17 Aralık 2020 Perşembe

Z'nin X ile İmtihanı

Akit TV’de yayımlanan Derin Kutu programına katılan akademisyenler ve gazeteciler, “ABD’den Türkiye’ye S-400 yaptırımı ve dünyanın tepkisi” konusunu konuşurken söz Z kuşağına gelince, Sakarya Üniversitesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ebubekir Sofuoğlu, 27 senedir üniversitede çalışan bir üniversite hocası olarak gençlerden memnuniyetsizliğini dile getirdi ve ‘Üniversiteler neredeyse fuhuş evleri’ dedi.
Programın tamamını YouTube’daki videodan izledim. Videonun sonlarında (2:56:50) Z kuşağını yerden yere vuran Sofuoğlu’nun, dünyadan haberi olmayan, dünyayı yeni yeni tanımaya başlamış, birkaç sene sonra da dünyada söz sahibi olacak olan gençler için nasıl bu kadar suçlayıcı sözcüklerle dolu cümleler kurabildiğine şaşırdım.

Sofuoğlu’nun büyüdüğü çağa değil, değişen çağa ve değişen ülke şartlarına doğan çocuklar, zincirde suçlanacak olan en son halkaydı.
Sofuoğlu’nun konuşmasından birkaç cümleye birlikte bakalım:

* “Hedonist merkezli gelişen bir Z kuşağı.” (Z kuşağını toptan çöpe attı.)
* “Üniversiteler şehirleri geliştirmiyor. Üniversite olan yerde laboratuvarlar artar, kütüphaneler artar, araştırma merkezleri, araştırma enstitüleri artar. Ama böyle değil. Dersler boş. Ders doluluğu %30, %40. Eskiden %60, %70 doluluk olurdu.” (Bunun suçlusu öğrenciler mi sayın Sofuoğlu?)
* “Bütün şehirlerde üniversitelerin yerleştiği yerler Nişantaşı’na döndü.” (Nişantaşı’nı fuhuş ile mi özdeşleştiriyor? Nişantaşı demek fuhuş yapılan yer mi demek? Bir de, 
Nişantaşı’nda olmasa da, Nişantaşı Üniversitesi’nde okuduğunuzu düşünsenize! Eyvah eyvah!)
* (Programa katılan diğer konuşmacılar “fuhuş” tabirine itiraz ettiler. O dayattı.) “Apartları gezdireyim, oradaki komşuları gezdireyim. Komşular ve emlakçılar size söyleyecek. Sakarya’nın Nişantaşı’sı Serdivan’dır. (Sakarya Üniversitesi civarı) Diskolar arttı, kafeler arttı.” (Hem artan mekânlardan rahatsız hem de gençlerin sosyalleşmesinden.)
* “Sayın Cumhurbaşkanımız da vurguladı, üniversiteler nerdeyse fuhuş evleri. Gördüğüm var.” (Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanı Fahrettin Altun, Sakarya Üniversitesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ebubekir Sofuoğlu’nun üniversiteler için “fuhuş evleri” ifadesini kullanmasına tepki göstererek, “Üniversitelerimiz araştırma, öğretim ve topluma hizmet merkezlerimizdir, gençlerimiz ise göz bebeklerimizdir” dedi.)
* YÖK Başkanı Yekta Saraç da tepkisini, “Üniversitelerin zikretmeye bile hicap duyduğumuz mekanlara benzetilmesi ve çok çirkin ifadeler kullanılması asla kabul edilemez.” sözleriyle gösterdi.
* “Aynı şehirde yaşayan bir genç ailesiyle neden oturmak istemez? Ailesi ona hangi konuda engel? Üstelik evli de değil.” (Ailesinin yanından ayrılmak isteyen bir genç için, kendi sorumluluğunu almak istiyor diye düşünmüyor, evlerde kızlı-erkekli buluşup kim bilir neler yapacaklar diyor. Aklı fikri “fuhuş”ta takılı kalmış. Yetişkin bireylerin cinsel yaşamının olmasını fuhuş ile karıştırıyor.)
****
Birkaç yıl sonra toplumda yerlerini alacak olan gençlere böyle davranmak, sadece ama sadece “gençlerin evlenmeden seks yaptıklarını” düşündükleri için fuhuşla suçlamak ne kadar doğru?
Fuhuş ile seks yapmayı karıştırırsak tüm sıfatlar yerinden oynamaz mı? O zaman hepimiz, tüm insanlık, tüm canlılar fuhuş yapıyor olmalı, ki canlı hayat hâlâ yerli yerinde.
Gençler seks değil de fuhuş yapıyorlarsa esas onun nedenlerini sorgulayalım.
Fuhuş tek taraflı olmaz. Fuhşun diğer tarafında, çoğu aile babası, koca koca adamlar vardır. Ki bu adamlar kızı, bazen torunu yaşındaki kızlarla seks yaparken fuhşun alâsını yaparlar. Bence siz bu adamların ailesinden uzakta okumaya çabalayan ve ekonomik durumu yetersiz gencecik kızlara burs vermek yerine, neden onlardan nemalanmaya çalıştıklarını düşünün.
Para veririm ama karşılığını isterimdeki karşılık, neden o genç kızın okulunu bitirip meslek sahibi olması olmuyor da, kızın cinselliğini, belki de geleceğini çalmak oluyor, onu sorgulayın.

2002 yılında, 13 yaşındayken (bekaretinin bozulmamasına dikkat edilerek) 28 kişinin tecavüzüne uğrayan (o tarihte henüz üniversite öğrencisi olmamış) N.Ç.’nin başından geçen korkunç olayları unutmadınız değil mi?
Unuttuysanız internette kısacık bir dolaşın ve N.Ç.’ye yaşatılanları görüp insanlığınızdan utanın.
****
Şimdi yerden yere vurulan o genç çocuklar birkaç yıl içinde toplumu oluşturacak bireylere dönüşecekler. Pek çoğu meslek sahibi olacak. Belki deva beklediğiniz bir doktor, belki evinizi teslim ettiğiniz bir mimar, belki canınızı teslim ettiğin bir mühendis olacak.
O gençlerin imzasını taşıyan bir hayat içinde yaşayacak olan bir birey olarak, nasıl olur da bu yanlış gidişatta ilk olarak onları suçlarsınız.
Onları iyi yetiştirmekteki endişenizi anlıyoruz ama yetişkin bireylerin cinselliklerini yaşıyor olmalarını niçin fuhuş olarak nitelendirdiğinizi anlamıyoruz.
Niçin Nişantaşı ile fuhşu bir araya getirdiğinizi önce kendi kendinize sorup, bu sorunun cevabını kendi içinizde aramanızı istiyoruz.

Bu tavırlarınız ile ailelere kızlarınızı üniversiteye yollamayın, yoksa hepsi fahişe olur mu diyorsunuz?
Niçin onların güvenli, sağlıklı, özgür bireyler olmaları için emek vermiyorsunuz?
Özgürlük sadece evlenmeden seks yapabilmek değil ki, niçin bunu anlamıyorsunuz?
Özgür düşünebilmek geleceği sağlama almayı getirir, bugün şikâyet ettiğiniz her ne varsa özgür düşünemeyen beyinlerin eseridir.
Gençliğe ulaşamıyor, elinizden kaçırıyorsunuz.
Derslere katılım düştü derken neden bunlar üzerine kafa yormuyorsunuz?
Durup durup övdüğünüz sistemin hatalarını niçin gençliğin sırtına yüklüyorsunuz?
Neden, kendi yağıyla kavrulup topluma efendi bireyler yetiştirmeye çalışan insanları “elitler” diyerek ötekileştiriyorsunuz?
Neden 
Tevhid-i Tedrisat Kanunu/Öğretim Birliği Yasasının çöpe atılıp, yerine konulan eğitimde fırsat eşitsizliğinin doğurduğu adaletsizlikleri sorgulamıyorsunuz?

Gençleri bırakın, gündüz kuşağı programlarında gördüğüm büyükleri hayretle izlerken, Atamın, özellikle de kadının eğitimine verdiği önemi bir kez daha anlıyorum.
Ekranlarda ulu orta konuşan bu insanlar üniversitede okuyup “fuhşa kapılmamışlar” ancak hayatları yolgeçen hanına dönmüş.
Bir yandan da akşam kuşağı dizileri ile gençlik başka bir boyuta geçirilmeye çalışılıyor. Bu politikalar da gençlerin değil, büyüklerin elinde şekilleniyor.
Yurt dışındaki üniversitelerde öğrencilerin seks yapıp yapmadığıyla değil, eğitimleri ve sağlıklı bireyler olarak yetişmesi ile ilgileniliyor.

Yeniden soralım:
Bütün her şey 20’li yaşlardaki gençlerin marifeti mi, yoksa dünya yüzünde 60–70 yıldır yaşayan büyüklerin mi?
Siz önce bu soruyu cevaplayın.
17 Aralık 2020 / C.E.Y.

Bu arada;
Akit TV’de üniversiteler için “Üniversiteler neredeyse fuhuş evleri” diyen Sofuoğlu hakkında Sakarya Üniversitesi soruşturma başlatıyormuş. Yıllardır gördüğümüz üzere, üç beş gün sonra her şey unutulur gider, hepsinin hayatı kaldığı yerden devam eder.
****
Neden kadını fuhuş malzemesi olarak görüyorlar derseniz, geçmişte yazdığım birkaç kısa yazımı okumanızı isterim. Okuyun ki bugün işittikleriniz bir anlam kazansın.


Bir insan olarak sus! / 1 Ağustos 2015

Bu ülkede hem genç olmak hem de kadın olmak zor. Hele de genç bir kadın olmak hepsinden zor.
İnsanları anlamak lazım, anlamaya çalışanlara kulak vermek lazım...

Hesapta biz de varız! / 5 Aralık 2016

16 Aralık 2020 Çarşamba

Anlattım, Roman Oldu

Her şey, okuma yazmayı okula gitmeden öğrenmesiyle başladı aslında. Annesi ona, ilkokula giden ablasının derslerini rahat çalışabilmesi ve ablasının kitabını defterini karıştırmaması, ablasını rahat bırakması için elinde kalem kâğıt verip şekiller çizerek, çizdiği şeklin ismini söyleyerek farkında olmadan okuma yazmayı öğretmişti.

Arada sırada ablası ile okula gidiyor, sınıfta, ablasının yanında sessizce oturup ders dinliyordu. Ablasının öğretmeni bu minik misafir öğrenciye ses çıkartmıyor, onun varlığından rahatsız olmuyordu. İlkokula başlama yaşı henüz gelmemişti. O yüzden henüz okula yazdırılmamıştı. Bir gün, nasıl olduğunu tam olarak hatırlayamadığı bir şekilde, sokakta oynarken, evlerinin yanı başındaki okula teyzesinin oğlu tarafından götürüldü ve bir sınıfa bırakıldı. Sınıf birinci sınıf değil, ikinci sınıftı. Sınıftaki öğretmenin onun geleceğinden haberi olmalıydı ki, sınıfta ona hemen bir yer bulundu. Öğretmen komşularının kızıydı zaten. Annesi komşu kızı öğretmen ile konuşmuş olmalıydı. Öğretmen de “Gönderin, deneyelim” demişti herhalde.

Galiba o ilk gün, iki ders arasındaki teneffüste ya da dersten dışarı alınarak, annesinin evden gönderdiği kara önlük üzerime geçirilmiş, iki ucunda ilik olan beyaz yaka önlüğün boynundaki düğmeye iliklenmişti. On beş gün boyu ikinci sınıfın yedek öğrencisi olarak gidip geldi. On beşinci günün sonunda yapılan sınavda başarılı olarak ikinci sınıfın asil kadrosuna geçmeye hak kazandı. Kendisi gibi iki öğrenci daha ikinci sınıftan devam etti, diğer iki öğrenci ise birinci sınıfa geri gönderildi.

Birinci sınıfı okumamış, hayat ikinci sınıftan başlamış, tüm hayatı bu erken adım ile şekil almıştı.

Sınıftaki arkadaşlarından hem yaşı hem de bedeni küçüktü. O yüzden de hep ön sırada oturur, öğretmeninden bir an bile gözünü ayırmaz, onu, her hareketini takip ederek dinlerdi. Ömür boyu sürecek olan odaklanabilme yeteneği o günlerden geliyordu demek. Pek çok kişinin en büyük problemi olan konsantrasyon bozukluğu onun kapısını hiç çalmamış, bilakis, içinde bulunduğun âna yoğunlaştığı zaman dünyadan kopar olmuştu.

Sınıf arkadaşları ondan büyüktü ama bu onların arasında olumlu ya da olumsuz herhangi bir ayrıcalık yaratmıyordu. Bugün, üzerinden elli yıl geçmesine rağmen hâlâ görüştüğü arkadaşlarını seviyor, onlarla kolay anlaşıyordu. Dersleri ne çok parlaktı ne de zayıf. Okul hayatı belli bir ortalama ile istikrarlı bir şekilde devam ediyordu. Dikkatli dinlemeyi ve ödevlerini özene bezene yapmayı hiç bırakmıyordu. Bu sayede çok fazla çalışmasına gerek kalmıyordu.

Cumhuriyet dönemi yapılmış olan iki katlı Cumhuriyet İlkokulu, annesine de, teyzelerine de kucak açmıştı. Okul denince aklına o kadar çok şey geliyordu ki; yüksek tavanlar, büyük ve çift kanatlı kapılar, uzun ince ve üst kısmı yukarıya doğru sivrilen oval pencereler, uzun çıtalardan oluşan, katranla parlatılmış ahşap zemin, köşede, kışın arada sırada hizmetlinin sınıfta ders yapılıyor olmasına aldırmaksızın içeriye dalarak ateşini tazelediği soba, alt rafına defterlerin kitapların konulduğu üzeri çizik çizik tahta masalar, bazen iki, bazen üç kişi oturulan tahta sıralar, önü kapalı öğretmen masası ve sandalyesi, içinde kitapların olduğu camekânlı, camlarına resimler ya da yazılar yapıştırılmış sınıf dolabı, bir duvarda asılı sınıf panosu, panoda kronolojik olarak yer alan Osmanlı Padişahları, öğretmen masasının arkasında, öğrenci sıralarının karşısında boydan boya uzanan kara tahta, tahtanın önündeki olukta renk renk, irili ufaklı tebeşirler, tebeşir tozuna bulanmış, pat pat diye birbirine vurulunca insanın ağzını yüzünü, saçını başını tebeşir tozuna bulayan silgiler, canı sıkılan öğrencilerin kalemlerini açma bahanesiyle başına dikildiği çöp kutusu, müzik dersinde tebeşir sürtülerek iyice beyazlatılan kınnap ile tahtaya çizilen porte, birkaç kişide olan ve fena şekilde özenilen melodika ve mandolin, derse göre harita odasından taşınan gezegenler ve güneş sistemi maketi, büyük boy siyasi ya da fiziki haritalar, zaman zaman yardım amaçlı dağıtılan ve üzerine paranın miktarı yazılan, içine az para konulduğu zaman utanılan Kızılay zarfları, Hababam Sınıfı filmindeki Hafize Ana’ya benzeyen hizmetlinin çaldığı çan, zilin çalmasıyla zincirinden boşanmış gibi sınıflardan çıkılıp koşturulan koridorlar, aceleden ayakları dolaşıp merdivenlerden yuvarlananlar, korkudan ya da heyecandan kusanlar ve taze kusmuğun üzerine dökülen talaş ile birlikte faraşa alınan kusmuğun yerde hiç iz bırakmaması, o kısacık teneffüs dilimlerinde ağızda sanki saatler sürmüş gibi lezzet bırakan oyunlar, bahçede kol kola girmiş ayrı ayrı gezen kız çocuklar ile erkek çocuklar, koşmaktan suratı pancar gibi kızarmış, bahçedeki çeşmeye ağzını dayayıp, annesinin her gün ettiği tembihi unutarak terli terli su içenler, yanlarında açılır kapanır mika bardak taşıyanlar, pazartesi günleri temiz mendil üzerinde yapılan tırnak kontrolü, 23 Nisan hazırlıkları, sınıf süslemeleri, rondlar, müsamereler, Yerli Malı Haftası, küme çalışmaları, her hafta sonu sırayla eve götürülerek yıkanan, ucunda hangi kümeye ait olduğu el ile işlenmiş masa örtüleri, sınıfın dışındaki askılara asılan paltolar, hırkalar…

Karnesinde notları “hepsi pekiyi” olmasa da, yaptığı resimler elden ele dolaşıyor, sınıf sınıf gezdiriliyordu. Gördüğü her şeyi resmediyor, ağaçları mum ağaç olarak çizenlerin nasıl olup da ağacın kökünü, dalını, budağını, yaprağını görmediğine şaşırıyordu. Arkadaşları masaları hem tepeden görmüş gibi kuşbakışı çizip, hem de masanın bacaklarını kare çizimin köşelerine, bacaklarını bir o yana bir bu yana açmış yatan bir kurbağa misali ekliyorlardı. Ama masa öyle miydi? Bakmıyorlar mıydı, görmüyorlar mıydı?  O çizdikleri ağaç ağaca, masa masaya benziyor muydu?

Boş bulduğu her yere bir şeyler çiziyor, hele de annesinin naylon çoraplarının ambalajının içinden çıkan pürüzsüz beyaz kâğıda dokunarak, bu ince ve beyaz kartona ne kadar güzel resim yapabileceğini düşünürken o kâğıdı paha biçilmez bir tuvalmiş gibi kendisine saklıyordu. Bazen de görmediklerini ama okuduklarını resmediyor ya da kendi hayalinden bir şeyler uyduruyordu. Yarattığı karakterleri çizdiği karikatürler ile konuşturuyor, karikatüre bakanları güldürüyordu. Eğer ki yaptığı resme el sürüp de resmini bozmaya kalkan olursa, yıllar sonrasında da yapacağı gibi, resmine müdahale edene bozuluyor, yaptığı resme el sürdürtmüyordu.

Pazartesi ve Cuma arasında geçiveren günler, birinci dönem, yarıyıl tatili, ikinci dönem, karne heyecanı, her yıl babasının köyünde geçen yaz tatili, tatil kitabı derken, üçüncü, dördüncü ve beşinci sınıf ile birlikte ilkokul da bitti.

O tarihlerde olup da sonradan kaldırılan ilkokul bitirme sınavlarına giderken her sabah erkenden kalkışını, iki yanda ördüğü saçlarının ucuna kondurduğu beyaz kurdeleleri, bembeyaz çoraplarını, beşinci sınıfın sonunda artık iyice küçülmeye başlamış ama yenisi dikilmemiş siyah önlüğünü ve her zaman kendisinin kolalayarak taş gibi yaptığı beyaz yakasını, İstiklâl Marşı’nın on kıtasını birden ezberleme telaşını, sınavda başarısız olur muyum korkusunu dün gibi hatırlıyordu.

Sınavlar ve mülakat sonunda ilkokulu bitirmeye hak kazandı. Okul bitince ortaokula gönderilmeyecek kız arkadaşları vardı. Bazıları ise kız erkek karışık liseye değil de, sadece kızların eğitim gördüğü, eğitimin de ağırlıklı olarak ev kadını olmak üzerine olduğu akşam sanata gönderilecekti. Kendisi için endişelenmiyordu çünkü ablası karışık liseye yollanmış, başarılı da bir öğrenci olmuştu. Kendisi de gönderilirdi elbet.

Babası da annesi de çocukları arasında kız çocuk erkek çocuk ayırımı yapmamışlardı ama kızlar, erkek kardeşleri yaramazlık yaptığında “Senin oğlun var ya!” diyerek annelerine şikâyete başlarlardı. İki kızın ardından gelen oğlan ikinci kızın, yani bizim kızın, oğlan beklendiğinin göstergesiydi. Anne ve babası ikincide tutturamadık diyerek bir deneme daha yapmışlar ve üçüncüde muratlarına ermişlerdi. Bu da özellikle iki numaranın, yani onun hem daha uyumlu, hem beklenenden daha becerikli, hem daha başarılı, hem daha gayretli olmasını sağlamıştı. “Siz oğlan beklerken ben kız doğdum ve sizi hayal kırıklığına uğrattım ama bakın ben iyi bir çocuğum.” diyordu sanki. Yıllar boyu el uzatılan, dertlere derman olan hep o olacaktı.

Annesi zaman zaman penceredeki tülleri başının üzerinde toplayıp onu gelin kılığına sokuyordu gerçi ama babasının ona dediği gibi “Bu kadar yeter, daha fazla okuma!” demiyor, ortaokul için formasını dikiyor, eksiklerini tamamlıyordu. Kendisi üçüncü sınıfa kadar okumuştu. Okuma yazmayı söküp, bir şeyler öğrenince babası, “Okuyup da ne olacak, oğlanlara mektup mu yazacak?” diyerek onu daha fazla okutmamış, diğer kızlarına yaptığı gibi onu da okuldan almıştı. Babası da ilkokul ikinci sınıftan terkti. Annesi ile babası zaman zaman kendi aralarında kimin daha fazla eğitimli olduğu üzerine çekişirlerdi. İkinci sınıftan terk mi, yoksa üçüncü sınıftan terk mi?

Babası okuyan, yazan ve özellikle de sinemaya çok düşkün bir adamdı. İzlediği filmlerin çetelesini tuttuğunu söylemişti ona bir gün. O da babası gibi izlediği filmleri listeliyor, film isminin yanına kısaca konusunu ve oyuncularını not alıyordu.

Büyüdüğü evde, evin her köşesinden kitaplar, gazeteler, mecmualar çıkardı. Eline geçirdiği mecmualardaki alâmünit hikâyeleri defalarca okusa da bıkmaz, her seferinde başka bir yazı, başka bir fotoğraf, başka bir bilgi keşfederdi. Uzun uzun baktığı her fotoğrafı zihnine nakşeder, o kareler çekilirken neler konuştular acaba diye düşünmeden edemezdi. Dergi hangi seneye aitse o senenin yeni çıkan filmleri, kitapları, müzik listeleri, buluşları, dedikoduları, adeta günlük gibi, hepsi o dergilerdeydi.

Babasının el yazısı ile yazdığı kendi şiir defterleri vardı. Şiirleri okurken bazı sözcükleri çözemez, dizeye uyacak tahminler yürütürdü. Babasının şiirlerin altına attığı tarihlerin kendi doğumundan önceki yıllar olduğunu görür, babasının o yıllarını merak ederdi. Bu şiiri kime yazmıştı, yazarken ne düşünmüştü, onun babası olmadan önce kimdi, hayatı nasıldı, ana babası onu çok sever miydi?

Eski tarihli dergilerin fotoğraflarına bakıp, yazılarını okurken, annesinin babasının henüz çoluk çocuğa karışmadıkları ilk gençlik yıllarını hayal ederdi.

Yıllar sonra babasının on yedi yaşında çekilmiş bir fotoğrafını resmederken babasının on yedi yaşı ile tanıştı. Arkaya taradığı dalgalı saçları, üzerinde kruvaze bir pardesü, gömleği, kravatı ve gömleğinin üzerine giydiği, pardesünün açık yakasından ucu görünen süveterini resmederken babasının o sabah fotoğraf çekilecek diye giyindiğini ve saçlarını briyantinleyerek arkaya taradığını gördü. Pardesüsesinin açık yakasından ucu görünen süveterini annesi mi örmüştü acaba? Siyah beyaz bu fotoğrafın renkli hali nasıldı? Kravatının renkleri, süveterinin rengi neydi? Yıllar önce annesi süveterini ilmek ilmek örmüştü, yıllar sonra kızı kalem kalem dokunarak V yakalı haroşa süvetere can veriyordu.

O kız, ne annesinin babasını, ne de babasının anne-babasını tanımıştı. Sadece, o on dört yaşındayken dünyadan göç eden annesinin annesini, yani anneannesini tanımış ve onu çok sevmişti. Keşke annemle babam daha erken evlenmiş olsalardı diye düşünürdü sıklıkla. Hem onların genç hallerini, hem de büyükanne ve büyükbabalarının sağ oldukları zamanları görebilirdi o zaman.

Hayatında dedeler ve nineler yoktu, teyzeler ve amcalar ile idare etmek zorundaydı. Halası uzakta evliydi ama halasının ve çocuklarının dayılarını da, yani babasını, çocuklarını da, yani kendilerini, çok sevdiğini hissederdi. Dayısı ile aynı çatı altında ama kapısı ayrı hanelerde yaşamalarına rağmen, dayısına ve ailesine çok uzaktı. Dayı sözcüğü onda olumsuz duygular yaratıyor, dayı sözcüğünün karşılığı sözlüğünde, korku, yüksek ses, hiddet, şiddet, haksızlık, adaletsizlik, kavga olarak yer buluyordu.

Kendisi doğmadan önce her ne yaşanmışsa yaşanmış, ilişkiler kopmuştu. Onun hatırladığı, içinde her türlü sıhhi tesisat olmasına rağmen, dayısının eve gelen suyu kesmesi sebebiyle evde akmayan çeşmelerdi. O zamanlar elektriği de kesmişse de elektriksiz yaşanmayacağı için elektrik işi hemen halledilmiş olmalıydı. Suyun eve tekrar gelmesi biraz zaman alacaktı. Dedesinin özene bezene yaptığı evde, mutfağın ve banyonun zemini karo taş döşeliydi. Çini taştan mutfak lavabosu anneannesinin boyuna göre alçak takılmıştı. Lavabonun üzerinde musluk, banyoda, altında sobası olan büyük bakır kazan (kızma banyo denilen), kazandan çıkan sıcak su borusunun kırmızı ve mavi kurnalı (ki annesi sıcak su tarafına kırmızı, soğuk su tarafına da mavi kapak koydurduğunu anlatırdı hep) çeşmeye ulaşması, kurnadan yukarıya uzanarak tepede kıvrılan ve ucunda sabit duş başlığı olan ama hiçbir zaman akmayan duş teşkilatı vardı ancak o çeşmelerden o evde yaşadığı kadar hiçbir zaman su akmayacaktı. Çini taştan lavabonun başına, üzerinde açılan kapaktan dökülerek doldurulan, ucunda musluğu olan küçük bir su deposu asılmıştı. Çeşme başına geçip de bulaşık yıkadığı zamanlarda suyun biteceği korkusunu yaşardı. Evdeki temizlik düzeni dışarıdaki bir çeşmeden su taşınarak sağlanıyordu. Taşıma suyla değirmen döndürmek o kadar zordu ki. Banyo, bulaşık, çamaşır, temizlik, yemek, içmek, hep o taşıma su ile karşılanıyordı. Su taşıma işi babasının olmadığı zamanlarda hep ona kalıyordu. Ablası artık genç kız olmaya başlamıştı, kardeşi de su taşımak için küçüktü. Annesi ise zaten çıkmazdı. Musluklara bakıp bakıp, musluklardan suyun akmasını umardı. Okul bahçesinde susadığında musluğa dayanıp susuzluğunu, evde akmayan musluklara inat, akan su altında giderirdi.

Şehirleşmenin artıp, musluklardan akan suların içilmeyecek hâle gelip, satın alınan suların içilmeye başladığı günlerde damacanalardan su içmeyi hiç sevmedi. Su içmek için her zaman çeşmeden akan suyu tercih etti.

Bir yetişkin olduğunda, Sefiller kitabını okurken neden hayatı boyunca hep çeşme suyu tercih ettiğini sayfalardan birine geldiğinde daha iyi anladı ve uzun süre o sayfadan ayrılamadı. Hayatında nedenini bilmediği bir davranışının nedenini çözmüştü. Kitapta, handa sığıntı olarak yaşayan minik Cosette, gece yarısı hana gelen müşteriler olduğunda kendisinin o saatte kovalarla su almaya dışarıya gönderileceği korkusunu duyar, “Allah’ım, ne olur handa su bitmemiş olsun!” diye yalvarırdı

O korkuyu tanıyordu. Su dediğin çeşmeden akmalıydı, Bitimsiz olmalıydı. İnsan, su bitecek diye korkmamalıydı. Sürahideki su da, damacanadaki su da sınırlıydı. İnsanın gözünün hep damacanada olması lazımdı mesela. Damacanadaki su azalmaya başladığında yeni su ısmarlanması unutulmamalıydı.

Çeşme öyle miydi ya, açardın, akardı.

Akardı, akardı akardı…

TEYZE

Her yaz annesi, ablası ile onun eline bir el işi verirdi. O el işi o yazın yaz ödevi olurdu. Deseni annesi tarafından çizilmiş bir kırlent işlemek, bohça köşesine sade bir nakış nakşetmek, etaminden bir seccade üzerine mihrap şeklinde bir desen oluşturmak, örgüden bir yelek ya da dantelden bir örtü örmek, fındık yumakları, iş orlonu, ağ ipi, tığ ve şiş ile tanışmanın en kolay yanlarıydı. İnsanın eli iğne iplik tutmalı, insan kendi söküğünü dikebilmeliydi. Kopan düğmesini yerine diktirebilmek için terzi arayan kızlardan olmayacaktı onlar.

Pek çok evde perdeden divan örtüsüne, iç çamaşırından mantoya, pijamadan bayramlığa kadar her şey ev kadınının elinden çıkardı. Dikiş makineleri evde süs eşyası değil, tıkır tıkır çalışan ve ev ahalisini de konu komşuyu da giydiren, bazen de evi geçindiren makinelerdi. Dikiş dikilen evlerde artık kumaşlar olur, belirli bir sıra ile birbirine eklenen bu artık kumaş parçalarından, şimdi Kırkyama/ Patchwork dediğimiz, seccade ya da yatak örtüsü gibi ev eşyaları üretilirdi.

Bizim kız da, dikilen elbiselerden arta kalan kumaşlardan bebeklerine elbiseler diker, onları adeta defileye hazırlardı. Modelleri önce kafasından uydurur, yeni deyimle tasarlar, sonra defterine çizer, sonra da uygulardı. Bizim kız da uydura uydura ne modeller yaratıyordu. Uydurmanın adı tasarım olunca daha bir ciddiyet kazanmıştı. Moda tasarımcıları arasında olsun, kurgu roman yazarları arasında olsun, sinema camiasında olsun, müzik dünyasında olsun, en iyi uyduran oyunu kazanır.

Terzi olan ve bir yandan da evinde terzilik eğitimi veren teyzesine her gittiğinde, ki çocukluğundan beri teyzesinin sokak görmeyen evini çok severdi, teyzesinin öğrencilerine öğretmeye çalıştığı işleri öğrenci kızlardan önce yapıverirdi. Teyzesi eline onun yaptığı çalışmayı alır, bakar, inceler ve diğerlerine göstererek, öğrenci kızların şu çocuk kadar olamadıklarını ima ederdi. Öğrenci kızlar bizim kızı kıskanmaz, bilakis ona imrenir, onu çok takdir ederlerdi. Büyüdükten sonra hiç umulmadık bir yerde o kızlardan biriyle karşılaştığı zamanlarda aynı sıcaklığı ve aynı sevgiyi o dönemin genç, şimdinin olgunlaşmış kızlarının yüzünde gördüğü olmuştu. O genç kızların bir yandan dikiş dikerken bir yandan da birbirleriyle sevgilileri hakkında konuşup kıkırdaşmalarını hiç unutmamıştı. Yakışıklı bir delikanlının fotoğrafı elden ele dolaşırken, fotoğrafın sahibinin ve diğer kızların yüz ifadelerini okur, yüzlerinde dolaştırdığı bakışlarıyla henüz ona yabancı olan duyguların izlerine dokunurdu. Bazı kızların daha sonra o zamanki sevdalıları ile evlendiklerini duymuştu. Her evlilik gibi, kimi mutlu kimi mutsuz olmuştu. Heves ve heyecanla çıkılan yol bazen bir duvara çarpıyor ya da bir çıkmaza sapabiliyordu.

Teyzesinin sokak görmeyen evi demiştik; dar uzun evin cephesindeki oda, dükkân olarak yakın bir akrabaya verilmiş, sokağa bakan sadece sokak kapısının camları kalmıştı. Sokak kapısından girer girmez ortasında bir masa, masanın üzerinde de kocaman yılbaşı çiçeği duran büyük sofa, sofanın solunda teyzesinin iç bahçeye bakan, kumaşla, iğneyle, iplikle dolu çalışma odası, sofanın devamında, daha sonra kapatılarak oda haline getirilen bahçe, bahçenin ortasında arkadaki mutfağa uzatılmış bir kalas, ki üzerine ev terliği ile basılıp sofa ve mutfak arasında rahatça gidilip gelinebilsin, bahçeye bakan mutfak, mutfağın üzerinde dışarıdan merdivenle çıkılan yatak odası, yatak odasında sandıklar dolusu kitap, teyzesinin büyük oğlunun yağlıboya çalışmaları, bahçede bir limon ağacı, yine bahçede zaman zaman içine su doldurulan büyük leğende dala çıka yüzen ördekler, evin içinde kedi Ece ve onun oyuncu yavruları bugün bile gözünün önündeydi. Oyun oynarken müşteriler tarafından dikilmek üzere bırakılmış birbirinden değerli kumaşları hallaç pamuğu gibi atan yavrular sebebiyle, birkaç kez kumaşçıya gidip aynı kumaştan aldıklarını anlatmıştı teyzesi.

Teyzesinin iki oğlundan büyük olan büyük bir şehirde üniversitede okuyor, bazı hafta sonlarında anne babasını görmek için küçük kasabaya dönüyordu. Her gelişinde teyzelerini, anneannesini ziyaret ediyor, bizim kıza pişmaniye getirmeyi hiç unutmuyordu. Pişmaniyeyi tutku derecesinde sevmesi bir yana, unutulmadığının da göstergesiydi o kutu. Pişmaniye ile birlikte “üstten basmalı uçlu kalem” getirmişti bir keresinde ağabeyi. O kalem bir yıl kadar sonra evlerinde çıkan (uyurken sebep olduğu) yangında, yaz tatilinde çalıştığı plakçı dükkânından kazandığı haftalıkları biriktirerek aldığı anorağın cebinde kaldığı için anorakla birlikte yanmıştı. Anorağın yanışına, kalemin yanışına üzüldüğü kadar üzülmemişti.

Bizim kız doğduğunda teyzesi ile yan yana evlerde yaşadıkları, bizim kızın evde çok ağladığı, teyzesinin evinde ise susup mışıl mışıl uyuduğu konuşulurdu aile arasında. Evde kendisinden üç buçuk yaş büyük ablası mı rahat vermezdi ona, yoksa annesi mi iş güçten onunla yeterince ilgilenmezdi bilinmez. Bilinen, teyzesine gelen küçük kızın huzurla uykuya daldığıydı. Küçük kız o kadar minik ve o kadar zayıftı ki, “Hiç Yokun Yanı Başı” adını takmışlardı ona. İlkokul ve ortaokul hayatı boyunca devam eden bu ufak tefekliği ortaokuldan liseye geçtiği sene bozulmuş, o yaz birdenbire boy atmış, kendisini sadece bir yaz tatili boyu görmemiş öğretmenlerini şaşırtmıştı.

Teyzesinin evinde kendi evi gibi rahat ederdi. Ağabeyleri de, teyzesi de, eniştesi de, hep bir şeyler öğretiyorlardı ona. O tarihlerde genç birer delikanlı olan ağabeylerinden günün moda şarkılarını öğreniyor, genç bir kız olma yolunda nasıl giyinileceğini, nasıl davranılacağını yaşayarak öğreniyordu. Bu ev, şehir dışında yaşayan ağabeyleri sayesinde onun küçük dünyasının dışına açılan bir pencereydi.

Zaman zaman onun şaşkınlıklarıyla eğlenirlerdi de. Bir torba içine sakladığı kahkaha makinesinin düğmesine gizlice basan ağabeyi, delice kahkahaların nereden geldiğini bir türlü çözemeyen ve gülmekten gözünden yaşlar gelen kızın haline daha fazla dayanamamış, makineyi torbasından çıkartıp göstermişti.

Bir keresinde de küçük olan ağabeyi, masanın muşambasını bıçakla kesmiş, bunu kim yaptı diye soran annesine kendisini işaret ederek, suçu onun üzerine atmıştı. O andaki şaşkınlıkla sesini çıkartamamış, suç onun üzerine kalmıştı. Unutamadığı bu olay onu ömrü boyunca haksız yere suçlanma korkusuyla yaşatmış, en ufak haksızlıkta, o an sesini çıkartıp haklılığını, inat derecesinde, savunmuştu.

Teyzesinin evinde televizyon yoktu, olmasını da istemiyordu. Teyzesinde yatıya kaldığı zamanlarda, eğer ki televizyonda izlemek istediği bir film varsa, eve gidip izler, teyzesinin evine döndüğünde filmi başından sonuna teyzesine anlatırdı. Dökülen iğnelerden ve ipliklerden halısını korumak için, üzerine serdiği yeşil brandanın üzerinde oturmuş, elindeki dikişin sürfilesini yapan teyzesi onu sözünü kesmeden dinlerdi. Anlatmayı, anlattıklarının ciddiyetle dinlenmesini sevmiş, ya da bu ciddiyet ona, anlatacaklarını ciddiyetle dinlenecek bir biçimde anlatmayı öğretmişti.

Okuldan geldiği gibi mutfak kapısında dikilip de annesine bir şeyler anlatmaya başladığında, çoğunlukla onu dinleyen ama bazen de, “Şimdi işim var sonra anlatırsın.” diyen annesine aldırmaz, anlatacaklarını hemen o an, taze taze, o anki heyecanıyla anlatmak isterdi.

Teyzesinin evinde yaşamaktan mutluydu, ama Ankara'nın en güzel yanı İstanbul'a dönmektir sözündeki gibi, kendi evinde olmak bambaşkaydı.

Uyurken sebep olduğu, çok değer verdiği anorak ve kalemin yandığı bir yangından bahsetmiştim.

Kış günlerinde, kardeşleriyle birlikte evin sadece bir odasında yanan sobanın olduğu sıcak odada yatıyordu. Anneannesi onlarda kaldığı zamanlarda ayakucu sobaya bakan divanda anneannesi, o tarihlerde çalışmaya başlamış olan ablası da maaşıyla aldığı çek-yatta yatardı. Ona da erkek kardeşi ile birlikte yer yatağında yatmak kalırdı. Küçük erkek kardeşinin tüm zıpırlıklarına katlanmak zor olsa da, yine de ona kıyamaz, yaramazlığı yüzünden ablasından dayak yiyecek olsa araya girip onu dayaktan kurtarırdı. Anneannesinin teyzelerinden birinde kaldığı bir gün, yerde değil de anneannesinin divanında yattı. Sarı ipek yorganın altına girip, ayaklarını sobaya uzattı ve yanında kıpraşan kardeşi olmadan uykuya daldı. Üzerinden ne kadar geçtiğini bilmeden, uykusunun bir yerinde annesi ile ablasının evde duman var, bir şey mi yanıyor diye konuştuklarını duyduysa da, tatlı uykusundan uyanmaya lüzum görmedi. Bir sonraki cümle, anneannesinin yorganının yandığıydı. Uykusunda tepişirken cânım sarı ipek yorganı sobaya değdirmiş ve yorganı yakmıştı. Yataktan nasıl fırladığını bilemedi. Annesi yorganı aldığı gibi bahçedeki leğene, suya bastırdı. Neyse ki tehlike geçmişti. Tekrar yataklarına girdiler, uykuya daldılar. Ancak onun uykusu kaçmış, kapının altından sızan ışıktan annesinin holde bir şeyler yaptığını düşünmüştü. Işığın bir türlü sönmediğini görünce yataktan çıkmış, odanın kapısını açmış, kendisini bir anda duman bulutunun içinde bulmuştu. Dumandan boğulmak üzere olan evin kedisini pencere önüne çıkartmıştı hemen. Onun ışık sandığı aslında yangındı. Annesi ıslattığı yorganı kurusun diye ahşap trabzanlara asmış ve yatmıştı. İçin için yanan pamuk yorgan sonunda alev almış, yorgandan kopan parçalar ahşap merdivenlere düşmüş, merdivenleri yakmaya başlamıştı. Bu arada; mahallenin kedilerinin doğum yaptığı merdiven altının evin kömür deposu olduğunu söylemek isterim. O korkuyla “Yanıyoruz!” diyerek ev ahalisini ayaklandırmış, hep birlikte yangını büyümeden söndürmüşlerdi. Çocuktu ama birkaç yıl evvel yan komşuda pamuk balyalarına atılan bir izmaritten çıkan büyük yangını unutmamıştı. O yangında neredeyse kendi evleri de yanacaktı.

Sabah okula gittiklerinde arkadaşları sen sigara mı içtin diyorlardı. Onlar farkında olmasalar da üzerlerine kesif bir duman kokusu sinmişti. O yangında yanmıştı işte anorak ve kalem.

Yangından ve yanarak ölmekten korktu hep. Kızışan ortamın bir anda nasıl parladığını, yanan insanların neler yaşadıklarını okumuştu, izlemişti defalarca. Canlı canlı yakılan insanları, canhıraş çığlıklarla yanan o insanları sükûnetle seyreden vahşi insanları anlamakta zorlanıyordu.

TATLILAR

Onun teyzesinin oğlunu ve pişmaniye ile olan ilişkisini anlatıp, teyzesinin tatlılarıyla ve diğer tatlılarla olan anılarını atlamak olmaz. Bayramlarda ziyaretlerine gelen akrabaları bazen lokum, bazen da meyveli jöle şeker getiriyorlardı yanlarında. Lokum kutularının içinde pudra şekerine gömülü çeşit çeşit lokumları da seviyordu ama lokumlardan dökülen pudra şekerinin bembeyaz, havada uçuşan kara benzeyen görüntüsünü de, o görüntüyü ağzına kaşık kaşık doldurmayı da daha çok seviyordu.

Parmaklarına yapışan pudra şekerini yalarken kendinden geçiyor, jöle şekerleri renklerine göre ayırıp, önce üzerlerindeki pütürlü şekeri hafif ısırıklarla temizliyor, sonra yumuşak şekerden bir ısırık alıp şekeri ağzında yavaş yavaş dolandırırken, elinde tuttuğu renkli ve yumuşak şekerin diğer yarısını evire çevire inceliyor, şekerin tadı ağzını şenlendirirken, gözleri de şekerin rengi ile mest oluyor, kokusu burnunu şenlendiriyordu.

Pudra şekeri gibi uçuşan şeyleri seviyor olmalıydı. Leblebi tozunu toz şeker ile karıştırıp ağzına doldurduğunda, ezilmiş leblebileri ve arada dişine gelen toz şeker parçacıklarını damaklarına sıvaya sıvaya yemeye çalışır, tükürük ile birleşince kremamsı bir hâl alan ve dişlerine yapışan karışımı yapıştıkları yerden dili ile sökmeye çalışırdı. Ağzında leblebi tozu varken konuşmaz, olur da hapşırması gelirse diye çok korkardı. Bilirdi ki konuşursa ya da hapşırırsa bir anda ağzından bir toz bulutu çıkacak, her taraf leblebi tozuna bulanacak ve o muhteşem zevk yarım kalacak. O yüzden, evin sessiz bir köşesine çekilip, minik plastik kaptaki leblebi tozunu, kabın kapağına yapıştırılmış olan minik plastik kaşık ile yer, bir yandan da kabın içinde gittikçe azalan leblebi tozunu seyrederdi.

Bir kutu leblebi tozunu dahi hem görerek, hem tadarak, hem duyarak, hem dokunarak, hem de koklayarak, beş duyusu ile birden yerken, hayatı da hep böyle tüm duyularıyla yaşayacaktı.

Köpük helva ile yaşadığı aşk da diğerlerinden farklı değildi. Sonradan şeker, su, limon tuzu ve çöven suyu ile yapıldığını öğrendiği, köpük helvacının temiz, kalın ve şeffaf bir naylon torbaya koyduğu yüz gram kadar köpük helvayı da bir köşeye çekilip, helvanın torbanın içindeki görüntüsünü izleyerek, boğazı şekerden yanıncaya kadar kaşıklardı. Yiyemeyecek hale gelince naylon torbanın ağzını bağlar, birkaç saat sonra naylon torbayı içinde bir damla bırakmamacasına sıyırırdı.

Okuyucu köpük helvayı, çubuğa geçirilmiş pembe bulut gibi pamuk helva ya da ısırılınca ağızda kırıklanan kaymaklı beze ile karıştırmasın. Onlar da hem görüntüleri, hem de ağızda eriyişleri ile çocukların sevgilisiydiler. Köpük helva ise kimden miras kaldığı bilinmeyen bir lezzetti.

Yine o günlerde bir gün, bir arkadaşının evine ders çalışmaya gitmiş, derslerini bitirdikten sonra oynamak için sokağa çıkmışlardı. Mahalle arasındaki sokakta bir küçük dükkân ilişmişti gözüne. Altında ateş yanan ve durmaksızın dönen büyük bir bakır saç üzerine, elindeki büyük maşrapayı ya da teneke kovayı (tam hatırlamıyordu orasını) yandaki kazana daldırıp, dönen kızgın saçın üzerinde dıştan merkeze doğru gezdiren adam, maşrapanın altındaki onlarca delikten saçın üzerine akan incecik akışkan hamurun sıcak saç üzerinde çabucak pişmesi ile birlikte birkaç tur sonra saç üzerindeki spagettiye benzeyen pişmiş uzun ipleri mahir bir hamle ile toplayıp, kenarda duran yatay sopaya, ihtimal ki birbirine yapışmasın diye, asmıştı. Kadayıf döken adamı kaç maşrapa boyu izledi hatırlamıyordu. Maşrapanın kazana daldırılması, maşrapadan akan süt gibi beyaz sıvı, dönen saç, saçın altında yanan ateş, ateşin sıcaklığı ile pişen beyaz sıvı ve adamın elleri ile pişen ipleri kopartmadan toplaması onu büyülemişti.  O gün, her bayram teyzesinde, yumurta tatlısının yanında yediği tel kadayıfın dökülüşüne şahit olmuştu.

Bir gün de yumurta tatlısının yapılışını görmüştü. Yumurta tatlısı ile meşhur fırının önünde bir taburede oturan şişman, göbekli, esmer bir adam, elinde uzun bir çırpma teli ile kucağına aldığı büyük kabın içindeki yumurtaları oturduğu yerde çırpıyordu. Kabartma tozu konmadan, sadece yumurtanın dövülmesi ile kabaran pandispanya, şerbet ile haşlanınca yumurta tatlısı oluyordu. Tepsideki bir karış kabarmış kekin şerbetsiz hali de şerbetli hali de damak çatlatandı. Yumurta tatlısı yapmaktaki maharet, tatlıyı yumurtaya kokutmamaktaydı. Başka yerlerde bu tatlıyı birkaç kez yemeye çalışmış, tatlıdaki kesif yumurta kokusunu alınca midesi ağzına gelmiş, ayıp olmasın diyerek tatlıdan bir çatal almış, kusmak ile kusmamak arasında kalmış, tabağı olduğu gibi geri vermişti. O koku ve damağındaki o tat onun yumurta tatlısı ile arasına mesafe koymak zorunda bırakmıştı. Çocukluğunun tatlılarını hatırladığı kadarıyla anlatırken, teyzesinin yumurta tatlısını ne kadar özlediğini fark etti birden.

Bazen annesini mi yoksa annesinin yaptığı börekleri mi daha çok özlüyor diye sorardı kendisine suçlu suçlu. Annesi yemekleri ile bir bütündü. Büyümek için beslenmek zorunda olan canlının annesinin memesinde başlayan beslenme yolculuğu, anne yemekleri ile devam eder, annesinin yavaş yavaş eski maharetini kaybedip artık eski lezzetinde yemekler yapmaması ile sona ererdi.

Belki annesinin yemekleri yine aynı lezetteydi, belki de değişen kendisiydi. Kim bilir…

KÖY

Yaz tatillerinde, okul biter bitmez babasının doğduğu eski Rum köyüne giderlerdi. Bütün yazı denizde ve zeytinliklerde geçirir, meyce ağaçlarının üzerinden inmezlerdi. İncir ağaçlarında incirin içine kafasını sokarak beslenen zümrüt yeşili, eklem bacaklı ve kanatlı böceklerin ayağına ip bağlayıp, ipin ucunu ellerinde tutup zavallı hayvanları uçurduklarını hiç unutmamıştı. Ceplerine ivova dedikleri bu kocaman böceklerden birkaç tane kor, olur da ellerinden birini kaçırırlarsa yerine yenisini oyuncak ederlerdi. Büyümeye başladığında, ayağında bağlı ip ile kaçan ivovaların akıbetini düşündükçe irkilir olmuştu. Ayva dalından kapan kurup zeytine zarar veren sığırcık kuşlarını avlamayı öğrenmişti, sandal ile sabah erken denize açılmayı ya da bir kayanın üzerinden balık avlamayı öğrenmişti. Kapana yakalanan ve ipin ucunda çırpınan kuşun boynundan ipi çıkartmak ne kadar zorsa, misinanın ucundaki oltanın çengelini balığın ağzından sökmek de o kadar zordu. Avı yakalamayı öğrenmişti ama cana zarar verdiğini görünce kuşları havaya, balıkları denize salmaya başladı.

Köyde eşeğini dövenlerin peşinde dövme diye koşan, keneden görünmez olan köpeklerin kenelerini ayıklayan, zavallı kedi yavrularını yalaktaki suya daldırıp çıkartan çocukların elinden yavrucakları kurtaran hep oydu.

Sabah gözünü açar açmaz önce deniz dalgalı mı diye denize bakar, sonra evlerinin arkasındaki incir ağacına çıkıp birkaç incir yer, ağaçtan inip balkona vuran sabah güneşi eşliğinde kahvaltısını ederdi. Kahvaltı biter bitmez mayosunu giyip en yakın arkadaşının evine doğru yürür, onların geç kalkmasına ve uzayan kahvaltılarına sinir olur, öğleden sonra dalgalanacak olan denizin sakin halini kaçırmak istemediği için sabırsızlanırdı. Yanına havlusunu, birkaç zeytin, bir büyük domates, dalından toplanmış çıtır biber ve taze ekmekten büyükçe bir parça alıp denize inerdi. Doya doya yüzüp, bir o kadar da güneşlendikten sonra o sıcakta yorgun argın eve dönmek çok zor gelirdi. Sıcaktan eriyen asfalta yapışan terlikler, sarı sıcak, kızgın mı kızgın bir hava, bu şartlar altında eve ulaşmaya çalışan küçük adımlara şimdi kısa gelen o mesafe, o zaman çok uzun gelirdi. Denizde sabahtan akşama kadar kalmayı sevmiyordu.

Bazen de bir urganla kıyıya bağlı, içi boş varillerin üzerine çakılan tahtalardan oluşmuş kare şekilli dubanın olduğu koya gider, dubadan denize kim bilir kaç kez atlardı. Gençlerin sıkış tepiş üzerine sığışmaya çalıştığı duba, hem yeni insanlar tanımak için hem de birbirlerine yüzme numaralarını sergilemek için idealdi. Her şeye gülünen bir çağda deniz, güneş ve dubadan daha büyük mutluluk olamazdı.

Dubanın olmadığı koylarda ele geçirilen bir deniz yatağı ya da bir şambriyel, denizi bir anda oyun alanına çevirirdi. Yüzmek, dalmak, denizin içinde takla atmak, amuda kalkmak, su balesi yapar gibi numaralar yapmaya çalışmak, atılan kahkahalar sebebiyle boğulma tehlikesini yaşatırdı bazen. İyi yüzerdi bizim kız. İyi dalardı. Ciğeri kuvvetliydi. Açılmayı severdi. Öyle açılırdı ki, diğer koyu görebilirdi. Koylar arasında bazen yüzerek, bazen de kayalıklardan atlayarak gidip gelirlerdi. Bir keresinde küçük erkek kardeşi ile birlikte bir koydan diğerine geçerken patlayan havada, bir kayanın üzerinde kalan ve ağlayan kardeşini kucağına almış, onu diğer koya kadar kucağında taşımıştı. Denizin kuduran dalgaları onları yutacak gibiydi. Masum çırpıntılar yerini bir anda dev ağızlı, beyaz köpük başlıklı dalgalara bırakmış, canavara dönüşmüş dalgalar hanginizi önce yutsam diye saldırıya geçmişti.

Sabah olunca sanki dün kuduran o değilmiş ki kıyıya masum öpüşler bırakacaktı, biliyordu. Gümüş grisi o denizde kaç kez yüzmüş, denizin içinde kendi nefesini duymuş, kulaçlarını çarşaf gibi dümdüz denize her daldırışında çıkan sese aşık olmuştu. Bazı sabahlar sandal ile kürek çeke çeke koylar arasında dolaşırken, küreklerin suya değdiğinde çıkardıkları ses de bu aşka dahildi. Kulaçlarını o kadar sakin atar, küreği suya o kadar yavaş daldırırdı ki, uyuyan deniz uyansın istemezdi. Bazen de kürek çekmeyi bırakır, sandaldan suya eğilir, cam gibi berrak denizin içinde birbirlerini kovalayan irili ufaklı balık sürülerini izlerdi. Yosunlar ve taşlar arasında saklanan bu dünyayı, denize daldığı zamanlarda izlemeye bayılırdı. Kaptan Cousto misali mercan kayalıklarına daldığını düşünür, su yüzüne çıktığında birkaç metrelik bir alanda dolandığına bakıp kendi kendine güler, nefesini tazeleyip yine o büyülü dünyaya geri dönerdi.

BİYOGRAFİ
1 Nisan 1963 günü açmıştı gözlerini dünyaya. 






3 Aralık 2020 Perşembe

Tepetaklak

Hakk’ın karşına çıkardığı değişimlere direnmek yerine, teslim ol. Bırak hayat sana rağmen değil, seninle beraber aksın. "Düzenim bozulur, hayatımın altı üstüne gelir" diye endişe etme. Nereden biliyorsun hayatın altının üstünden daha iyi olmayacağını? demiş Şems-i Tebrizi.

Salgın dolayısıyla alt üst olan dünyaya ve bambaşka bir boyut kazanan hayatlarımıza bakıyorum bakıyorum, sonra da bilmiyorum diyorum. 
Nereye koşuyoruz, bu koşuda ipi göğüsleyebilecek miyiz, tökezlenip düşecek miyiz, bilmiyorum.
Yıllardır, yaşadığımız hayatın günden güne sarpa sardığını biliyordum ama o yaşantımızın altını üstüne getirmek, ters yüz etmek için ne yapmak lazımdı, onu bilmiyordum.
Çareyi yine zaman bulacaktır, bir yerlerde bir kırılma yaşanacak ve hayat bu kırılma ile birlikte başka bir yönde akmaya başlayacaktır diye düşünüyordum.
Tebrizi’nin dediği gibi, değişime direnmek yerine teslim olmayı seçiyordum.

Değişim, sonsuz bir yolculuk ile durmaksızın devam ediyor.
Yol uzun, yolculuk ağır, gittikçe çoğalan yolcular birbirleriyle yer kavgası yaparken yol kenarındaki manzara da ağır ağır değişiyor. Bu uzun yolda, değişen manzaralar gibi insanlar da ağır ağır, hattâ çok ağır değişiyor. 
Yük ağırlaştıkça hayat treni ite kaka yol almaya çalışıyor, haliyle manzaranın değişimi de yavaşlıyor,
Tren keskin bir viraja girince trenin dışına ya da arkasına tutunarak yolculuk yapanlar bir o yana bir bu yana savruluyor, oldukları yere tutunamayanlar yok olup gidiyor. Emniyet kemeri takılı olanlar ile kendilerini tespih böceği gibi toparlayıp içlerine büzüşenler savrulmayı daha az hasarla atlatıyor. En azından trenden düşmüyor, yolculuğuna devam ediyor. Tren, keskin virajı döner dönmez bir düzlüğe çıkıyor, manzara bir anda değişiyor, yükü hafifleyen trenin hızı artıyor, düze çıkan tren bir dahaki viraja kadar yolculuğunu alışılagelmiş hızında sürdürüyor.

Benzetmeleri bir kenara bırakırsak;
Dünyaya gözümüzü açtığımızdan bu yana hiç düşünmeden yaşadığımız ne varsa, şimdi yok!
"Sokağa çıksana, hayat sokakta!" derdik, şimdi "Evde kal" diyoruz.
Çocuklara "Kalk şu bilgisayarın başından, dersini çalış!" diyorduk, şimdi ise "Otur, sakın kalkma!" diyoruz.
Öğrenciler okula gitmemek ve evde kalmak için bin bahane uydururlardı, okul yoluna hasret kaldılar.
"Evde yemek yapmaya gerek yok, dışarıda her şey var!" diyorduk, ekmeğimizi bile evde yapar olduk.
Birbiri ardına açılan mekânlar sosyal hayata renk katıyordu, tüm mekânlar üçer beşer kapandı, sosyal hayat "zoom" yayınlarına kaydı.
Sosyal medya kullananlara dudak bükülürdü, karantina günlerinde sosyal medya can simidi oldu.
Doktorluk en gözde mesleklerden biriydi, ne acı ki, en korkulan meslek haline geldi.
Kültür ve sanat hareketleri sosyal terapi görevi görüyordu. Lakin zor günlerde daha yüksek çıkması gereken sanatın ve sanatçının sesi, her zamanki gibi, ilk kısılan seslerden biri oldu.
Kitap okumaya, film izlemeye zaman bulamayanlar istemedikleri kadar zamana kavuştular.
Aileleri ile vakit geçirmeye hasret kalanlar, bir ömre yetecek kadar çok bir arada oldular.
Yaşlılara, "Günde en az 20 dakika yürüyün!" denirdi, "Sakın ha evinizden çıkmayın!" denir oldu.
"Büyüklerinizi sık sık ziyaret edin!" denirdi, "Yaşlılardan mümkün olduğunca uzak durun!" denir oldu.
Hafta sonlarına sokağa çıkma yasağı gelince pazartesi sendromu rafa kalktı, pazartesi dört gözle beklenir oldu.
"Elimi sürmeden, gözümle görmeden alışveriş yapamam!" diyenler, internet alışverişlerinin başından kalkamaz oldu.
"Elimi sürmeden, gözümle görmeden seyahat edemem!" diyenler, sanal gezilerin başından kalkamaz oldu. 
Aşıya itiraz etmek aklımızdan geçmez, çocukları büyütürken elimizde aşı takip kartı ile doktorun kapısında biterdik, şimdi ise Covit-19 aşısı, "Yaptırmam!" nidaları ile protesto ediliyor.
Cenaze ne kadar kalabalıksa vefat eden kişi o kadar itibarlı sayılırdı, şimdi herkesin cenazesi üç-beş kişi ile kalkıyor.
Ölünün ardından yedi gece yapılan okumalar, kırkında ayrı, elli ikisinde ayrı yapılan dualı toplanmalar yerini sessizliğe bıraktı.

Dünyamız tepetaklak oldu kısacası. 
Baktı ki biz hizaya gelmiyoruz, "Biraz da böyle deneyelim." dedi ihtimal.
Pek çok şey anlamını yitirdi. Ortaya yeni anlamlar, yeni anlayışlar çıktı.
Olmaz dediklerimiz oldu, ölmez dediklerimiz öldü.

En çok sağlık sektöründen olmak üzere pek çok kurban verdik, veriyoruz da.
Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformunda yer alan Anıt Sayaç gibi, Türk Tabipleri Birliği tarafından hazırlanan Siyah Kurdelede, Covit-19 salgınında ölen sağlık görevlilerinin listelendiği sayaçtaki isimler durmaksızın artıyor.

Ne dünya ülkeleri yönetebiliyor bu garip hâli, ne de ülkemiz. 
Halk deseniz neye inanacağını şaşırmış, ne yapacağını bilemez hâlde.
Bu bir uzaylı istilası mı, bir biyolojik savaş mı, nüfus planlaması mı, yoksa laboratuvardan kaçan hınzır bir virüs mü, anlaşılamadı. Teorinin bini bir para. Seç beğen al, istediğine inan.
****
Gittiğimiz yolda U dönüşü yasağı var mıydı yok muydu bilmem ama bu "şey" her ne ise dünyaya sıkı bir U dönüşü yaptırdı.
Siyasi hayat ise hep bildiğiniz gibi, dümdüz.
Siyasiler, bir savaş içinde olduğumuzu idrak etmeyip hâlâ daha burunlarının dikine "dümdük" gitmeye devam ediyorlar.
Kendi aralarında ettikleri kavgalarla toplumu daha çok gerip, garip yasaklamalar ve tutarsız kararlarla insanların aklını daha çok karıştırıyorlar.
Her şey tepetaklak oluyor, bir onlar olmuyorlar...

3 Aralık 2020 / C.E.Y.

23 Kasım 2020 Pazartesi

Madalyonun Üç Yüzü

Bir kitabı hem konusuyla hem de anlatımıyla sever insan. Ne başlı başına konu, ne de başlı başına anlatım yeterlidir. 
Herkesin başına gelmiş ve gelebilecek olayları anlatırken okuyucuyu da kitabın içine alabilmek, bir yandan da okuyucuyu kendi hayatıyla baş başa bırakabilmektedir marifet.
Hem imlâsı, hem eksiksiz anlatımı, hem de kurgusunun sağlam olması lazımdır kitabın.
Yazar, okuyucunun aklını, "Şimdi burada anlatılan kim, bunlar buraya ne ara geldiler, e ama o çocuk ölmemiş miydi, hikâyede bu kadar önemli rolü olan bu adam mahalleye ne zaman taşındı, şu kadın aşağı mahallede yaşamıyor muydu?" gibi sorularla karıştırıp, mantığını ters yüz edip, olayları ve insanları çorbaya çeviriyorsa ve attığı düğümleri çözemiyorsa, atılan düğümler rastgele atılmış, o kitap rastgele yazılmış demektir.

Bu mantık kurgusunu filmlerde de ararız, şiirlerde ve şarkılarda da, hayatımızda da.
Hayatımızın kurgusunu kim yapıyor diye sorarız çok zaman. Bir bakmışız ki kurgucubaşı kendimiz çıkmışız. İnsan en büyük iyiliği de en büyük kötülüğü de kendisi yaparmış kendisine. O yüzden belki en güvendiğimiz dağlara kar yağdığında en çok kendimize kızarız.
Ama biz insanız. Güvenmeden ve inanmadan da yaşayamayız.
Güvenimiz kötüye kullanıldı diye hayata küsüp oturamayız.
Yıkılsak da, yıkıldığımız yerden kalkar, üstümüzü başımızı silkeler, dizlerimiz kanamış mı diye bakar, kanamışsa da canımız acıya acıya tekrar yola düzülürüz. Nasılsa zaman içinde o kan kuruyacak, o acı azalacaktır.
Lakin, yaranın derinliğine göre, o izler görünürlüğünü koruyacaktır.
****
Bana bu sözleri yazdıran, üç kadın ve bir adamın öyküsünün anlatıldığı Madalyonun Üç Yüzü romanıydı. Gazeteci-Yazar Sevinç Feyzioğlu'nun Dorlion Yayınları'ndan çıkan kitabını okurken, kendi iç sesim ile bu dört kişiyle konuştum durdum ben de.
Faruk ile karısı Neveser, sevgilisi Meliha ve diğer sevgilisi Sevgi
'nin hayatıydı anlatılan. 
Kadınlardan birisi evde çocukların ve evin başında, diğeri bir köşe başında, bir diğeri diğer bir köşe başında.
Ve bu sacayağının tam ortasında da Faruk.

Faruk, Neveser'i Meliha ile, Meliha'yı da Sevgi ile (ya da Sevgi'yi Meliha ile) aldatırken, daha doğrusu hepsini birden idare edip kedi aklınca keyif çatarken, işlerin sarpa sarması ve her şeyin çorap söküğü gibi ortaya saçılmasıyla başlayan, ayrılıklar ve acılarla devam eden, sonunda ise herkesin olması gereken yere yerleştiğini gördüğümüz bir olaylar dizisiydi.
Bir hayattı...

Feyzioğlu'nun dediği gibi, belki de pek çok erkeğin hayalindeki hayattı Faruk'unki. 
Öyle miydi gerçekten de? Daldan dala konmak mıydı erkeklerin hayali? Eşi olan dişi kuşun yaptığı yuvayı üs olarak kullanıp, başka başka yuvalara uçmak, oralarda biraz eşelenmek, biraz neşelenmek, hattâ o yuvaları karıştırıp dağıtmak, sonra da sessiz sakin ve güvenli üsse, yani limana dönmek ve sanki başka hayatlar yaşamamış gibi yaşamak mıydı arzulanan? Madalyonun dördüncü, beşinci, altıncı yüzleri de var mıydı?
Madalyondaki "diğer" kadınlar evliliği, dolayısıyla konforu bozmaya değmez miydi de bütün suları saman altından yürütüyordu?
Ya Neveser'in, Meliha'nın ve Sevgi'nin hayatı hangi kadının hayaliydi?
Kim hangisinin yerinde olmak isterdi?
Bu üç kadın içinde en çok acıyı çeken kimdi, en fedakâr kimdi, en çok aldatılan kimdi, en saf kimdi, en haksızlığa uğrayan kimdi, en kötü kimdi, en iyi kimdi?
Seçemediniz değil mi?
Seçemezsiniz.
Belki de o kadınlardan birisi zaten sizsiniz…
****
Altını çize çize, bir solukta okuduğum kitabı konuşmak ve kitabımı imzalatmak için 23 Kasım günü Sevinç Feyzioğlu'nun kapısını çaldım. 
Kahve eşliğinde kitabın hem içeriğini, hem de yazım aşamalarını konuştuk, romanın kahramanları üzerine tartıştık. 
Kitap üzerine konuşurken sohbetimize siz dostlarımızı da ortak etmek istedik ve ortaya böyle minik bir (röportaj videosu değil) sohbet videosu çıktı.

23 Kasım 2020
Madalyonun Üç Yüzü kitabını internette pek çok kitap markette bulabilirsiniz.
Pandemi günlerini atlatınca bir imza günü etkinliği de olacaktır. Ama şimdi sağlık her şeyin önünde.

35 yıllık Gazeteci-Yazar Sevinç Feyzioğlu
'nun ilk kitabı, Bursa'nın son yüzyılına ışık tutan, "Dibacenin Ertesi Günü" adlı romanımsı çalışmasıydı. Kitapta, Türkiye'nin ilk organize sanayi bölgesinin kuruluş sürecinin tanıklarından olan Ergun Kağıtçıbaşı'nın anıları yer alıyordu. Feyzioğlu'nun bu çalışması, Uludağ Üniversitesi, Atatürk İlkeleri Uygulama ve Araştırma Merkezi tarafından, "yerel tarih" açısından kaynak olarak değerlendirildi ve iki kez basıldı.

Biz ikinci kitap olan Madalyonun Üç Yüzü'nü konuşurken, Sevinç hanım üçüncü kitabın hazırlıklarına başlamış bile.
Anlaşılan o ki, Feyzioğlu yılların birikimini ardı ardına çıkartacağı kitaplar ile ölümsüzleştirecek.
Bize de o kitapları zevkle okumak düşecek.
Kalemine kuvvet Sevinç…

23 Kasım 2020 / C.E.Y.

Kadına Şiddet ve Kadın Cinayetleri Yazılarım

Nerde kalmıştık? / 4 Ocak 2011
Öyle bir ceza ki! / 1 Şubat 2011
Diğerleri’nin meraklıları / 8 Şubat 2011
Aşkım için yaptım Hakim Bey! / 18 Şubat 2011
Bugün kutlayacaksınız, ya yarın? / 8 Mart 2011
Meclis’te Kadın Olmak / 19 Nisan 2011
At — Avrat — Silah / 27 Mayıs 2011
Katil Kadınlar / 28 Haziran 2011
Şafak’ın Eteği / 5 Temmuz 2011
8 bin 372 / 12 Temmuz 2011
Taammüden / 26 Temmuz 2011
Gitmek mi zor, kalmak mı? / 6 Eylül 2011
İsyan bu, haykırış… / 16 Eylül 2011
O kadın bir kez de o manşette öldürüldü / 11 Ekim 2011
Suçlu, ayağa kalk! / 3 Kasım 2011
Tecavüzcüden koca olur mu? / 4 Kasım 2011
Son karar: Kendi rızası ile! / 18 Kasım 2011
Aklından bile geçirme! / 29 Aralık 2011
Hırsızın hiç mi suçu yok! / 2 Şubat 2012
Şiddete şiddetle karşıyım! / 18 Şubat 2012
Benden artık bu kadar… / 3 Mart 2012
Siz hiç dayak yediniz mi? / 24 Mayıs 2012
Şeytan da bir Melek ise… / 15 Haziran 2012
Tabancamın sapinu gülle donatacağum / 3 Aralık 2012
Toplumsal Cinsiyet Bilinci / 8 Aralık 2012
Onlar, toplu tecavüzcüler / 15 Aralık 2012
Anlayan anladı Bakan Bey, anlayan anladı! / 15 Nisan 2013
Kan Kırmızı, Ruj Beyaz / 30 Nisan 2013
Eline, beline, en çok da diline… / 13 Temmuz 2013
Göbek değil, bebek bebek! / 25 Temmuz 2013
4 parmakla değil, 5 parmakla STOP! / 22 Ağustos 2013
Kanla yıkanınca temizlenen namusumuz var bizim / 15 Eylül 2013
Ajda’yı sahneden kovan paralı adam… / 16 Eylül 2013
Anne 9 günlük tatilde, 2 aylık bebek evde! / 21 Ekim 2013
Şeytan bu işin neresinde? / 5 Kasım 2013
Allah da sizi güldürsün e mi! / 23 Ocak 2014
Bu kadar günahın vebali öte tarafta mı ödenecek? / 7 Mart 2014
Bu kez neyi kutluyoruz? / 8 Mart 2014
Kıyım kıyım kıyıyorlar hiç acımadan / 18 Nisan 2014
Anlaman için her gün sana ‘çüş’ mü dememiz gerek? / 23 Nisan 2014
Dişe diş, kana kan, hattâ idamsa idam! / 2 Mayıs 2014
Bırakınız gülelim, bırakınız sevelim / 1 Ağustos 2014
Susturamadığından korkar insan / 23 Ağustos 2014
Sen kimsin be adam! / 22 Eylül 2014
Duvağın altındasın, SOBE! / 14 Ekim 2014
Gelenekler binlerce olsa da gerçek tektir! / 15 Ekim 2014
Dünya’nın derdi ‘KADIN’ olmuş / 26 Kasım 2014
Her şeyin müsebbibi kadın! / 10 Aralık 2014
O kadınlar hep Anan, Bacın, Avradın! / 7 Ocak 2015
Bir 14 Şubat’a daha ulaştık sürünerek / 14 Şubat 2015
Soysuzun soyu kurusun, çoğalmasın / 15 Şubat 2015,
Artık utanan taraf kadın olmayacak! / 16 Şubat 2015
Kadın Doğdum Ben / 10 Mart 2015
Savaşın öteki yüzü… / 11 Mart 2015
Biz mi gidelim, siz mi gidersiniz? / 7 Mayıs 2015
‘Topuklularımı hiç çıkartmadım’ / 15 Mayıs 2015
Hoşgörüsüzleri hoş görmüyorum / 29 Mayıs 2015
"Oraya geri dönemem!" / 3 Haziran 2015
Bir insan olarak sus! / 1 Ağustos 2015
Sizin olsun bu dünya / 7 Kasım 2015
Bitmeyen savaş yapmışlar / 13 Aralık 2015
Çocuklar İYİYMİŞ! / 26 Aralık 2015
Hodri Meydan / 4 Ocak 2016
Namussuz! / 26 Ocak 2016
Beleşçisin arkadaş! / 29 Ocak 2016
Bu kadar günahın vebali kimin boynunadır? / 30 Ocak 2016
Benimle Dans Eder Misin? / 1 Şubat 2016
Kadın yiyen canavar / 24 Şubat 2016
Katil oldum ben… / 10 Mart 2016
“İffetli kadın olmak istemiyoruz!” / 16 Mart 2016
Zevk alıyor muyuz? / 31 Mart 2016
Çocuk sayını söyle bana porsiyonunu söyleyeyim sana / 6 Haziran 2016
Neye güldün arkadaş? / 28 Ekim 2016
Hesapta biz de varız! / 5 Aralık 2016
Ben erkek olsaydım / 9 Aralık 2016
Buz yanığı yürekler / 30 Aralık 2016
Eşitlik Berekettir / 7 Mart 2017
Seçmece bunlar! / 22 Eylül 2017
Bir kızım olsaydı eğer / 11 Ekim 2017
Ne nikâh bağlar bizi, ne mahkeme ayırır / 18 Ekim 2017
Yazık, çok yazık… / 15 Aralık 2017
Şeytan üflemekle kalmamış / 26 Aralık 2017
İzin verme, BEKLET! / 4 Ocak 2018
Fırsatçı yağmacılar / 9 Ocak 2018
Cennet-i âlâ / 18 Ocak 2018
Son Perde inmeden / 29 Ocak 2018
Tüyden Elbiseli Kadınlar / 25 Şubat 2018
Koş koş, asansörcü ağabeyi getir! / 28 Şubat 2018
Umutsuz değil, Umut Dolu Kadınlar / 6 Mart 2018
10 güncelleme onay gerektiriyor / 11 Mart 2018
Kadının Peşinde Şiir / 16 Mart 2018
Sahnedeyiz, İnmeyiz / 27 Mart 2018
Büyük Gözler Bizi İzler / 22 Ağustos 2018 
Kaç Çocuk Yedin? 2 Temmuz 2018
Kadın, Şiddet, Medya ve dahası / 30 Ekim 2018
Çocukları kanatmayın / 20 Kasım 2018
Perperişan! / 4 Ocak 2019
Kadınlar Burada, Erkekler Nerede? / 3 Mart 2019
Türk Kadınının Savaşı Başka / 19 Mart 2019
Yasalarımız Var, Evet! / 25 Mart 2019
Kırmızı Başlıklı Kız da Değişti / 25 Haziran 2019
Sistem Hata Veriyor / 2 Temmuz 2019
Tekdîri geçelim, tokmağa gelelim! / 23 Ağustos 2019
Ben Kendimi Anlayamıyorum! / 5 Aralık 2019
Yapabilirim, Yapabilirsin, Yapabiliriz / 12 Aralık 2019
Kapı / 20 Aralık 2019
Şiirin Peşinde Kadın / 9 Mart 2020
Cinsiyetçi Dilden Yılanlar! / 15 Haziran 2020
Trafikte Kadın Olmak / 14 Ağustos 2020
Madalyonun Üç Yüzü / 23 Kasım 2020
Kadının Adı Mezar Taşında / 30 Aralık 2020
Katil Kadınlar / 9 Ocak 2021
Baldan Tatlı Zehirli Öfke! / 7 Mart 2021
Kraliçe olmak mı, ASLA! / 11 Mart 2021