28 Ekim 2016 Cuma

Neye güldün arkadaş?

Şu pis pis sırıtan surata bakıyorum bakıyorum, içimden bu sözü etmek geliyor. 
"Neye güldün arkadaş, komik olan ne?"
Fotoğrafta da gördüğünüz gibi, şort giydiği için Ayşegül Terzi'ye tekme atan, sonra salınan, sonra yine tutuklamaya yönelik yakalama kararı ile gözaltına alınan Abdullah Çakıroğlu'nun salınıverdiği zamanki surat ifadesinden bahsediyorum. 

O surat ifadesini Gamze Özçelik'in "özel" videolarını çeken ve internete düşen / düşürülen bu görüntüler için yapılan şikâyet üzerine bu iş için suçlanan, 30 Kasım 2005 tarihinde tutuklanan, 8 ay 10 gün cezaevinde kaldıktan sonra tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakılan Gökhan Demirkol'un suratında da görmüştüm. (Demirkol, 6 Kasım'da katıldığı duruşmada ise yeniden tutuklanmış ve 8 yıl 9 ay cezaya mahkûm edilmiş ve cezası da onanmıştı)

Geçen yıl 14 Haziran'da, garson olarak çalıştığı restorandan mesai bitimi ayrıldıktan sonra ortadan kaybolan Cansu Kaya’nın, üç gün sonra Dalyan Kanalı'nda su üzerinde cesedi bulunmuştu. Mahkeme heyeti 24 Haziran’da savunmalar, adli tıp raporu, keşif izlenimleri ve dalgıç görüşlerini dikkate alarak tutuklu sanıklar N.D. ve M.P.Ç.’nin adli kontrol şartıyla tahliyesine karar vermişti. Bugün Cansu Kaya'nın 10. duruşması vardı  Fethiye'de ve babasının bir sözü yüreğimi dağladı: 
"Kızımı yediniz, hâlâ gülüyorsunuz!" 
****
Nedir bu insanların yaptıklarından utanacakları yerde, gururlanır gibi, böbürlenir gibi, aşağılar gibi, alay eder gibi, öyle küstah, öyle arsız, öyle pişkin, üstelik bir de öyle havalı, öyle cakalı hallerde gezmeleri. Dudak büküp gülmeleri. 
Ne yani ne, ne söylüyor o pis sırıtışları?
Hak etti mi diyor, ayağıma sağlık mı diyor, iyi oldu mu diyor, nasıl da güzel becerdim mi diyor?

Abdullah Çakıroğlu'nun tutuklanma yönelik yakalanmasıyla ilgili, sadece bir tekme için tutuklanır mı insan diyenler varsa, onlar için internette karşılaştığım şöyle bir yazıyı paylaşayım:
İngiliz yargıç, gece yarısı parktan geçen kızı korkutan adama, 7 yıl, 7 gün hapis verince, şaşıran gazeteciler sormuşlar: 
"Adam kıza elini bile süremedi. Kaçan kızın çığlıklarına yetişenler de adamı yakaladılar. Bu 7 yıl, 7 gün çok değil mi?" 
Yargıcın yanıtı hukuk tarihine geçecek düzeydedir: 
"Kızı korkutmanın karşılığı 7 gündür. 7 yıl, İngiliz kızlarının gece yarısı parkta dolaşma özgürlüklerine saldırmanın cezasıdır."
****
Şimdi; bizim kadın (insan) olarak yaşama özgürlüğümüze yapılan bu saldırılar bu kadar hızla artarken bir Allah'ın kulu yargıç da çıkıp demeyecek mi "Kızlarımızın (insanlarımızın) gece yarısı sokakta olma özgürlüklerine saldıramazsınız!" diye.
Hepsi birden ağız birliği etmişcesine kızım sen de dolaşmasaydın sokaklarda o saatte mi diyecek?
Giydiğine ettiğine dikkat etseydin mi diyecek?
Kuyruğunu sallamasaydın mı diyecek?
Sonuç olarak da suçlunun sırtını sıvazlayıp masumun tepesine mi çökecek?

Suçluları cezalandırıp masumları korumak için değil miydi adalet sistemi?
Masumların cezalandırılıp suçluların korunduğu bir ülkede bu sırıtışlara, hatta daha fazlasına alışmamız mı gerekecek?
Hukuk rafa kalkınca herkes kendi cezasını kendisi mi kesecek?
Bu işin sonu nerede nihayetlenecek?

Hani bu hainlikleri gavur yapsa gavur dersin de, kendi vatandaşın, kendi mahallelin, kendi insanın, kendi kanın, kendi canın yapınca, üstüne üstlük bir de sırıtınca...
İşte o zaman birisi çıksa da 'açıkta bir şey mi gördün arkadaş' diyerek o pis pis sırıtan suratın ortasına şöyle okkalı bir Osmanlı tokadı aşketse diyor insan.
Bu yaşına kadar hiçbir şey öğrenmemişse de en azından nerede gülüp, nerede başını öne eğeceğini öğrenir belki...

Doyuyoruz ama açız!

Hazır olun, sonradan söyleyeceğimi önceden söyleyerek başlıyorum yazıma. 
Bozulan iklim, yok olan toprak ve su, dolayısıyla ortaya çıkan kuraklık-kıtlık-açlık üçlüsü ile birbirimizi mecâzi anlamda yemenin ötesine geçecek, gerçek anlamda yemeye başlayacağız.
"Yanıma ketçap alır mıydınız?"
"Tuzdan çok hazzetmedim ömrüm boyunca, tuzsuzumdur biraz."
"Yağ ve protein oranım dengelidir, merak buyurmayınız."
Çok mu abarttım? 
Sanmam...
****
Dünyanın pek de iyiye gitmediğinin farkında olan Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü FAO-Food and Agriculture Organization, kuruluş yıldönümü olan 16 Ekim Dünya Gıda Günü’nde her yıl (FAO tarafından belirlenen bir tema çerçevesinde) tüm dünyada açlık, gıda üretimi, gıda tüketimi, gıda güvencesi, yetersiz beslenme ile mücadele yollarının tartışıldığı ve çözüm önerilerinin sunulduğu çeşitli etkinlikler düzenleniyor. 
FAO’nun 2016 yılı teması olan ‘İklim Değişiyor, Gıda ve Tarım da Değişmeli’ çerçevesinde iklim değişikliğinin ve küresel ısınmanın tarımsal ürünlerin üretimi üzerine etkileri konusunda, ürün veriminin artırılması, tüketimi, depolanması, doğal kaynakların geliştirilmesi ve ağaçlandırma konularında çalışmalar yapılacak.

Bu çalışmalar kapsamında TMMOB Gıda Mühendisleri Odası Bursa Şube Başkanı Lale Yıldız'ın daveti üzerine, Gıda, Kimya ve Ziraat Mühendisleri Odalarının birlikte düzenlediği ve BAOB'da gerçekleşen 'Küresel İklim Değişikliği ve Gıda Güvencesi Paneli'ne katıldım, konuşulanları dinledim, sunumları izledim. Epey de bilgilendim.

Eve geldiğimde IŞİD'in ateşe verdiği sülfür tesisinden çıkan zehirli bulutun Türkiye'ye ilerlediğini ve asit yağmurlarına maruz kalınabileceği için 28 Ekim Cuma günü, yani bugün evden çıkılmaması, hatta kapı pencere dahi açılmaması gerektiğini duydum.
Biz çıkmayız tamam da; ya bu yağmurlarla yıkanan toprak, toprakta yetişen ekinler, dereler, nehirler, göller, denizler, kuşlar, balıklar, çiçekler, böcekler, onları nasıl koruyalım?

Madem bugün dışarıya çıkmayacağız, paneli anlatmaya geri dönelim o zaman:
Panel Başkanı U.Ü. Gıda Mühendisliği Bölüm Başkanı Prof. Dr. Ö. Utku Çopur, panelistler ise TMMOB Gıda Mühendisleri Odası Yönetim Kurulu 2. Başkanı Yaşar Üzümcü, TMMOB Kimya Mühendisleri Odası Ege Bölge Şube Başkanı Saadet Çağlın, TMMOB Ziraat Mühendisleri Odası İstanbul Şube Başkanı Ahmet Atalık idi.
Panelin açılış konuşmasını yapan Lale Yıldız gıdayı üretme noktasında en büyük tehdidin iklim değişikliği olarak görülmesi gerektiğini söyledi ve "Küresel iklim değişikliği sürecini yavaşlatacak veya durduracak tedbirler alınmalı" dedi.
Avrupa Birliği’nin öngörüsüne göre 2080 yılına kadar gerçekleşecek 2,5 derecelik sıcaklık artışı 50 milyona yakın insanı açlık riskiyle karşı karşıya bırakacakmış. Dünya nüfusunun 2050 yılında 9.6 milyara ulaşması bekleniyor ve küresel ısınmaya bağlı olarak ortaya çıkan kuraklık ve çölleşme sonucunda 2020 yılında 50 milyon, 2050 yılında ise 200 milyon 'İklim Mültecisi' olacakmış.
* Bir şimdiki mülteci sorununu düşünün, bir de 2050 yılındaki dünyada yaşanabilecek olanı. Kıyıda köşede kalmış bir yudum su, bir parça toprak için edilecek göçlerde yaşanacak katliamları düşünün. 
Hani yazımın başında dediğim gibi... 

Yıldız'ın ardından TMMOB Ziraat Mühendisleri Odası Bursa Şube Başkanı Doç.Dr.Erkan Yaslıoğlu ve TMMOB Kimya Mühendisleri Odası Burşa Şube Başkanı Ali Uluşahin de kısa birer konuşma yaptılar ve panel başladı.

Memeden Zemzem'e
Bu söz panel başkanı Ö. Utku Çopur'a ait. Çopur, yaptığı paneli başlatış konuşmasında ortalama 70-75 yıl ömrü olan bir insan doğumdan ölüme geçen sürede, yani memeden zemzeme giden yolda 65 ton gıda tükettiğini söylüyor.
Tarımda "anam babam" sistemlerini güncellemek gerektiğini söyleyen Çopur, yetiştirilen ürünün sadece yetiştiricisinin değil, artık Türkiye Cumhuriyeti'nin ürünü olduğunu, düşük kalitedeki ürünün ihracat sırasında kapıdan döndüğünü belirtirken, "Bu süreçte insan faktörü önemli. Dürüst olun, kurnazlık etmeyin" diyor. Kaynak dağılımının adaletsiz olduğu günümüzde 9 kişiden 1'inin aç olduğunu ve AÇLIK'ın insanlığın en büyük ayıbı olduğunun altını çiziyor. Dünyada üretilen besinler adil dağılmış olsa kişi başı günlük 2750 kalori düşer ki bu da yeterlidir diyor.
* Bir kısım haddinden fazla yemekten OBEZ olurken, bir kısım da AÇLIK'tan ölüyor kısacası.
Ve israf
Üretilen gıdaların 3'te 1'i soframıza gelmeden israf ediliyormuş. 
Bir yıllık ekmek israfı ile 500 okul ya da 500 km yol, on binlerce konut, onlarca köprü yapılabilme ihtimalini düşünün; bir de fiyat düşmesin diye denize dökülen ekmekleri, tarladan kaldırılmayan ürünleri... 

Ne yeşiliz, ne kırmızı
İlk söz alan panelist Yaşar Üzümcü iklim değişikliklerine neden olan etmenleri anlattı bir bir. 
Fosil yakıtlara bağlı enerji tüketimi, sanayileşme, kentleşme, ulaşım, aşırı nüfus artışı, ormansızlaşma, tarımsal atıkların ve fosil yakıtların yakılması, yeşil örtünün yok olması sebebiyle güneş ışınlarının soğurulmaması. 
* Ve bu listede olması gereken, savaşlar tabii...
Tarımın şirketleşmemesi, aile çiftçiliğine dönülmesi gerektiğini ve çiftçilikte kadın faktörünün önemine değinmesinin ardından, sömürünün yeni şekli olan 'tarım arazisi satan' ve 'tarım arazisi alan' ülkeler grafiği geldi perdeye. Kırmızılar alan, yeşiller satan. Gördünüz mü tabloyu? 
En çok arazi alan ülkeler Çin, ABD, İngiltere, en çok arazi satan ülkeler Brezilya, Avustralya, Etiyopya.

İyi ki sera gazları var
İkinci söz alan panelist Ahmet Atalık stoklarda duran ürünlerin dünyanın açlarını doyurabileceğini söyleyerek başlıyor sözlerine. Sorunun yetersiz ürün değil de adaletsiz dağılım olduğuna dikkat çekiyor. Dünyada 836 milyon aç insan var, 500 milyon ise obez diyerek Utku Çopur'u teyit ediyor.
Açlığın sadece zayıflıkla bağdaştırılmaması gerektiğini, dengesiz ve dar beslenmenin de bir nevi açlık olduğunu belirtiyor Atalık. "Doyuyoruz ama açız" diyor. 
Çoğalan nüfusu besleyebilmek için tarım üretimi şimdikinden % 60 daha fazla arttırılmalı imiş. 
Üretimin de kırsal alanda, fakirliğin de kırsal alanda olduğunu ve tüm zorlukların fakir kırsal alandan başlayıp, en son zengine geldiğini söylüyor.
Dünyamız daha öncelerde de iklim değişimleri geçirdi. Lakin günümüzde % 90'ı insan kaynaklı ve çok hızlı bir iklim geçişi yaşanıyor. Bu da bir çok canlı türünün yok olmasına sebep oluyor. Yağmurlar bitkinin ihtiyacı olduğu zamanda yağmıyor. Ani yağışlar toprağın derinliklerine işlemediği gibi yüzeydeki verimli toprağı da alıp götürüyor.  
Sera gazları olmasaydı dünyada sıcaklık 33 derece daha aşağıda olacaktı. Sera gazları faydalı ama dengede kalmalı. Sera gazlarının artması zincirleme ve dolaylı olarak tüm dünyada felaketlere sebep olacaktır.
Yapılan bilimsel çalışmalarda 2040 yılından sonra iklim değişikliğinin etkileri bariz şekilde hissedileceği söyleniyormuş. Fırat nehri % 30 ila % 70 azalacakmış. Seyhan nehri ona keza. Büyük Menderes havzasında 2100 yılında % 50'nin üzerinde azalma olacakmış. 
Su kaynaklarındaki azalma ile en başta tarım olmak üzere tüm hayat etkilenecek.
Suyun tasarruflu kullanıldığı modern sulama yöntemlerine geçilmeli. Hayvan gübresi yaygınlaştırılıp doğru kullanımı öğretilmeli. Verimli araziler, meralar kentsel dönüşüme açılmamalı. Araç ekipmanlarında petrol tasarruflu araçlar kullanılmalı. Biyogazla tanışmalı.

Gıdada da var terör
Üçüncü panelistimiz Saadet Çağlın "Gıdalarımız güvenli mi?" sorusu ile başladı konuşmasına. Halk olarak % 51'imiz görsel ve yazılı basında olsun sosyal medyada olsun yayınlanan asılsız gıda haberlerine inanıyor. Sağlık tehdidi açısından trafik ve çevre kirliliğinden sonra güvensiz gıdayı görüyor. Kime ve hangi merciye güveneceğini bilmiyor. Gıda Güvenliğinin on yıl öncesine göre daha kötüye gittiğini düşünüyor. Bunların nedeni ise içinde yaşadığımız GIDA TERÖRÜ. 
Haksız da değil. Çünkü taklit ve sahte üründe dünya üçüncüsü olan Türkiye'de en büyük tehlike gıda alanında yaşanıyor. 
Hele de "doğal, köy, organik" diyerek nerede ve ne şartlarda üretildiği belirsiz ürünlerde...
Sağlıksız şartlarda üretilmiş ürünlere talep gelmesinin bir nedeni de ekonomik elbette. Reklamlarda izlediği şekerlemenin olsun, şarküteri ürününün olsun yanına yaklaşamayan kesim, el mahkûm merdiven altı işletmeye mahkum.
Türkiye'de yaklaşık 450-500 bin gıda işletmesi var ve bunların denetimi Gıda Tarım Hayvancılık Bakanlığı'na ait. Ne yazık ki  bu 500 bin işletmeyi denetleyecek denetçi sayısı yetersiz. Bir de bu işletmelerin % 80'inde gıda mühendisi çalışmadığını düşünürsek gıda güvenliğinden söz etmek zor. Üstelik denetçilerin can güvenliğini sağlamak da ayrı iş...

Tam buğday ne kadar 'tam buğday'?
Tarladan çıkan tahılın soframıza kadar gelen yolculuğunu anlatıyor Çağıl. Tahılın biçerdöverden üreticinin deposuna, oradan tüccarın, oradan da sanayicinin deposuna gidişini ve bu yolculuk esnasında tahılın büyük bir kirliliğe ulaşarak un fabrikasına gelişini ve fabrikada tahılın çok güçlü bir sistemle temizlenişini, ancak ondan sonra kepeğinden ayrıştırılarak un olma evrelerine geçişini dinliyoruz.
Bu arada; buğdayın anatomik olarak her şeyi ile öğütülmüş haline tam buğday unu deniyor. Fakat piyasada ne kadar "tam buğday unu" var derseniz, az. Onlar buğdayı önce kepeğinden ayırıp un haline getiriyor, sonra öğüttükleri kepeği ürettikleri unun içine karıştırıyorlar. Buna da tam buğday unu diyorlar.
Tam buğday ekmeği ile tam buğday unlu ekmek arasındaki farkı aşağıdaki görselde görebilirsiniz. 
Gördüğünüz gibi her şeyi  oranlar belirliyor..
Piyasada görülen koyu renkli ekmekler de yanıltıcı oluyor. Her esmeri tam buğday sanmayınız.
Bu arada, % 100 tam buğday unu ekmek bulmanız mümkün değil. Buğday proteini olmadan ekmek olmaz. Plastik yapıyı veren, unu yoğrulabilir ve açılabilir kılan odur. Ancak o zaman börek açabilir, hamur tutabilirsiniz. Ambalajlamanın da şartları var ama yine de fırından aldığınız ekmek ambalaja giren ekmekten daha masum.

GDO açlığa çare değil
Soru-Cevap bölümüne gelindiğinde tohum konusu öne çıktı. Yaşamın özü de tohum değil midir zaten? 
% 90 GDO'lu tohum ile üretim yapan ülkeler ile GDO'suz üretim yapan ülkemizi karşılaştırdığımızda, mısır hariç soya ve pamuktan, tümünden daha yüksek verim aldığımız görülüyor. "GDO verim arttırıyor ve açlığa çaredir" söylemi gerçek değildir. Dünya tamamen GDO'lu tohum üreten şirketlerin eline geçmek üzeredir.
Panelin bitiminde katılımcılara birer plaket takdim edildi.

Konuşmalar; devlet desteği, bakanlık uygulamaları, akademik odaların sesine gerektiği kadar kulak vermemek ve ülke politikaları üzerine karşılıklı eleştiri, bilgi ve fikir alışverişiyle son buldu. 
Sonuç: 
"Gıdasını ve tohumunu kendisi üreten, üretirken ve pazarlarken kurnazlık etmeyen, toprağına suyuna havasına sahip çıkan bir ülke olmamız gerek."
****
Tohumdan bu kadar uzun uzun konuşunca, birkaç yıl evvel Nuh'un Gemisi misali kurulduğunu duyduğum tohum ambarını hatırladım. Sonra da sordum Google'a, neydi bu tohum ambarı?

Kıyamet Ambarı Projesi nedir?
2008 yılında Norveç'te kurulan ve kıyamet günü kasası diye de anılan Svalbard Küresel Tohum Deposu, eski bir kömür yatağının 120 metre kadar içine giren bir sığınak şeklinde inşa edilmiş. Tesis, 27 metre uzunluk, 10 metre genişlik ve 6 metre yüksekliğindeki üç ambardan oluşuyor. 
Şu anki deniz seviyesinin 130 metre üzerinde bulunan depoların, iklim değişikliğine bağlı olarak su seviyesinin büyük ölçüde yükselmesi durumunda bile güvende olacağı hesaplanıyor. İnşasında kullanılan malzemelerin nükleer savaş ya da uçak çarpmasına karşı da dayanıklı olduğu belirtiliyor. 

Özel soğutma sisteminin yer aldığı tesiste bilimsel tahminlere göre tohumların, çeşidine göre, 55 yıl (ay çiçeği tohumu) ila 10 bin yıl (bezelye tohumları) dayanabileceği öngörülüyor. Eskiyen tohumlar sürekli yenileriyle değiştiriliyor. 
****
Görüldüğü üzere dünya kendisinden umudu kesmiş ve başka bir boyuta geçmiş bile...

24 Ekim 2016 Pazartesi

Ölüsü çok kadavrası yok memleket

Uludağ Üniversitesi Basın Bürosu'ndan gelen duyuruda; "İnsan vücudunu sadece modeller ve fotoğraflar üzerinden görmüş bir hekime muayene olmak, böyle bir cerrah tarafından ameliyat edilmek ister misiniz?" diye soruyordu.
Soru çarpıcıydı.

Duyurunun devamında 24 Ekim-31 Ekim tarihleri arasındaki “Ulusal Anatomi Haftası” kapsamında insan bedenini kadavra olarak bağışlama konusuna toplumsal duyarlılığı artırmaya çalışmak için bir bilgilendirme toplantısı yapılacağı yazıyordu.

Ziyadesiyle ilgimi çeken bir konu olduğu için ve henüz birkaç gün önce de Hindistan'ın Ganj Nehri kıyısındaki Varanasi kentinde ölülerini yakan Hinduları canlı yayında izlediğim için hemen not aldım toplantıyı. 

Katıldığım toplantıda, Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Selim Gürel, Anatomi Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. İhsaniye Coşkun ve Anatomi Anabilim Dalı Öğretim Üyesi ve aynı zamanda Türk Anatomi ve Klinik Anatomi Derneği Yönetim Kurulu Başkanı Prof. Dr. Erdoğan Şendemir, 'beden bağışı'nın önemini anlattılar bizlere.
Toplantının yapıldığı Anatomi Uygulama Salonu kadavraların yatırıldığı tezgâhlarla doluydu. Tezgâh üstlerinde ise kadavralar değil, maket beden kesitleri vardı. Anatomi öğrencileri bu maketler üzerinde ders görüyorlardı.
Bu çocuklar tıp fakültesinden ilkokuldaki gibi maketlerle ders yaparak mı mezun olacaklardı? Gerçek anlamda doktor olabilmeleri için kadavra üzerinde çalışmaları gerekmiyor muydu? Bir bedene el sürmeden maket üzerinde çalışarak hiç doktor olunur muydu? 
Prof. Dr. Erdoğan Şendemir'in belirttiği gibi 8-10 öğrenciye bir kadavra düşmeliydi. Oysa pek çok tıp fakültesinde 150-200 öğrenciye ancak "1" kadavra sunulabilmekteydi. Üstelik sadece tıp öğrencisinin değil, uzmanların eğitiminde de çok önemliydi kadavra.
Türkiye’de 90’a yakın tıp fakültesinin olduğunu ve her yıl 10 binden fazla tıp öğrencisinin 'kadavrasız' anatomi dersi gördüğünü düşünürsek, canımızı maketler üzerinde ders gören/göremeyen doktorlara emanet ettiğimiz gerçeğiyle yüzleşiriz ki; bu da hiç hoşumuza gitmez.
Muayenesi var, teşhisi var, tedavisi var, ameliyatı var...
Sonra da doktor hatasından doğan hatalar var. O hatalarla heba olan hayatlar var.
Kadavra sıkıntısı en çok ne zamanlarda çekilmez ve en büyük gelişmeler ne zamanlarda olur biliyor musunuz, savaşlarda. Ancak rıza dışı ve işkencevari yöntemlerle uygulanan bu deneyler tıp literatürüne girmiyormuş.

Kadavra ithal ettiğimizi biliyor muydunuz?
Evet evet, yanlış duymadınız. Tanesi 120 bin liradan kadavra ithal ediyormuşuz ABD'den. Üstelik uzun bir yolculuk yaparak gelen kadavralar gerektiği kadar iş görmüyormuş. Çünkü gelene kadar pek çok özelliğini kaybediyormuş.
Yurt dışında beden bağışlama oranı binde bir imiş. Yani Türkiye'de oran bu olsa yılda 70-80 bin kadavra olarak düşünün. Gerçek rakam ise iki elin parmaklarına ulaşamıyormuş...

Neden sıcak bakmıyoruz?
Hem organ bağışına hem de beden bağışına sıcak bakmamamızın nedenleri var malum. Bunların en başında da dinî inanışlar geliyor. Gün gelip de Ruzi mahşerde ölü bedenler canlandığında bedenlerine eksiksiz kavuşmak istiyor olmalı insanlar. Savaşlarda ya da kazalarda uzuvlarını yitirenleri düşünün bir de. Onlar ne yapsın?
Bir de şöyle düşünün; Şendemir hocanın dediği gibi, o gün gelip de dünya yüzünde yaşamış sayılamayacak sayıdaki insanı canlandırabilen güç, canlandırdıklarının eksiğini mi tamamlayamayacak? 
Diyanetin bu konuya destek vermesi elzem...

Sıcak bakılmamasının bir nedeni de "yerine yerleştirmek" meselesi. Vade dolup ölüm gerçekleşince ölü beden 'yerine', yani toprağa verilmeyince, toprağa verilişinin ardından 7'sinde, 40'ında, 52'sinde dualar edilmeyince, kabrine gidilip çiçekler ekilmeyince, toprak sulanmayıp, mezar taşı dikilmeyince vefat edenin yakınlarında bir boşluk oluşuyor olmalı. Hem; elâlem ne der?
Ölü bedenin ruhunun ne bu tarafta, ne öte tarafta, yani ortada kalmış olduğu düşünülüp acı çektiği de varsayılıyor olabilir. 
Bir de; naaş kadavra olursa incelemeler yapılırken sanki canı yanar, soğuk ve karanlık toprağa bırakılıp gidilince ise hiç canı yanmaz diye düşünüyor insan, değil mi?

Öldükten sonra bedenime neler olacak?
Toplantının konusu anatomi ve kadavra olunca, toplantıdan geldikten sonra 'öldükten sonra bedenime neler olacak?' diye sordum Google'a, o da anlattı ince ince.  
"Ortalama 4 yıl sonra iskeletsin" dedi önce çat diye yüzüme.
O zamana kadar neler olacak, öldükten hemen sonra ve ilerleyen zamanlarda hangi evrelerden geçeceğim dedim.
Öldükten yaklaşık 30 dakika içerisinde, vücutta refleks diye bir şey kalmıyormuş mesela. 
Devamını Google anlatsın:
"Gevşeyen kaslar dolayısıyla ağız ve göz kapakları açık kalıyor. Boşaltım sistemi tamamen gevşiyor, idrar ve sperm akıntısı oluşuyor.
Ölümden itibaren ortalama 10 saat içerisinde vücut kaskatı oluyor. Adrenalin salgılanan bir anda; yani heyecanlı veya mücadele verildiği sırada ölüm gerçekleşmişse, vücut aynı anda katılaşmaya başlıyor. Savaşta ölen insanların vuruldukları şekilde katılaşmaları da bu yüzden oluyor.
Ölüm anından sonra ceset, her saat ortalama 1 derece soğuyor. Kiloluların iç organları daha geç soğuyor. Çocukların ve zayıfların vücudu ortalamadan daha çabuk soğuyor.
Ölümün gerçekleşmesinden 24 saat sonra vücut çürümeye başlıyor. Solunumun durması bakteriler için işaret oluyor ve çalışmaya başlıyorlar. İlk çürüyen organlar ise göz, beyin, mide ve bağırsaklar. Ceset şişman ise daha çabuk çürürken, bebekler ve tuzlu suda boğulanlar daha geç çürüyor. En geç çürüyen kısımlar ise kalp, mesane, böbrek ve rahim. Rahmin çürümesi aylarca sürüyor.
İlk çürüyen yer olan mide ve bağırsaklarda bakteriler yoğun çalıştıkları için hızla gaz ortaya çıkıyor. Bu gaz, karın bölgesinin şişmesine sebep oluyor. Derinin üstü yanık gibi su toplarken, vücutta biriken sülfür yüzünden renk siyaha dönmeye başlıyor.
Derinin çekilmesi ve çürüme yüzünden tırnaklar ortaya çıktığı için uzadı sanılıyor. Vücudun ölmesiyle birlikte tüm eylemler bittiği için tırnak ve saç uzaması söz konusu değil.
Mezardan gelen sesler çürüme sürecinin bir sonucu. Günden güne şişen karın patlıyor ve göğüs çöküyor. Bu olay mezar üstünden duyulabilecek kadar sesli olabiliyor.
Kasların kemiklerden sıyrılıp dökülmeye başlama zamanı kırkıncı güne rastladığı için, halk arasında ızdırabın azalması inancıyla hayır amaçlı yemek veriliyor.
Vücut çürürken tam bir takım çalışması yapılıyor. Bakteriler içten yok ederken, dışarıdan da et sineği göze ve burna larva bırakıyor. Bu sinekler yiyecekleri bitene kadar burada kalıyor ve ölüyor. Daha sonra ölen bu sinekleri yemek için başka böcekler geliyor. Geriye kemikler kalana kadar bu istila devam ediyor."
Yakılmaya ne dersiniz?
Öldükten sonra bazıları toprağa gömülmek istemiyor. Krematoryumda yakılarak küle dönüşmek isteyenler de var, Hindistan'daki gibi geleneksel yakma töreni ile küle dönüşenler de.
Yazının başında bahsettiğim canlı yayını yapan Özge Ersu izleyicilerine yakma töreni hakkında epey detaylı bilgiler vermişti yayın boyu. Yanan bedenlerin alev alev görüntüleri bazen dumanda boğuluyordu. Dinlediğimiz detaylarda en iyi yanmanın nasıl sağlandığını, yanan bedenlerin kemiklerine sopalarla vurularak hepsinin yanmasının sağlandığını, vücuttaki en son eriyen kemiğin bel kemiği olduğunu ve Ganj'da tam olarak yanmamış beden parçalarının yüzdüğünü de öğrenmiştik, yakma yerlerinin yanında yeni yeni alışılmaya başlayan kornea alım merkezlerinin olduğunu da. (Canlı yayın kaydını izlemek için tıklayın:)
Yayını izlerken insan o karede kendini düşünüyor elbet; 
Öldükten sonra bu şekilde yakılmak ister miyim, ya da sevdiklerimi bu şekilde yakabilir miyim?
Yakılmak kolay da; yakmak, işte zor olan o...

Peki ya nereden bulunacak bu kadar kadavra?
Hindistan'ın böyle bir sorunu var mı bilmem ama bizim var.
Eskiden kadavra olarak en çok kimsesiz ölüler kullanılıyormuş, şimdi ise artık hiçbir şey eskisi gibi değilmiş. Savcılık ve belediyeler kendileriyle bu konuda işbirliğine gereken hassasiyeti göstermiyorlarmış.
Konunun bir de hukukî yanı var; kişi yaşarken bedenini bağışlamış dahi olsa vefatın gerçekleşmesinin ardından naaş yakınları bu anlaşmaya uymayabiliyorlarmış. Oysa kişinin bağışı esas alınmalı diyor Prof. Dr. Erdoğan Şendemir. 
Naaşı bir an önce 'yerine yerleştirmek' yerine ölen kişinin son arzusuna saygı gösterilmeli derim ben de.
Nasıl bağış yapacağız?
Bağışçılar üniversitelerin anatomi birimlerine başvurup, tanıklar huzurunda form dolduruyorlar. Bağışçı, bedeninin kullanılma süresini kendisi belirliyor. Kişi, Türkiye’nin neresinde vefat ederse etsin ilgili anatomi birimi tarafından teslim alınıyor ve bozulmaması için ilaçlanıyor. Bağışçının kullanım için verdiği süre dolduktan sonra yine bağışçının isteğine göre kadavraya işlem yapılıyor ve dini vecibeleri yerine getirilerek vasiyet ettiği yerde toprağa veriliyor.

Kadavradan korkan var mı?
Bu konular konuşulurken ben bir yandan da öğrencilerle sohbet ettim. 
İlk gördüklerinde kadavradan korkmuşlar mıydı mesela? 
"Korkacağımı, hatta bayılacağımı düşünmüştüm ama hiç tahmin ettiğim gibi olmadı" diye cevaplıyor öğrencilerden birisi. Konuşmalarımıza kulak misafiri olan Anatomi Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. İhsaniye Coşkun da, '30 yıllık eğitim hayatımda sadece iki kişinin bayıldığına şahit oldum' diyor. 
Ve ekliyor: "Bu bölümde öğrencilerimize verdiğimizi ilk ders: Kadavraya saygı". 
"Öğrenciler ilk derste bedene, insana ve yaşanmış yıllara saygıyı öğreniyorlar." 

Doktorların bağış yapma oranı nedir?
Doktorları dinlerken ve öğrencileri gözlerken aklıma bu soru geldi haliyle. Sıkıntının büyüklüğünü en iyi bilen kişiler olarak onlar bedenlerini kadavra olarak bağışlamışlar mıydı?
'Henüz değil' diye cevaplıyor Erdoğan Şendemir. Genellikle bağış yapma yaşı 70'ten sonra oluyormuş. 'Genciz daha' diyor. Haksız da değil.
Lakin ölüm gence yaşlıya bakmıyor...

Bağışçı olmanın erdemi
* 2012 yılında yaşamını yitiren ve bedenini kadavra olması için bağışlayarak 400 öğrencinin eğitimine katkıda bulunan gazeteci Yaşar Sezginer, vefatının üzerinden geçen iki yılın ardından Ege Üniversitesi Anatomi Ana Bilim Dalı tarafından kadavraya saygı ve teslim töreni ile tıp öğrencilerinin omuzlarında İstanbul'a uğurlanmış.
* Kendini bağışlayanlardan biri de Adli Psikiyatri Uzmanı Doç Dr. Kriton Dinçmen. 
* Anatomi profesörü Yakup Tuna ona keza.
* Orkestra şefi ve Devlet Sanatçısı Hikmet Şimşek. 
* Ve bir bilinen isim daha: Seyfi Dursunoğlu. Nam-ı diğer Huysuz Virjin.
İnsanlığa öldükten sonra dahi hizmet edebilmek bir erdem değildir de nedir?
****
Basın toplantısının ardından yıllardır bir türlü içime sindiremediğim 'öldükten sonra yapılacaklar' gelenekleri yerini, 'öldükten sonra yapılacaklar' vasiyetine bıraktı.
Olur da ölüm beni bugünlerde yakalamazsa 70'imi geçince ben de bedenimi bağışlayacağım.
Olur da yakalarsa, bu da benim buradan vasiyetim olsun...

17 Ekim 2016 Pazartesi

Bilmiyorum!

Lise 2'deyiz.
İngilizce derslerimiz boş geçiyor. 
Bunun üzerine Karacabey Harası'ndan İngilizce bilen bir genç adam girmeye başlıyor derslerimize. Patalogmuş kendisi. İsmi de Hami Öz.  (Prof. Dr. Halit Hami Öz şu anda Kafkas Üniversitesi'nde akademisyen diye biliyorum.)
Hami Öz canavar gibi İngilizce konuşuyor. Hâttâ hiç Türkçe konuşmuyor ve bizi de bu yönde yönlendiriyor. Genç, enerjik, yerinde duramayan bir öğretmen Öz. 
Müthiş enerjisi ile hepimize iyi geliyor.

Yeni öğretmenimiz İngilizce'nin dışında hayat dersleri de veriyor bizlere.
Söylediklerinden aklımda kalan iki sözü var mesela. 
Birisi, 'İsminizin sol tarafını doldurun', diğeri de 'Bilmiyorum demeyi bilin'...
Hayat içinde ismimin sol tarafını akademik olarak dolduramasam da, bilmediğim konularda 'Bilmiyorum' demeyi hiç unutmadım.
Bilmemek değil öğrenmemek ayıp demez miydi büyüklerimiz.
Yeri geldikçe, ihtiyaç hasıl oldukça, ilgilendikçe ve merak ettikçe durmaksızın öğreniyor zaten insan. 
Bir yandan da; hayat boyu devam eden 'hain' bir süreç bu öğrenmek.
Hain diyorum çünkü; önce her şeyi bildiğini sanıyorsun, ataksın, sonra öğrenmeye başladıkça hiçbir şey bilmediğini anlıyorsun, tutuksun, sonra delice bir öğrenme arzusu ile her yana saldırmaya başlıyorsun, arsızsın, en nihayetinde de öğrendiklerini unutmaya başlıyorsun, yaşlısın...

Lakin bu evrelerin hiçbirinde bilmediklerini BİLİYOR-MUŞ gibi yapmıyorsun.
Çünkü öncelikle her şeyi bilmenin mümkün olmadığını biliyorsun.
O yüzden bilmediğin bir konu karşına çıktığında BİLMİYORUM diyebiliyorsun.
Demekle kalmayıp bir adım daha atıyor ve o konu hakkında araştırma yapıyorsun. 
Öğreniyorsun. 
Öğrendiklerini uygulayacak enerjin kalmadığında ise bunca yıl biriktirdiklerini aktarmaya başlıyor, kısacası 'bilge insan' oluyorsun.
İşte böyle kâh öğrene, kâh unuta yaşayıp gidiyorsun.
****
Pek çok kişinin bir Öz öğretmeni vardır hayatının bir köşesine imza atan. 
Bana 'bilmiyorum' diyebilme imzasını attı Hami Bey.
Pek çok kişinin hayatında böyle imzalar olmadığı, kendileri de düşünmeyi akıl edemedikleri için bilmiyorum demeyi bilmiyorlar maalesef. Her şeyi bilmek zorundaymış gibi her şey hakkında olur olmaz konuşuyor, yalan yanlış konuşunca da işleri sarpa sardırıyorlar.
Nasıl mı? 
İşte böyle:
Bir televizyon programında Sabahattin Ali'nin Kürk Mantolu Madonna kitabının sinema filmi yapılacağı hakkında konuşulurken ve konuşanlardan birisi olan nam-ı diğer Bonbon Funda'ya kitabı okuyup okumadığı sorulmuş iken, Funda Hanım'ın kitabı 'Okudum' demesi ve ardından da sözü Madonna'nın aşklarına getirmesi trajikomik oldu tabii. Konuyu anlatan Jess Molho kitabın yazılma tarihine özellikle dikkat çekip karşısındaki hanımları uyandırmayı denediyse de nafile. Sena Keçeci bir yandan Funda Özkalyoncuoğlu bir yandan 'La Isla Bonita Madonna'ya bağladılar işi.
Sabahattin Ali'nin Kürk Mantolu Madonna kitabında anlatılanın meşhur Amerikalı şarkıcı Madonna Louise Ciccone sanıyormuş biçareler. 
Oysa Sabahattin Ali nireee, Madonna nire?
Şöyle ki: 
Sabahattin Ali: 1907 - 1948 (Allah rahmet eylesin)
Madonna: 1958 - .... (Allah ömür versin)

Hani insan kitabı okumamış olsa bile mantık yürütmeyi akıl edemiyorsa, üstüne üstlük bir de yumurtladığı çürük yumurtaları özrü kabahatinden büyük sözlerle savunuyorsa, 
E Allah ona da akıl fikir versin...