa'da Bursa Balesi'nin olmaması büyük eksiklik.
****
AKKM ve salon demişken; AKKM'nin oyun başladığı anda salondaki bütün klimaları açıp içeride poyrazlar estirmesini, bu sayede oyunun sonuna doğru birkaç hapşırık sesinin duyulmasını yazmamak olmaz.
Kısacası, oyunla birlikte gönlümüz çok hoş oldu ama bu arada burnumuz biraz buz tuttu...