Geçtiğimiz senelerde bir gün yerel televizyonlardan birinde bir sohbet programı izliyorum.
İlçelerden birinin belediye başkanı gelecekteki projelerden bahsediyor.
Şehrin batısına doğru yeni bir yerleşke kurulacağını anlatıyor Başkan. Bu yeni yerleşim bölgesinde yapay göletler de olacakmış. Göl manzaralı evler olacakmış. Doğal ortam sağlanacakmış.
"Doğal ortam yaratmaları ne güzel" diyorum.
Acaba bu şehir nereye kurulacakmış diyerek programı daha bir dikkatli izlemeye başlıyorum..
Yerleşkenin yapılacağı yerin görüntüleri geliyor ekrana. Kamera araziyi geniş açıyla tarayarak gösteriyor seyircilere.
O anda içim cız ediyor. Ekili araziler görüyorum gösterdikleri yerlerde. Bazılarında hâlâ ürün var yemyeşil. Bazılarıysa sürülmüş, kahverengi.
"Evler ve yapay göletler buralarda olacaksa ürünler nerelere ekilecek, o zaman biz ne yiyeceğiz, birbirimizi mi?" diyen sesimi duyuyorum aniden. Celâllenişimden kendim ürküyorum.
Arazi sahibi köylülerle röportaj yapıyorlar. Onlar da dünden razı bu işe. Mikrofona konuşanların arasında tek bir genç kişi yok. Hepsi orta yaşın üzerinde. Gençler köyden kaçmış besbelli. Yaşlılar da çiftçilikten bıkmış usanmış.
Anlaşılan o ki, arazilerini güzel bir bedel karşılığında verip bundan sonraki ömürlerini daha bir konforlu yaşamak istiyorlar.
Demek ki artık verdikleri emeğin karşılığını alamıyorlar.
Demek ki artık onlar milletin efendisi değiller.
Oysa, böyle bir coğrafyada yaşayıp da ürün yetiştirmemek olur mu hiç?
Duymuşsunuzdur, bu ovanın bu verimde olan dünyadaki iki ovadan birisi olduğu söylenir.
Bursa Ovası'nın göz alabildiğine uzanan tarlalarında kâh sapsarı buğday başakları hafif esintilerle dalgalanır, kâh kızarmış domatesler yemyeşil dalların arasından göz kırpar.
Yüzünü güneşe dönmüş ayçiçekleri aynı yöne bakan binlerce insan suretine andırır.
Soğan, bezelye, pamuk, kavun, karpuz, yeni yeni zeytin ve elma...
Yollarda ürün taşıyan traktörler, kızgın güneşten korunmak için gözlerine kadar örtünen kadınlar, tek tük ağaç gölgelerinde öğlen yemeklerini yiyen işçiler, hasat yapan biçerdöverler...
Galiba zaman içinde bu görüntüler de nostaljik olacak.
Hedeflenen o ki artık köyler de mahallelere dönüşecekler.
Nasılsa tarım ve hayvancılık gittikçe azalmakta, gençlerin şehirlere göçmesiyle birlikte hepsi birer hayalet köye dönüşmekte, çocuk nüfusunun azlığından okullar dahi kapanmakta, kahvehaneler huzurevlerine benzemekte.
Köy olmanın özellikleri ortadan kalktığına göre, anlaşılan artık köy kalmanın da bir anlamı yok!
Bu arada mahalle olmak demek ek vergilere merhaba demek. Yol - su - kanalizasyon harcamalarına katılma payı demek. Mahalleye dönüşümden beş yıl sonra vergi, harç ve katılım payları ödemek demek. Yine beş yıl sonra şehirde yaşayan vatandaşla aynı su parasını ödemek demek. Kamu arazileri ve meralara sahip çıkamamak demek.
****
Zamanında köylerinden kaçarak gençliklerini kentlere bahşedenler, emekliliklerinde köylerine eskisinden biraz daha güncel bir ev kondurup, yaşlılıklarını evlerinin bahçesindeki üç karış toprakta eşelenerek geçirmek isterler.
Büyük alanlardan ve kalabalıklardan kaçıp, kalan ömürlerini daha dar alanlarda ve daha az insanla yaşamayı tercih ederler.
Onlar tarım ya da hayvancılık yaparak geçinebilmiş olsalardı eğer, belki de köylerinden kaçmalarına hiç gerek kalmazdı.
Köylüler kente sadece kentin nimetlerinden faydalanmak için gelir, medeniyetini evlerine getirir, eziyetini çekmezlerdi.
Kentliler de köylerin üretiminden ve doğasından yararlanırdı.
Böylece iki taraf da birbirini dengede tutardı...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder