31 Ekim 2012 Çarşamba

Yüksek tahrik neticesinde

Nihayet Bayram Savaşları'ndan çıktık. Günlük hayatımıza geri döndük.
Neydi o göğüs göğüse çarpışma sahneleri ya Rabbim!
Yürürsündü yürümezsindi, kutlarsındı kutlamazsındı.
Al biberi sık suyu, al sana bayrak ver bana pankart.
Barikatın diğer tarafı öteki tarafına düşman. Sanırsın ki halk başka bir devletin sınırlarından içeriye girmeye çalışıyor, sınırları zorlanan halkın polisi de düşmana karşı savaş veriyor.
Sanırsın ki kutlanan "4 Temmuz", kutlayanlar da ABD vatandaşı.
Ki onlar kutlasa bu kadar engel olunmazdı.
Meşhur bir duvar atasözümüz vardır bilirsiniz, "Yasaklara Uymak Yasaktır" der.
Yasaklanan her ne varsa caziptir. Yasağı delme arzusu ve deldikten sonraki zafer duygusu dayanılmazdır.
Zaten eğer bir şeye dikkat çekmek istiyorsanız yasaklayın gitsin.
Yasakçılar bunu bilmezler mi, yoksa bilirler de yerinde ve zamanında mı kullanırlar bilmem.
İnsanların can güvenliği ve sağlıklı yaşayabilmeleri için bazı yasaklar konuluyor. Toplumun düzeni için kanunlarla belirlenen bir çerçeve var ve bu çerçeve dahilinde yaşanması gerekiyor. Bazıları çerçevenin dışına taşsa da genel çoğunluk yasakların kendi huzurları için gerekli olduğunu bilip yasakları delmeye çalışmıyor.
"Arabanla hızlı gitme, kapalı alanda sigara içme, çiçekleri kopartma, çimlere basma, yüksek sesle konuşma, taşıt kullanırken telefonla konuşma... vb."
Hadi bunları anlayabiliyoruz da, bayramını kutla-MA yasağını hiç anlayamıyoruz.
Bayram kimin, bize nereden geldi, mevcudiyetimizin yegane sebebi olan Cumhuriyet'i biz niçin kutlamayalım, bu bayramı biz kutlamayacaksak Hintliler mi kutlayacak?
Yoksa sadece devletin zaruretten yaptığı kutlamaları izlemekle mi yetinelim?
Birileri bize "Yassah kardeşim yassah!" dedikçe etkiye tepki olarak daha coşkulu kutlamaya çalışıyoruz.
İnsan herhangi bir değeri  kaybetme ihtimali ortaya çıktığında o değerin kıymetini anlayıp daha çok sahip çıkmaya çalışır ya, o misal.
Birkaç yıl öncesine kadar normal seyrinde giden bu kutlamalar -bence- işte şimdi tam layığını buldu. Kutlanması gerektiği gibi kutlanır oldu.Bunun için illa ki yumurtanın kapıya sıkışması gerekiyormuş demek.
Cumhuriyetimizin kıymetini anlamamız için bu kadar diplere inmemiz gerekiyormuş.
Dibe vurduktan sonra iki seçenek vardır hani. Ya o dipte boğulup kalmak ya da yüzeye çıkıp kurtulmak.
Kurtulmak isteyenler -bayram günü olduğu gibi- topuklarıyla dibe sert bir darbe indirerek hızla yükselmeye başlarlar, kalanların ise ruhuna el fatiha...
****
Nereden nereye değil mi?
Ne dinî ne de millî bayram kutlamalarına kimsenin laf etmeye gerek duymadığı zamanlardan bu zamanlara.
Fener alaylarının yapıldığı coşkulu kutlamalardan, tören alanlarında merasimin bitmesinin oflaya poflaya beklendiği zamanlara.
Bayrama hazırlık telaşelerinden tatilde nereye gitsek telaşelerine.
Denendiği üzre kutlamaların içini doldurmazsanız kutlama sıkıcı olur.
Görüldüğü üzre kutlamaları yasaklarsanız kutlama kaçınılmaz olur.
Duyarsızlık da, yasakçılık da aynı kefede birbirini tartar durur.
Bırakın artık otomatiğe bağlanmış gibi ruhsuz kutlamaları, bırakın artık yasaklarla milleti tahrik etmeyi. Gelin halkla birlik olup neşe içinde kutlayın bütün bayramları.
Onyüzbinmilyon koruma arasında halktan uzaklaşarak değil.
Nihayetinde vatan da bizim, bayrak da, bayram da.
Ve DEVLET de...

25 Ekim 2012 Perşembe

İki bayram bir arada

Ah ah nerede o eski bayramlar!
Yazıya bu cümleyle başlamak iyi olmadı mı?
Tamam. Hemen değiştirelim.
Başucumuzdaki kırmızı pabuçların heyecanıyla uyuyakaldığımız, bayram namazına giden babamızı Paskalya Çöreği ya da cevizli lokumlarla takviye edilmiş kahvaltıya beklediğimiz, el öpmeye gideceğimiz evlerin mendil mi yoksa para mı vereceğini bildiğimiz...
Yok. Bu da olmadı değil mi?
Artık kimse bu cümleleri duymak istemiyor galiba.
Bu tarz anıları anlatmaya hevesli olanlar da zaten annelerinin babalarının hayatta olduğu çocukluk günlerini özlüyorlar kanımca. Değişen nesillerle birlikte gelen her neslin kendi çağına uygun şekilde bir kutlama yarattığını kabullenemiyorlar.
Çadır tiyatrolarından radyo programlarına ve daha sonra televizyon programlarına derken bayram kutlamalarının otellerde yapıldığı otel tatillerine geldik dayandık.
Bazen maaile gidilen bu tatiller bayram telaşesinden yorulan ve bıkan büyüklerin de işine geliyor.
Bayramda kendilerini bekleyen büyüklerine aldırmadan tatil beldelerine koşturanlar ise, kendilerini bekleyen anne babalarını hüzünlü bir yalnızlıkla baş başa bıraktıklarının farkına varmıyorlar.
Varsalar da aldırmıyorlar...
****
Ah ah nerede o 40-50 yıl sonraki bayramlar diyelim bakalım biz bir de.
Bayram tatillerinde yollara dökülerek kazalar geçiren kişilerin öyküleri ilerideki nesiller tarafından şaşkınlıkla dinlenir belki. O yıllarda ya tatiller ortadan kalkmış olur ya da kazalar en alt seviyelere düşmüş olur.
Bayram kutlamaları neye benzer ya da olur mu onu da tahmin etmek epey zor.
Kurban kesmek için verilen trajikomik mücadeleler nostaljik videolar haline gelerek o zamanın çocukları tarafından üzüntüyle karışık bir kızgınlıkla izlenir belki de. Caddelerde hayvan kovalamak, canlı canlı hayvan kesmek de ne demek diyerek izlerler o görüntüleri.
Bayramlık alışverişler, el öpmeye gitmeler, bayram şekerleri, bayram tatlıları hep hikâye olur.
Nesillerin değişmesiyle birlikte zaman içinde yaşanabilecek değişimler bunlar.
Bir de bir gecede değişen ya da değiştirilen bayramlarımız var ki, bu bayramların kutlanmasından pek hazzetmeyenler tarafından üstleri bir çırpıda çiziliveriyor.
Ne gerek var bu kutlamalara deniliyor.
19 Mayıs'tı, 23 Nisan'dı, 29 Ekim'di...
"Unutun artık bunları. Bayraklarınızı da saklayın bir taraflara. Evlerinizin balkonlarına da asmayın. Mazallah vatan haini olarak tutuklanırsınız yoksa" korkusu salınıyor.
****
Bence; çocuklar ve gençler eski bayramların nasıl kutlandığını anlatan yaşlılardan sıkılsalar da bayramların ne olduğunu ve neden kutlandığını bilmeliler.
Dedelerinin ninelerinin devrinde yapılan kutlamaların aynısını yapmasalar da vatanlarına ve imanlarına olan bağlılıklarıyla bu kutlamaları sürdürmeliler..
Dinî bayramları kutlamaya nasıl devam etmelilerse, dinî bayramların özgürce kutlanabilmesinin sebebi olan Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulma evrelerinin izlerini taşıyan millî bayramları da aynı coşkuyla kutlamaya devam etmeliler.
Bir ülkeyi ülke yapan o ülkede yaşayanların dinî ve millî duygularıysa eğer, bu duyguların birini bir diğerinden mahrum bırakmak ülkenin ruhunun yok edilmesine atılan büyük bir adımdır.
Ruhu olmayan bir ülkeden de ne devlet olur, ne millet, ne de vatan...
Sözün özü;
Hepimizin Kurban Bayramı ve Cumhuriyet Bayramı can-ı gönülden Kutlu Olsun...

Nice bayramlara / 15 Kasım 2010
Bir 9 gün tatili daha / 28 Ağustos 2011
İki bayram bir arada 
/ 25 Ekim 2012
‘Dokuz Gün’ barajına takılanlar / 18 Ekim 2013
Hayvan kes(eme)me bayramı!
 / 30 Eylül 2014
Tam bir ‘kurban’ bayramı
 / 23 Eylül 2015
OLE!
 / 13 Eylül 2016
Hangi Oğlunuzu Seçerdiniz?
 / 24 Ağustos 2018

Zulmün adı ET olmuş! / 6 Eylül 2018

22 Ekim 2012 Pazartesi

Yaşasın, dönüşüyoruz..!

Kentsel Dönüşüm başladığından beri bütün şehirler birer şantiyeye dönüştü.
Ya yıkıyorlar, ya yapıyorlar.
İnşaat sesleri sabahtan geceye susmak bilmiyor.
Kötü mü oluyor? Tabii ki olmuyor.
Miadı dolan, tehlike arz eden ya da görsel olarak rahatsızlık verici olan her ne varsa dümdüz edilip yerine yeni projeler üretiliyor.
Şehirler yeni baştan yaratılıyor.
Da, bu dönüşüm sanki biraz fazla dönüşüyor.
Kentin dokusunu kaybetmeden yenilenmesi gereken şehir içindeki bu binalar, ultra dikey tasarımları ile şehrin siluetini değiştiriyor.
Şehrin dışına taşan binalar neyse de, şehrin içine yapılan her bina ne gelmişten ne de geçmişten bir iz taşıyor.
Bir yandan tarihi eserler yenilenip şehre kazandırılıyor, öte yandan şehrin karakterini yansıtan binalar yıkılarak yerlerine bambaşka karakterde binalar inşa ediliyor.
Sizce tarihe sahip çıkmak, birkaç sur onarıp, birkaç han ile birkaç hamamı kullanıma açmak mıdır?
Tarih sadece oralarda mı yatmaktadır?
****
Şimdi, dönüşümle ilgili aklıma takılan birkaç soru var:
Mesela, yeni oluşturulan mahallelerde eskilerden bir iz kalacak mıdır, yoksa eski tamamen silinip, yerine bambaşka bir yeni mi getirilecektir?
O sokaklarda büyümüş ve yaşlanmış her bireyin mahalleye kattığı değerler yok edilip, yerine gelen yenilerin o değerlerden bihaber yaşaması ile o sokaklar anlamını kaybetmeyecek midir?
Yapılacak olan yeni binalara taşınacak olan yeni bireyler bu binalara ve o mahalleye saygı duyacak karakterde yaşamaya özen gösterecekler midir?
Şehrin içine yapılan çok katlı binalarda yaşayan binlerce insan evlerinden çıkarken ya da evlerine dönerken trafiğin sıkışmasına katkıda bulunacaklar mıdır?
Onca binanın arasında yeşil alan ve sosyal tesise yer kalacak mıdır, yoksa bir blok daha kondurmak için bu anlayıştan vaz mı geçilecektir?
Eski evlerin arka bahçelerine özenle serilen çamaşırlar yerlerini balkonlardan sallandırılarak herkesin gözüne sokulan ve günlerce toplanmayan rengarenk çamaşırlara çoktan bırakmıştı zaten, dönüşümle birlikte o çamaşırlar yine olduğu yerde kalacak mıdır?
Her dairenin kapı önü yine ayakkabıcı dükkanına mı andıracaktır?
Apartman girişlerindeki panoya apartman sakinleri için yine bin bir çeşit uyarı kâğıtçığı yapıştırılacak mıdır?
Yeni yapılan her binanın balkonları daire sahiplerinin keyfine göre yine gelişigüzel kapatılacak mıdır?
Apartman sakinleri otoparklarındaki arabalarını yine diğer hak sahiplerinin yerlerini gasp edecek şekilde park edecekler midir?
Apartman yönetim toplantıları yine kavgayla gürültüyle mi geçecektir?
Ve daha bunun gibi bir dolu maraza...
Dar alanda kısa paslaşmalar yapmak zorunda kalmak zor tabii.  Sıkışmışlık hissi gerer insanı. Kime saracağını bilmez kişi.
****
Görüyoruz ki müstakil evlerden çıkıp apartman hayatına geçişe hâlâ daha lâyıkıyla uyum sağlamış değiliz.
Toplu yaşamanın ön şartı olan saygıyı baş tacı etmedikçe, kentleri ne kadar dönüştürürsek dönüştürelim pek bir işe yaramıyor.
Tabiri caizse, hamam değişse de tas aynı kalıyor.
Bence biz, görsel olarak dönüşmeye meraklı, düşünce yapısı olarak dönüşmeye kapalı kaldığımız sürece de zor.
Oysa bir şehirde insan, geçmiş ve gelecek bütünleşmeli.
İnsanî şartlarda yaşayabilecek kadar konforlu ve görsel olarak da özellikli evlerde yaşamalı.
"İşte Bursa" ya da "İşte İstanbul" dediğimizde, "Hani Bursa nerede?", "Hani İstanbul nerede?" diye sorulmamalı.
Kısacası,
Dönüşürken yok olunmamalı...

19 Ekim 2012 Cuma

Dijital Teşhir Çağı

Milattan Önce kaç bin yılın yaşandığını bilmediğimiz dünyamızda Taş’ından Maden’ine pek çok devirler geldi geçti. 
İlk’inden Yeni’sine pek çok çağlar açıldı kapandı.
Hepsini bir bir tarih kitaplarında okuduk. Sınavlarda çıkar diye hepsinin tarihini bir bir ezberledik.
Özellikle de 1789’u ve 1453’ü kat'iyen unutmadık.
Büyüdükçe, görmediğimiz devirleri tarih kitaplarının sayfalarında bırakarak kendi çağımız içinde yaşanan olaylara şahit olmaya başladık.
2001 yılında, daha sonra hakkında şaibelerle dolu teoriler üretilen, 11 Eylül’ü yaşadık mesela.  
Ki bu olay Karmaşa Çağı'na girebilmek için itinayla açılan bir kapıydı sanki...
Ben bu yazımda siyasî olayları bir kenara bırakıp, dünyayı farklı bir boyuta geçirerek insanları esir alan Teknoloji Çağı’ndan bahsetmek istiyorum.
Teknoloji Çağı'nın alt açılımı olan Dijital Teknoloji Çağı’nın nimetleri sayesinde en son olarak geldiğimiz noktadaki çağa bir isim vermek istedim kendimce.
Siz de katılır mısınız bilmem ama bu çağın adı "Dijital Teşhir Çağı" olmalı derim ben.
Görüyorsunuz, ünlü-ünsüz herkes hayatını pervasızca kameralar karşısında yaşıyor.
Bu çılgınlık bütün dünyayı sarmış durumda.
Telefonların fotoğraf makinesi ve bilgisayara dönüşmesi ile beraber, her ama her durum anında görüntülenerek sosyal medya ortamına sürülüyor.
Sıcak sıcak servis edilen görüntülerin albenisi arkadan gelen diğer bir etkinliğin paylaşımıyla cazibesini yitiriyor.
Kendi halinde sıradan insanlarken, günlük hayatlarının her anını paylaşıp, yedikleri-içtikleri her ne varsa takipçilerine bildirmeden duramayan insanlar haline geldik sonunda. 
Yorumlar ve beğeniler olmadan yaşayamaz olduk. 
Kameraya poz verme yaratıcılıklarını gördükçe pek çok kadının içinde, şimdilerde ortada pek görünmeyen, bir Hilal Cebeci yaşadığını anladık.
Şuh pozlar vererek ilgi çekmeye ve gündemde kalmaya çalışan,sıradan insanların bir adım ötesindeki karakterlerden birisiydi Cebeci. 
En iç gıcıklayıcı görüntüleri paylaşan bu hanımların görüntülerinin gündemde kalma süresi dahi gittikçe kısaldı.
Onlar da daha çok ilgi çekmek adına daha iç gıcıklayıcı hallerde sundular kendilerini. 
Ki o bile fayda etmez oldu. 
Teşhir enflasyonunun insanlar üzerinde yarattığı bu doygunluk pek çok kişi için bıkkınlığa dönüştü.
****
Perde arkasında olduğu bilinen ama yüzü bir kez dahi görülmeyen sevgiliye duyulan platonik aşklardan, ekran ardındakinin gerçekten O mu olduğunun bilinmediği ama paylaşılan fotoğraflarla vücudunun her santimetrekaresinin ezberlendiği görsel aşklara geldik.
İyi mi oldu, kötü mü oldu bilmem ama gerçek hayatların dürüst paylaşımları sayesinde bilinmeyene duyulan merakın ateşi biraz hafifledi.
En azından insanlar şimdi zihinde yaratılan bir hayalle değil de, iyisiyle kötüsüyle capcanlı bir gerçekle karşı karşıyalar.
Yine de dikkat!
Bütün kartlar açık gibi görünse de bu oyunda blöf de var.  
Rest de. 
Pas da. 
Rölans da,
Ve tabii iflas da.
Değil mi ki başrol oyuncusu hep insan...

Sosyal Medya ve Dijital Dünya Yazılarım
Teknoloji / 16 Ekim 2010
İnternet Çocukları / 10 Mayıs 2011
Kaset sardı! / 3 Ağustos 2011
Doğuştan Dijitalgillerden misiniz?
 / 7 Nisan 2012 
Teknolojik Kutlamalar / 18 Ağustos 2012
Her çıkışın var inişi / 16 Ekim 2012
Dijital Teşhir Çağı / 19 Ekim 2012
İnternet Çocukları ‘TIK’ladı / 2 Haziran 2013
Star Wars ‘OUT’, Siber Wars ‘IN’ / 28 Eylül 2013
İnterneti değil elektriği yasaklayın, rahatlayın!
 / 17 Ocak 2014
Ey ahali, bir bakın buraya!
 / 30 Ocak 2014
Yasaklara uyalım, uymayanları sallandıralım! / 8 Şubat 2014
Sosyal Medya Çöplüğü / 29 Mart 2015
Örgüden ayakkabı, kumaştan kaporta, ağdan bahçe / 12 Nisan 2015
X, Y ve Z’nin değerlerini bulunuz
 / 24 Mayıs 2015
Facebook Mezarlığı / 22 Temmuz 2015
Duyarsız Duyarlı / 12 Eylül 2015
Takdir alsan ne yazar / 27 Ocak 2016
Like and Share
 / 2 Şubat 2016
Zaytung dükkânı kapatsın! / 3 Mart 2016
Bilişim kaçıyor, hukuk kovalıyor
 / 23 Mart 2016
1. Robot Kaynakları Zirvesi ne zaman abi? / 1 Haziran 2016
Ne çektin be dostum!
 / 3 Haziran 2016
Dış çekim şeysi / 2 Ekim 2016
Çuvaldız Lazım Çuvaldız!
 / 24 Aralık 2016
Ey inananlar, korkmayın!
 / 9 Ocak 2017
İnternetime dokunanı buldum! / 25 Ağustos 2017
Roadster’ı alan Üsküdar’ı geçti / 7 Şubat 2018
Dijitalleşmeye Mecburuz! / 14 Kasım 2018
Bugünün Ötesi Neresi? / 31 Ekim 2018
Öğretmenler, dünya koptu gidiyor! / 22 Kasım 2018
‘Misinformation’larınızı kendinize saklayınız / 2 Aralık 2018
Kozan Demircan ile Geçmişten Geleceğe / 13 Aralık 2018
ZOOM’dan ZONK’a / 13 Mayıs 2020
Eyyy Sosyal Medya! / 2 Temmuz 2020

16 Ekim 2012 Salı

Her çıkışın var inişi

İki ayağının üzerinde yürüyebilme yetisine sahip canlılardan olan insanoğlu yürümekle kalmayıp, gün geldi marifetlerinin arasına yüzmeyi de ekledi.
Suyun üzerinde ilerleyebildiği yetmiyormuş gibi suyun altında yaşanan dünyayı da merak etti ve gidip en derinlere daldı.
Sudan çıktı, gökyüzünde uçan kuşlara baktı.
Yüzebiliyorsam uçabilmeliyim de dedi.
12 Nisan 1961 tarihinde Yuri Gagarin, Vostok isimli uzay gemisi ile uzaya çıkan ilk insan oldu. Ardından 21 Temmuz 1969'da Ay'a -insan için küçük, fakat insanlık için büyük bir-  adım atan ABD'li Neil Armstrong geldi.
ABD ile Rusya'nın uzay yarışları sayesinde insanoğlu uzay boşluğunda fink atmaya başladı.

Bir kuş gibi uçma arzusunun bir takıntı haline dönüştüğü Birdy'yi anlatan aynı adlı filmi izlediniz mi bilmem.
Vietnam Savaşı'na birlikte giden iki gencin döndükten sonra yaşadıklarının öyküleri anlatılır o filmde. Birisi fiziksel, diğeri de ruhsal yaralanmıştır Vietnam'da. Savaşa gitmeden önce kuşlarla haşır neşir olan Birdy, döndükten sonra kendisini kuş zannetmeye başlamıştır. Bir kuş gibi tüneyen ve bir kuş gibi uçmak isteyen gencin bu halleri beni oldukça fazla etkilemişti.

Bu dünyada uçmak isteyen sadece Birdy değil tabi.
Bundan yüzyıllar önce, 1632 yılında, lodos bir havada Galata Kulesi'nden kuş kanatlarına benzer bir araç takıp kendini boşluğa bırakan ve uçarak İstanbul Boğazı'nı geçip 6 kilometre ötedeki Üsküdar'da Doğancılar'a inen Hezarfen Ahmet Çelebi, kendi geliştirdiği takma kanatlarla uçmayı başaran ilk insandır.
Wright Kardeşler de motorlu uçak buluşunu insanoğluna kazandıran kardeşlerdir.

Bu buluşları gittikçe geliştirerek uçmanın her türlüsünü başarabilen insanoğlu uçmakla da yetinmiyor artık.
İki gün önce Avusturyalı Felix Baumgartner'in yaptığı gibi 39 bin metreden kendini dünyaya bırakıveriyor.
10 dakika süren bu atlayış bütün dünyadan canlı canlı izleniyor.
Felix'in atlayışı ve ses duvarını aşarak yeryüzüne doğru hızla düşüşü, ardından da paraşütünü açarak gökyüzünde salınışı, iniş için planlanan yere doğru yönelişi ve sanki 4 bin metreden atlamış ve yeryüzüne 800 metre kala paraşütünü açmış bir paraşütçü edasıyla, hiç sendelemeden toprağa yürüyerek ayak basışı tarihe geçiyor.
43 yaşındaki ordudan emekli paraşütçü Baumgartner bu atlayışıyla 1960'da saatte 988 kilometre hızla 31 bin metreden atlayan Joe Kittinger'in rekorunu da kırıyor.
Ki canlı yayında görülen beyaz saçlı adam, Baumgartner'in rekor denemesinin danışmanlığını yapan Joseph Kittingerdir.
Felix'in geçmişine baktığımızda yükseklerden atlama üzerine yaşanmış bir ömür görüyoruz. Eminim ki çocukluğunda da annesinin zaptedemediği, tepelere çıkıp çıkıp kendisini aşağılara bırakan zıpır bir çocuktu.
Ben'ce O'nu bir de annesinden dinlemek lâzım...
Felix'in atlamadan önce ayaklarının altında kocaman bir top misali yuvarlanan dünyayı görünce siz ne düşündünüz bilmem ama keşke herkes biraz yukarıdan bakabilse şu dünyaya ve kaç milyar yıllık bir ömrü olduğunu bilmediğimiz bu dünya üzerinde ortalama 70 yıl ömrü olan bir insanın bu kısacık zamanı acılarla geçirmemesi gerektiğini düşündüm ben.
Yaşayabileceğimiz başka bir dünya yok ise eğer, birbirimizin gözünü oyacağımıza bu dünyaya gözümüz gibi bakmalıyız diye düşündüm.
Ve her ne kadar yukarılara çıkarsak çıkalım, (yerçekimi olduğu sürece) döneceğimiz yer yine yeryüzüdür, evimizdir diye düşündüm...

14 Ekim 2012 Pazar

Şehir ve Felsefe

11-13 Ekim tarihleri arasında Bursa'da yapılan II. Uluslararası Felsefe Kongresi'ni izleme şansını yakalayamasam da, kongreye katılmış olan Meksikalı araştırmacı ve profesör Gabriel Vargas Lozano ile tanışma şansını yakalayabildim.
Toplantı esnasında edilen sohbetlerde, şehrin de kendisine has bir felsefesi olması gerekliliğinden bahsedildi.
Şehrin felsefe sahibi olabilmesi için de medyanın bu gereklilikteki en önemli ayak olduğu anlatıldı.
Bursa şehrinin geçmişin derinliklerine uzanan tarihinden, geleceğe uzanan kolları arasında kendine özgü bir karakteri olmalıydı. Osmanlı'nın ilk başkenti olmasından da gerilerde kalmış ve pek de anlatılmayan bir tarihi vardı.
Bursa tarihi, Osmanlı'nın ilk başkenti olmasıyla başlamıyordu.
Şimdilerde bir sanayi şehrine dönüşmüş ve oldukça fazla göç almış bu şehir, kanserli hücreler gibi kontrolsüzce büyümekte idi.
Şehri büyüten insanların birbirleriyle olan iletişimsizliklerinden dolayı da yaşanan keşmekeşler kaçınılmaz oluyordu.
Şehir ve Felsefe işte tam da burada devreye girmeliydi.
Vargas'ın anlattığı işte tam da buydu.
Şehirler, küçük şehirlerin biraraya gelmesiyle oluşuyordu. Bursa'nın içinde de birçok küçük şehir vardı ve bu şehirlerin de kendilerini yansıtan karakterleri vardı. Lâkin biraraya geldiklerinde Bursa'ya özel bir karakter ortaya çıkartamıyorlardı.
Aslında felsefenin oluşması için pek çok enstrüman vardı da, niyeyse bunlar pek kullanılmıyordu.
Felsefe her zaman gözardı ediliyordu.
Oysa ki toplumları "dediğim dedikçiler" değil, karşısındaki kişileri de dinleyen, başkalarını da anlamaya çalışan, kendi doğrularının dışında da doğrular olabileceğinin bilincinde olan, gelmişe ve geçmişe saygılı ve sahip insanlar yönetmeliydi.
****
600 küsûr sene ömür yaşamış bir Osmanlı Devleti'nin ardından kurulan yaklaşık 90 yıllık Cumhuriyetimiz bulûğ çağındaki bir ergen halleri içinde olmalı ki, henüz toy ve karakteri tam oturmamış davranışlar sergiliyor.
Sanki daha saçını ne tarafa tarayacağından emin olmayan bir delikanlı gibi. Ya da sanki kendisine hangi renk elbisenin yakışacağını bilmeyen bir genç kız.
Hep birilerine özeniyor. Ya da hep birilerinden nefret ediyor.
Doğulu mu olsa, batılı mı olsa henüz karar verebilmiş değil. Bazen Avrupa'ya seğirtiyor, bazen Ortadoğu'ya. Bazen Uzakdoğu, bazen de Amerika'ya.
Bu "med-cezirlerle" zaman kaybederek kendi felsefesini oluşturamadığından dolayı yalpalamalar hâlâ daha devam etmekte.
****
Vargas'ın dediğine göre çocukların eğitiminde felsefe ne kadar önemliyse, ülkelerin varoluşlarında da felsefe aynı derecede önemli. Sonuç itibariyle ülkeleri oluşturan tek tek bireylerdir ve bu bireylerin sahip oldukları felsefe de o ülkenin yol haritasını belirler.
Karakteri sağlam temellere oturmuş bir kişi hangi meslekte olursa olsun öncelikle işinde ahlâklı olacaktır.
Dolayısıyla da yanlış yapılan her işin yanlışı doğurduğu gibi, doğru yapılan her iş de doğruyu doğuracaktır.
Ve Vargas diyor ki: "Her bireyin kendince bir felsefesi ve kendince gittiği bir yolu vardır".
Ne kadar doğru.
Düşünün bir, hiç ummadığınız bir anda, hiç ummadığınız bir kişinin filozofluğu sizi nasıl da şaşkınlığa uğratmıştır
Belki eğitim, belki yaş, belki zenginlik, belki de fakirliktir o filozofluğun oluşmasındaki etken. Her nasıl olmuş olursa olsun bu bilgelik, kişinin kendi içerisinde taşıdığı bir hazinedir.
Bakmayı, görmeyi ve anlamayı sağlayan bu hazine ile kişi bazen konuşmayı tercih eder, bazen de susmayı...
Filozof sözcüğü philos (sevgi) ve sophia (bilgelik) sözcüklerinin birleşmesinden meydana gelmiştir. Yani bilgeliği seven kişi anlamındadır.
Ya da belki sevmesini bilen kişi anlamında.
****
Hani sürekli toplumun bozulmasından şikayet ediyoruz ya; belki de bu, felsefeyi önemsemeyerek gerilere itip, cebimizi dolduracak meslekleri öne çıkarttığımız içindir.
Kişiliklerin değil de banka cüzdanlarının zenginleşmesinden dolayı bu kadar fakirizdir belki de.
Pek çok kişi için okullara dönüp felsefi eğitimleri almak artık bir hayli geç olsa da, kendisini geliştirmek isteyenler için vakit hiç de geç değil.
Vargas'ın medyaya vazife yüklemesindeki amaç da galiba esasen budur.
Okul çağı geçmiş insanlar okul sıralarında kitaplara gömülemeseler de, eminim ki en azından günde bir gazete okuyorlardır.
Okudukları bütün o yazılarda kendilerine farklı pencereler açılarak farklı manzaralar sunulursa göremediklerini görüp, düşünemediklerini düşünmeye başlarlar.
Yoksa sürekli yeren ya da sürekli öven yazılar yazmak ve onları okuyup kafa sallamak herzaman işin en kolayı.
Zor olansa zihnin karanlık zindanlarına ışık olabilmekte.
Ben'ce bu da ancak ruhun derinliklerine inerek, oradaki inciyi su yüzüne çıkartabilen filozofların işi...